Siyasi Figürler Faşizm Teşhisi İçin Yeterli mi?
Şu ana kadar verilen örnekler, Trump’ın siyasi tutumundan, söylevlerinden, dil dağarcığından ve hatta kişiliğinden yola çıkarak geliştirilen bir “faşist” teşhisine dayanıyor. ABD’deki siyasal sistemin köklü bir değişim içinde olduğu ve liberal demokrasiden faşist ya da “neofaşist” bir yönetime geçildiğine dair bir imada bulunulmuyor. Bu elbette çok daha iddialı bir teşhis ve aslında böyle bir sonuca varmak için de henüz erken. Üstelik Trump’ın iktidara gelmesinden sonra tersi yönde bir düşünceyi destekleyecek bazı yeni durumlar da ortaya çıkmadı değil. İç siyasette başarısızlık yaşayan ve vaatlerini yeterince yerine getiremeyen Trump’ın dış politikada atağa geçmesi ve birden Suriye ve Kuzey Kore krizlerinin patlaması herhalde rastlantı olmasa gerek.
Faşizmin yeni bir form içinde ve içinden çıktığı ülkenin karakteristik özelliklerine bulaşarak farklı bir yüz edindiği yönündeki iddia elbette önemli ve üzerinde durulması gerekir. İki dünya savaşı ortaya çıkan faşizm(ler) kapitalist sistemin özgül bir dönemi, krizi ile ilgili olmakla birlikte, ülkelerin tarihsel tortular şeklinde taşıdıkları siyasal değerler ve kurumsal yapılarıyla, sınıfsal çelişki ya da ittifakların biçimlenişle de bağlantılıydı. Bir de elbette Birinci Dünya Savaşı sonrası barış koşullarında devletler arası ilişkiler. Bunlara eklenebilecek çok sayıda değişken sunulabilir.
Faşizmin ortaya çıkışı koşulları açısından bakıldığında, ABD’nin Avrupa ülkelerinden farkını ortaya koyan çok sayıda tez var. Bunlardan biri, Alexis de Tocqueville’in klasikleşmiş kitabı Amerika’da Demokrasi’de[13] dile getirilir. Tocqueville’e göre, ilk yerleşimcilerin ve göçmenlerin hayat tarzını temsil eden komün tipi yerleşimlerden, yerel cemaat ruhundan, gönüllü birlikteliklerden ve yarı doğrudan demokrasiden köklerini alan âdem-i merkeziyetçilik eğilimi, ABD sisteminin ve siyasi kültürünün temelini oluşturur. Federal sistem de bu merkezkaç yapılanmanın en tepedeki siyasal örgütlenme biçimidir. Buna eşlik eden, çalışmanın, girişimciliğin, başarının, kazanmanın ve bireysel çıkarın kutsandığı püriten bir ahlak vardır. Dolayısıyla, Amerikan cumhuriyeti, çoğunluk yönetimi ile bireycilik ve girişimciliğin özel bir bileşimini barındırır. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri anayasası, güçlerin merkezileşmesi değil dağıtılması ve dengelenmesi ilkesi üzerine oturmaktadır.
Kurumsal gelenekte de yargı bağımsızlığı yerleşmiş olan ilkedir.
Bütün bunlar sadece sosyolojinin erken dönemi düşünürlerinden Tocqueville’in fikri değildir. Amerika’nın özgüllüğünü, Tocqueville’in yaptığı gibi sosyal bilimsel bir argüman olarak değil de siyasal bir argüman, özellikle de bir dış politika argümanı olarak inşa eden “Amerikan İstisnacılığı”ndan da (American Exceptionalism) söz edilebilir. İstisnacılığın savunusu yapanlar, kendine has siyasal örgütlenme ve kültür formunun yarattığı Amerikanizm’in, yirminci yüzyıla damgasını vuran radikal ideolojilerin Birleşik Devletler’de başarılı olmasına engel teşkil ettiğini öne sürerler. Bu siyasi argüman, Amerika’nın üstünlüğü düşüncesi yanında, uygarlığı temsil ettiği ve dünyaya bu uygarlığı yayma misyonuna sahip olduğu mitini de içerir. Bir başka deyişle, bu tez, Amerikan yayılmacılığının köşe taşlarını döşeyen ideolojik bir argümandır aynı zamanda. Yeni muhafazakârlar, bu istisnacılığı yirmi birinci yüzyılda yeniden üretmek için, “dünyanın güçlü bir Amerika’ya gereksinim duyduğu” düşüncesini sık sık dile getirirler.
Sadece muhafazakârlarda değil, liberallerde ve hatta daha sol yelpazede yer alan siyasetçilerde dahi bu tezin izlerini görmek mümkündür. Weberyen bir dil dağarcığından hareket edersek, Amerika’da kapitalizmin ruhunun, bu kendini farklı, biricik ve üstün görme duygusu ile yoğrulduğunu söyleyebiliriz. Avrupa’da ortaya çıkan biçimiyle, siyasal birliğin moral temelini oluşturan kolektif bir bilinci içeren “ulusçuluk”u bir anlamda ikame eder Amerikanizm.
Trump’ın bir faşist olmadığı ve Amerika’daki sistemin faşizmin yerleşmesine elverişli olmadığını öne sürenlerin sarıldığı bir tez Amerikan istisnacılığı.[14] Amerikan muhafazakârlarının Trump’ın faşist olduğuna yönelik “sol”dan gelen seslere istisnacılıktan köklerini alan düşünsel bir refleks göstermeleri de anlaşılır bir şey. Üstelik Trump’ın “güçlü Amerika’yı yeniden yaratmak” söylevi tam da Amerikanizm’i diriltmek, bu anlamda da istisnacılığı desteklemek anlamına gelirken. Zaten Obama, Amerikan ulusunun ruhunu ve yüreğini inkâr etmekle suçlanmıştı muhafazakârlarca. Her ne kadar bu tamamıyla doğru olmasa da; çünkü Obama, dış politikayla ve Suriye’deki Amerikan varlığıyla ilgili konuşmalarında Amerika’nın farklı ve istisnai olduğunu vurgulayıp duruyordu.[15]
Tarihsel, sosyolojik veriler ışığında bu tezin gözden geçirilmesi ve eleştiriye tabi tutulması ve ayrıca günümüzde ideolojik ve emperyalist amaçlar uğrunda nasıl kullanıldığını gözler önüne sermek gerekir. Bu ayrı bir konu.
Buna karşın, Amerika’da bir neofaşizmin türediğine dair tezin de içerdiği bazı sorunlar var. Birincisi, Trump’la birlikte bir yeni faşizmin Beyaz Saray’da kol gezdiğine dair bir analiz yapmak için henüz erken. Birkaç aylık göstergelerden yola çıkmak yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Tezi doğrulamak için öne sürülen olguları yanlışlayabilecek süreç ve olgular kısa bir süre sonra ortaya çıkabilir. John Belamy Foster’ın, Monthly Review’un son sayısında yayımlanan yazısı buna bir örnek oluşturuyor.[16] Bu yazısında Foster, tarihsel olarak farklı özellikler taşıdıklarını belirtmekle birlikte, ABD’deki Trump yönetimi ile İtalya ve Almanya’daki klasik faşizm arasında benzerlikler buluyor. Beyaz Saray’da şekillenen yeni yönetim tarzını ise “neofaşizm” olarak adlandırıyor. Üç değişkenden yola çıkıyor. Birincisi, Başkan ve yakınındaki danışmanları ile kabinede bulunan bazı “anahtar figürler”. İkincisi, daha geniş bir sosyolojik yaklaşımdan yola çıkıldığında Donald Trump’ı iktidara getiren “seçmen tabanı, sınıfsal oluşum ve ittifaklar, ırkçı ve yabancı düşmanı bir milliyetçilik.” Üçüncüsü ise, “yargıyı, hükümeti, orduyu, istihbarat birimlerini ve basını bu yeni ideolojinin ve siyasal gerçekliğin [neofaşizmin] içine çekmeye yönelik kampanya”. Sonuç itibarıyla Foster’a göre, yeni bir yönetim ve yeni bir ideoloji olarak neofaşizm Beyaz Saray’a yerleşiyor.
Foster’ın analizini ayrıntılı bir biçimde buraya aktarmak niyetinde değilim. Yazı daha geniş bir kritiği hak ediyor ve başka bir vesile ile bu yapılabilir. Ancak burada üzerinde durmak istediğim bir iki nokta var. Foster, ultra milliyetçi ve ultra-sağ-kanatta yer alan bu yeni yönetimin ideolojik çerçevesi ve politik stratejisinin mimarı olan Steve Bannon’un siyasi kariyeri ve bu kariyer boyunca kendini gösteren “neofaşist ideolojisinin” unsurları hakkında uzunca duruyor.
Bannon, yönetimin neofaşist yönünü açıklamak açısından Foster için anahtar figürlerden biri.
Bilindiği gibi, “büyük bir manipülatör” olarak adlandırılan Bannon, Trump’ın seçim kampanyasını yürüten kişi ve başdanışmanıydı. Seçimden sonra ABD’nin dış politika ve güvenlik önceliklerinin belirlendiği Ulusal Güvenlik Konseyi’ne atanmıştı. Ancak Nisan ayının başlarında bu görevden alındı. Trump yönetimi, Ulusal güvenlik Konseyi’nin yapısını değiştirdikten sonra görevini tamamlamış olduğu için alındığı iddia etmesine karşın, Trump’ın yakın çevresindeki bazı isimleri değiştirmek ve Bannon’ın etkisini azaltmak yönündeki eğilimlerinin bir sonucu olarak da değerlendirildi.[17] Cumhuriyetçilerin ve Demokratların ısrarlarının da bunda rolü olduğu öne sürülüyor. Bannon arka planda Trump’ın danışmanı olmayı sürdürebilir; ama bu görevden alınmış olması Demokratların ve Cumhuriyetçilerin içinde ona karşı gelişen ısrarlı tepkilere karşı konulamamış olduğunu da gösteriyor.
Neofaşizm tahlili için henüz erken olduğunu ve aksi yönde süreçlerin yaşanabileceğini gösteren gelişmelerden biri de, Trump’ın kararlarının önüne yargının ve kongrenin set çekmesi. Foster, Trump ve ekibinin, yargı ile kongrenin neofaşist bir ideoloji ve yönetim mantığı ile hizaya çekileceğini iddia etmesine karşın, şu ana kadarki gelişmeler tersi bir durumu işaret ediyor. Sözgelimi Trump’ın imza attığı, mültecilerin ve yedi ülkenin vatandaşlarının ülkeye girmesini engelleyen kararname Federal Yargıç tarafından askıya alındı.[18] Nisan sonunda yine bir yargı engeli ile karşılaştı Trump. Göçmenlere sığınma olanağı tanıyan şehirlere federal yardımların kesilmesini öngören kararname de Federal Mahkeme tarafından durduruldu. Ayrıca Meksika sınırına örülmesi istenen duvar (ki bu Trump’ın popülist vaatlerinin en başta gelenlerinden biriydi) Kongre engeline takıldı. Nisan ayında Kongre’de kabul edilmesi beklenen bütçe kanun tasarısında duvar projesine finansman ayrılmadığı güvenilir kaynaklarda yer aldı.[19] Yine önemli engellemelerden biri, sağlık reformu tasarısıyla (Amerikan Sağlık Hizmetleri Yasası) ilgili gerçekleşti. Trump’ın çok önem verdiği bu tasarı Temsilciler Meclisi’ndeki oylamada kabul edilmeyeceği anlaşılınca (216 evet oyuna ulaşılamayacağının anlaşılması üzerine) geri çekildi. Tasarıya Cumhuriyetçiler içinde dahi karşı çıkanların bulunduğu belirtiliyordu. [20]
Trump’ın ve etrafındaki etkili isimlerin kişilikleri ve retoriklerinden yola çıkarak bir “yeni faşizm” tahlili yapmak da faşizmin eksik bir analizini beraberinde getiriyor. Çünkü faşizm, liderlerin kişilik yapıları ve söylevlerinden hareket ederek analiz etmenin yetersiz kalacağı bir rejime, bir devlet yapısına karşılık düşüyor. “Faşizm” kavramının siyasal söylevlerde ve yazılarda sıkça kullanılması; üstelik anlamı dışına taşarak ve içi doldurulmayarak tüketilmesi, gerçekten ortaya çıktığında dikkate alınmaması gibi bir durumu da yaratabilir. Yalancı çoban misali; çoban, kurtların geldiğine dair öyle çok asılsız uyarı yapar ki, kurtlar gerçekten geldiğinde kimse artık bu uyarıyı dikkate almaz!
Siyasal iktidar yapısı ve sınıfsal bileşenleriyle faşizmi analiz etmeksizin faşizm adlandırması yapmak, insanlık için korkunç sonuçlar doğurmuş bir tarihsel bir gerçekliği hafifletmek, azımsamak anlamına da gelebilir.
- Mustafa Öztürk’ün İslamcılarca linç edilmesi: Teoloji siyasetin hizmetinde - 7 Aralık 2020
- Devletin soyut bedeni - 30 Kasım 2020
- Cumhuriyetin ruhu (ilkesi) erdemdir - 1 Kasım 2020