Felsefede “Kullan-At” Kültürü: Tüketim Toplumunun Düşünsel Bir Yansıması

Tüketim toplumunu tanımlayan özelliklerden biri, nesnelerin –hatta çoğu zaman insanların da– işlevi tükendikten hemen sonra atılmasıdır. “Kullan-at kültürü” olarak adlandırılan bu olgu, sadece plastik şişelerde, telefonlarda ya da hızlı moda ürünlerinde değil, fikirler dünyasında da kendini gösteriyor. Düşünsel üretimin bile bir çeşit seri üretim bandına dönüştüğü günümüzde, geçmişin bilgeliği ve birikimi ya unutturuluyor ya da üzeri modası geçmiş damgasıyla örtülüyor. Peki, bu hızlı ve yüzeysel döngü içinde felsefe nerede duruyor? Aslında durmuyor; tam tersine, onun da bu çarka kapıldığı söylenebilir.

Bu konuda dikkat çekici bir tartışmayı, St. Andrews Üniversitesi’nden felsefeci Alexander Douglas başlatıyor. Douglas, Cambridge’li tarihçi Peter Burke’ün gözlemlerinden yola çıkarak, fikirlerin israfının da maddi israf kadar ciddi olduğunu ileri sürüyor. Burke’ün verdiği örneklerden biri, ansiklopedilerin zaman içinde nasıl “zayıfladığı” üzerine. Örneğin Britannica Ansiklopedisi’nde Kral I. Charles, Raphael, Cicero ya da Platon gibi figürlere dair girişler 19. yüzyılda uzun ve zengin bilgilerle doluyken, günümüzde birkaç paragrafla geçiştiriliyor. Bu küçülme, sadece alan darlığının değil, kültürel ilginin kaybının da bir sonucu. Bilgiye olan ilgi azaldıkça, geçmiş de bir enkaz gibi sessizce bir kenara itilmiş oluyor.

İşin trajik yanı şu: Bu içerik yok oluşları çoğu zaman dijital platformlarda da yaşanıyor. Artık sadece fiziksel kopyalar değil, dijital belgeler de bir “temizlik” sırasında kolayca silinebiliyor. Bilgi çöplüğe atılıyor; hem gerçek hem de mecazi anlamda.

Felsefede İsraf Edilen Ne?

Douglas’a göre, bu “kullan-at zihniyetinin” felsefedeki karşılığı, aynı fikirlerin geçmişte çok daha incelikli biçimlerde işlendiği metinleri görmezden gelerek yeniden keşfedilmiş gibi sunulması. Oysa çoğu zaman yeniymiş gibi ortaya atılan argümanlar, yüzyıllar önce Ortaçağ düşünürleri tarafından tartışılmış, hatta detaylandırılmış olabilir. Yine de çağdaş akademide bu mirasa dönüp bakmak, çoğu araştırmacının gündeminde değildir. Neden mi? Çünkü sistem, “yenilik” adı altında tekrarı ödüllendirirken derinliği cezalandırmaktadır.

Douglas, özellikle analitik felsefenin erken dönemini örnek veriyor: O yıllarda, çıkarım ilişkilerini incelemek adına devasa bir literatür üretilmişti. Ancak kimse Jean Buridan gibi Ortaçağ mantıkçılarını, “Sonuçlar Üzerine İnceleme” adlı yapıtlarını ya da Skolastik gelenekteki eşsiz tartışmaları ciddiye almamıştı. Modern felsefe eğitiminin çoğu, “Antik” ile “Modern” arasında sıkışmış bir zaman çizelgesi sunar. Oysa arada bir buçuk bin yıllık bir gelenek, neredeyse görünmez bir çöplükte yitirilmiş gibidir.

Bu sadece tarihsel bir ilgisizlik değil, aynı zamanda entelektüel bir israftır. Neden hâlihazırda düşünülmüş, işlenmiş, geliştirilmiş fikirleri yok sayarak, onları “yeniden icat ediyormuş” gibi davranıyoruz? Neden bir düşünürün adını sadece alıntı yapma zorunluluğunun gereği olarak dipnotlara sıkıştırıyor, düşüncesine nüfuz etmiyoruz?

Akademinin Hafızasızlığı: Geçmişin Bedeli

Douglas bu tutumu “kendi kendini yenilgiye uğratmak” olarak niteliyor. Eğer felsefe gelecekte kullanılmak, geliştirilmek üzere yazılıyorsa, yazının kaderi sadece elli yıl sonra bir dipnotta yer almak ya da yüz yıl sonra tamamen unutulmak olmamalı. Buna rağmen, akademik normlar bu döngüyü adeta kurumsallaştırıyor: Yayın baskısı, değerlendirme komisyonları, yayın teşvik sistemleri, modaya uygun başlıklar, ana akım dergiler… Tüm bu yapı, bir düşüncenin ömrünü hızla tüketiyor.

Douglas’ın önerisi sade ama radikal: Felsefe, geçmişte üretilen fikirlere karşı daha saygılı bir tutum geliştirmelidir. Yani tarih, sadece felsefenin bir yan disiplini değil, onun doğrudan zemini olmalıdır. Çünkü geçmişi sırtında taşımayan bir düşünce ilerleyemez; sadece yerinde sayar ve bunu “ilerleme” sanır.

Tüketim Toplumunun Düşünsel Yankısı

Buradan daha geniş bir eleştiriye uzanabiliriz: Felsefedeki “kullan-at” kültürü, tüketim toplumunun düşünsel izdüşümüdür. Bir akım gelir, moda olur, hızla tüketilir ve ardından yenisi beklenir. Her şey güncel kalmak zorundadır; geçmişin yükü hafifletilmeli, kütüphaneler sadeleştirilmeli, müfredatlar “çağdaşlaştırılmalıdır”. Düşünce de tıpkı telefonlar gibi versiyon numarası alır: Felsefe 2.0, Etik 3.5, Ontoloji 2024…

Bu sistem, sadece bilgiye değil, düşüncenin kendisine karşı da hoyratça davranır. Bugün bir felsefe metninin değeri, onunla kurulacak ilişkiden değil, kaç kişi tarafından alıntılandığından hesaplanıyor. Tıpkı bir tişört gibi: Moda olduğu sürece giyilir, sonra atılır. Oysa düşünce, öyle bir şey değildir. Onun asıl değeri, bir zamanlar ne kadar parlak olduğunda değil, zaman içinde ne kadar dayanıklı kalabildiğindedir.

Sonuç Yerine: Serapeum’un Sessizliği

Peter Burke, bir noktada İskenderiye’deki Serapeum’u örnek verir. Bu tapınak-kütüphane, bir zamanlar insanlığın en büyük bilgi hazinelerinden birini barındırıyordu. Bugün sadece adını bilenler bile azaldı. Kim bilir, belki birkaç yüzyıl sonra 20. yüzyıldaki büyük düşünürlerin metinleri de benzer bir kaderi paylaşacaktır. Ya da bugünden, onları kurtarmaya, yeniden okumaya, yeniden düşünmeye başlarız.

Çünkü belki de en yıkıcı israf biçimi, düşünce israfıdır.


Kaynak:

Douglas, A. (2025). Against “Throwaway Culture” in Philosophy. Blog Post.

Burke, P. (2000). A Social History of Knowledge. Polity Press.