Kötülük kavramı, insanlık tarihinin en eski ve en sancılı sorularından biri olarak karşımızda durur. Bu kavramı yalnızca bireyin ahlaki zaafları üzerinden açıklamaya çalışan yaklaşımlar, kötülüğün gündelik hayattaki sıradan görünümlerini açıklamakta yetersiz kalır. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” şeklinde tanımladığı kavramsallaştırma, Nazi subayı Eichmann’ın yargılanması üzerinden inşa edilmişti. Arendt’e göre, Eichmann’ın işlediği suçlar, onun bir canavardan çok düşünmeyen, itaatkâr bir bürokrat oluşundan kaynaklanıyordu. O hâlde kötülük, yalnızca patolojik bireylerin değil, sıradan insanların sistem içi rollerini sorgulamaksızın yerine getirmeleriyle de vücut bulabilir.
Ancak bu açıklama, kötülüğün yapısal boyutunu yeterince tartışmaya açmaz. Kötülüğün yalnızca bireyin vicdanı veya düşünme kapasitesiyle ilgili olmadığını, tersine toplumsal düzenin üretim biçiminden ve egemen ideolojiden beslendiğini görmezden gelir. Burada, kötülüğün bir sistem sorunu olduğuna işaret eden, yapısalcı ve tarihsel maddeci bir perspektif kaçınılmaz hale gelir. Kötülüğün kaynağı, bireysel ahlaki yetersizlikten çok, bireyin kendisini konumlandırmak zorunda kaldığı toplumsal ilişkilerde, yani üretim ilişkilerinde ve egemen söylemlerde aranmalıdır.
Kapitalist toplumda kötülük, çoğunlukla görünmez bir doğallaşma süreciyle işlev görür. İnsanların temel ihtiyaçlarının bile metalaştırıldığı bir düzende, başkasının yoksulluğuna alışmak, yoksunluğu rasyonelleştirmek, eşitsizliği özgürlük olarak yeniden adlandırmak, bireysel kötülükten ziyade sistemin kendisine içkin bir kötülük formudur. İşte bu nedenle kötülük, günümüzde yalnızca bireysel suçlar veya şiddet eylemleriyle sınırlı değildir; daha derin ve daha kurumsal bir nitelik kazanmıştır. Evsizliğe kayıtsız kalmak, açlığı normalleştirmek ya da emeğin sömürüsünü özgür piyasa koşulları olarak meşrulaştırmak, modern kötülüğün sistemsel yüzleridir.
Sosyal psikolojide Stanley Milgram’ın ünlü şok deneyi ve Philip Zimbardo’nun Stanford Hapishane Deneyi, bireylerin otorite karşısında nasıl hızla başkalaşabileceğini ve şiddeti içselleştirebileceğini ortaya koymuştur. Ne var ki bu deneyler, bireylerin bir laboratuvar ortamında nasıl dönüştüğünü gösterse de, asıl sorulması gereken soru şudur: Bu otorite nereden doğmaktadır ve neden bu kadar ikna edicidir? Marksist bir perspektifle bakıldığında, otorite yalnızca üstten bir baskı değil, aynı zamanda ideolojik bir inşa sürecidir. Eğitim, medya, din ve hukuk gibi aygıtlar aracılığıyla bireyler rıza üretir; bu rıza, sistemin sürekliliğini sağlar. Kötülük de tam bu noktada sıradanlaşır: Çünkü herkesin iyi niyetle yaptığı görevler, bir bütün olarak baskı, dışlama ve yıkım üretir.
Öyleyse kötülük, yalnızca kötücül bireylerin niyetiyle değil, kapitalist toplumun işleyiş mantığıyla iç içe geçmiştir. Modern çağın kötülüğü, bireysel sadizmin değil, sistemsel çıkarın ve yapısal adaletsizliğin ürünüdür. Bu durumda etik olan, bireyin kendi vicdanına sığınmasından çok, o vicdanı şekillendiren toplumsal düzenin sorgulanmasıyla mümkündür. Vicdan, bir içsel ses değil, toplumsal koşulların yeniden üretildiği ideolojik bir alan olarak düşünülmelidir.
Bugün yaşadığımız krizler –iklim felaketleri, kitlesel göçler, savaşlar, açlık ve aşırı yoksulluk– çoğu zaman “insan doğası” ya da “talihsizlik” gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılır. Oysa bunlar, belirli bir üretim tarzının ve sınıf ilişkilerinin sonucudur. Kötülüğün doğasına dair gerçek soru şudur: Hangi toplumsal yapı, bu yıkım biçimlerini normalleştiriyor ve hatta gerektiriyor? Bu nedenle kötülüğün eleştirisi, yalnızca bireyin ruhsal derinliğine değil, sınıfsal bağlamına da yönelmelidir.
Kötülükle mücadele, kişisel arınma pratikleriyle değil; kolektif bir etikle, yani sömürüsüz, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzenin inşasıyla mümkündür. Ve belki de bu yüzden, kötülükle mücadele yalnızca ahlaki bir görev değil, siyasal bir zorunluluktur.
- Kötülük Üzerine: Bireyin Gölgesinden Toplumun Yapısına - 5 Ağustos 2025
- Ahmet Özer’den Cezaevinden Siyasi Operasyon Yorumu: “Bahçeli Durumdan Rahatsız” - 22 Temmuz 2025
- “Süreci Sabote Eden Erdoğan’ın Siyasi Yaklaşımıdır” - 21 Temmuz 2025