Neoliberalizmi, siyasi ve toplumsal ilişkiler üzerinde sermayenin tahakkümünü derinleştirmeye ve sistematikleştirmeye yönelik siyasi bir proje olarak tanımlarsak, bu siyasi projenin temel araçlarından olan özelleştirmeler de bu çerçevede hem bu tahakkümün bir uzantısı, hem de bu tahakkümü derinleştirerek yeniden üreten dönemeçler olarak ele alınabilir. Bu makale, bu tür eleştirel bir çözümlemeyi Türkiye’de AKP döneminde blok satış yoluyla gerçekleştirilen PETKİM, Türk Telekom, ERDEMİR ve TÜPRAŞ özelleştirmelerine odaklanarak yapmayı ve bu özelleştirmelerin bazı sonuçlarını devletin dönüşümü bağlamında tartışmaya açmayı amaçlamaktadır. Böylece devletlerin iktisadi ve siyasi politika tercihleri üzerinde şekillendirici sınırlar çizen küresel nitelikli sermaye tahakkümünün 2000’li yılların başında Türkiye’deki yansımaları ve AKP iktidarının sermayenin çizdiği sınırlar karşısında geliştirdiği bazı özgül siyasi uyum stratejileri tespit edilebilecektir.[1]
Türkiye’de 1980’den beri gündemde olan devletin neoliberal dönüşümü ve yeniden yapılandırılması süreci içinde AKP iktidarını öncekilerden ayıran önemli farklılıklardan biri, devlet işletmelerinin özelleştirilmesinde kaydedilen yüksek performanstır. Özelleştirme uygulamalarından, 1986-2002 döneminde ancak 8.053 milyar dolarlık[2] bir satış tutarı elde edilmişken, bu rakam AKP hükümetlerinin işbaşında olduğu 2003-2012 yılları arasında 35.255 milyar dolara ulaşmıştır. Bu son rakamın 15.500 milyar dolarlık kısmı ise, bu makalenin konusu olan dört büyük özelleştirmeden elde edilmiştir.[3]
AKP döneminde kaydedilen özelleştirme gelirlerinin yarıya yakınının sağlandığı bu blok satışlardan Türk Telekom, ERDEMİR ve TÜPRAŞ’ın ihaleleri 2005 yılının ikinci yarısında yapılmış; ilk ihalesi 2003 yılında yapılan PETKİM ise ancak 2007 yılında yapılan üçüncü ihalesinden sonra satılabilmiştir. Bu ihaleler sonunda Türk Telekom hisselerinin yüzde 55’i 6.550 milyar dolara Suudi sermayesi ağırlıklı Oger Telecoms ortaklığına, TÜPRAŞ hisselerinin yüzde 51’i 4.140 milyar dolara Türkiye sermayesi ağırlıklı Koç-Shell ortaklığına, ERDEMİR hisselerinin yüzde 46.12’si 2.770 milyar dolara Ordu Yardımlaşma Kurumu’na (OYAK) ve PETKİM hisselerinin yüzde 51’i 2.04 milyar dolara Azeri sermayesi ağırlıklı Socar ve TurcasInjaz ortaklığına satılmıştır. Kaydedilen satış gelirlerinin “yüksekliği”, bu özelleştirmelerin en olumlu sonuçlarından biri olarak liberal çevreler ve hükümet yetkilileri tarafından sık sık öne çıkartılmaktadır.
Öte yandan, sözkonusu şirketlerin, Türkiye’de kendi sektörlerinde rekabet ve istihdam koşullarını şekillendirme gücüne sahip büyüklükte kritik şirketler olmaları, hakettikleri varsayılan satış fiyatlarını tartışmalı hale getirmektedir. Özelleştirme süreci öncesi Türk Telekom ülkenin tek sabit hatlı telekomünikasyon tekeliyken, TÜPRAŞ yılda toplam 28.1 milyon ton ham petrol işleme kapasitesine sahip dört petrol rafinerisiyle Türkiye’nin en büyük sanayi şirketi; ERDEMİR Türkiye’deki demir cevheri rezervlerinin yüzde 80’ine sahip bir şirketler grubu; tekstil, otomotiv, tarım, elektrik gibi sektörlere elliyi aşkın girdi-mal üreten PETKİM ise ülkenin petrokimya şirketlerinin en önde gelenlerinden biri konumundaydı. Bu özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde, blok satış süreçleri içinde ortaya çıkan “piyasa” değerleri, bu şirketlerin gerek toplumsal, siyasi ve iktisadi açıdan oynadıkları tarihsel rol, gerekse satıldıkları şirketlerin stratejik gelişimine yaptıkları katkı bakımından oldukça orantısız görünmektedir. Bir örnek üzerinden açmak gerekirse, TÜPRAŞ özelleştirmesinde Koç Holding, yıllık kazanç temelinde kendisi kadar büyük bir şirketi sadece 4.140 milyar dolara satın almıştır (Öztürk, 2010: 229). Bu, Koç Holding açısından öylesine önemli bir alımdır ki, holdingin “tüketiciye yakın olma” şeklinde tanımlanan geleneksel piyasa yöneliminde paradigmatik bir değişime gidilmesine neden olmuştur.[4] Bu durumun, Koç Holding gibi büyük bir şirket açısından dahi yağmavari bir ani zenginleşme anlamına geldiği açıktır. Bu tür örnekler, ilkel birikimi sermaye birikiminin ilk aşamasında ortaya çıkan ve tamamlanan tarihsel bir dönem olarak değil, ona içkin ve sürekli bir süreç olarak gören çağdaş Marxist yaklaşımları destekler niteliktedir.[5]
Konuya devlet açısından baktığımızda ise, söz konusu devlet işletmelerinin özelleştirilmesinin, devleti bunlar üzerinden piyasaya yapageldiği çok boyutlu doğrudan müdahale imkanlarından yoksun bıraktığı ve sermayenin devlet üzerindeki tahakkümünü derinleştirici etki yarattığı ileri sürülebilir. Neoliberal yaklaşımların piyasanın siyasete alet edilmesi olarak görüp eleştirdikleri bu müdahale imkanları arasında popülist istihdam politikaları ve küçük ve orta ölçekli sermaye kesiminin bu devlet şirketleri tarafından üretilen ucuz girdiler yoluyla sübvanse edilmesi gibi uygulamalar sayılabilir. Ayrıca, Dag MacLeod’un da belirttiği gibi (2005: 40-41), büyük ve kârlı devlet işletmeleri devlete düzenli gelir ve döviz sağlayarak, devletin finansman ihtiyacını hafifletmekte ve sermaye karşısındaki özerkliğini artırmaktadır. Sonuç olarak, küresel nitelikli sermaye ilişkisinin özellikle para ve hukuk üzerinden çizdiği sınırlar içinde kendisini yeniden üretegelen devletin[6] bu ve benzeri müdahalale imkanlarından ve düzenli finansman kaynaklarından mahrum kalması, bu yeniden üretim sürecini bundan böyle daha da daralmış sınırlar içinde yapmaya zorlanmasına, siyasi ve iktisadi manevra alanlarının kısıtlanmasına, başka bir deyişle devletin sermayenin daha fazla tahakkümü altına girmesine neden olmuştur.
PETKİM, Türk Telekom, ERDEMİR ve TÜPRAŞ’ın iktisadi ve siyasi önemi, bunların özelleştirme süreçlerinin büyük bir kamusal ilgi görmesini beraberinde getirdiyse de, ana akım medyada ve liberal akademik çalışmalarda yapılan tartışmaların sürecin bu boyutlarına dikkat çektiği söylenemez.[7] Aksine, konunun siyasi değil teknik bir mesele olarak tartışılması ve bu teknik çerçeve içinde tespit edilen piyasa değerlerinin kendi içinde makul kabul edilmesi, bu satışlara meşruiyet kazandırır niteliktedir. Bu noktada, bu tür büyük ve kritik devlet şirketlerinin özelleştirilmesi süreçlerinin, özellikle kamusal görünürlükleri nedeniyle, hem sermaye hem de iktidar açısından farklı düzeylerde ideolojik yeniden üretim imkanları yarattığına dikkat çekilmelidir. Bunun en belirgin biçimi, neoliberal piyasacı söylemin verimsiz devlet işletmeleri-etkin özel sektör karşıtlığı etrafında hükümet yetkilileriyle sınırlı olmayan geniş bir kesim tarafından sorgulanmadan yeniden üretilmesidir. Daha örtük biçimini ise, bizzat bu teknikleştirme sürecinde gözlemlemek mümkündür. Zira, özellikle büyük devlet işletmelerinin özelleştirilmesi sırasında, sürecin teknik boyutları olarak kabul edilen satış değerinin belirlenmesi, verimliliğin artırılması ya da pazarlama gibi pratikler ve bunlar üzerine kamuoyunda yapılan tartışmalar, sermayenin yansısında bir “normalliğin” genel normal olarak yeniden üretilmesine önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır.[8]
Büyük ölçekli özelleştirme süreçleri içinde “normalleştirilen” ve verimliliğin artırılması adına hayata geçirilen temel bir pratik, satışı yapılan şirketlerdeki istihdamın özelleştirmeler sonrası önemli ölçüde azaltılmasıdır. Örneğin, blok satışını takip eden iki yıl içinde Türk Telekom’da istihdam 51,737 kişiden 37,035 kişiye düşmüştür (Karataş ve Ercan, 2008: 370-71). Bu durum, özelleştirmeler öncesindeki istihdam düzeylerinin hükümetlerin siyasi müdahaleleriyle zaten şişirilmiş olduğu varsayımına dayandırılarak meşrulaştırılmaktadır. Özelleştirmeler tarihi, bu durumu normal kabul etmeyen emekçilerin kanuni ve pratik mücadeleleriyle doludur. Ancak bu mücadeleler TEKEL işçilerinin devletin ve doğanın zorlayıcı baskılarına karşı verdiği inatçı direniş düzeyine erişmedikçe kolay kolay görünür olamamakta, işten çıkarılan ya da çeşitli kanuni düzenlemelerle başka devlet işletmelerine kaydırılan işçiler, toplam sayıları itibariyle ancak sıradan istatistiki bilgiler haline gelmektedir. Emekçilerin yaşamlarında derin sarsıntılar yaratan işten çıkarma ya da iş değiştirmelerin bu şekilde sıradanlaştırılmasında büyük ölçekli özelleştirme süreçleri sırasında yapılan kamusal tartışmalar da oldukça etkilidir.
Büyük devlet şirketlerinin özelleştirilmesinin kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ve devlet açısından sonuçları, buraya kadar tartışıldığı boyutlarıyla Türkiye’ye özgü olmayıp, başka ülkelerdeki özelleştirme örneklerinde de gözlemlenebilecek genel nitelikli sonuçlardır. Bu makale, bu tür genel nitelikli bir tartışma yapmak yerine, PETKİM, Türk Telekom, ERDEMİR ve TÜPRAŞ özelleştirmelerinin tarihsel gelişimi üzerine kısa hatırlatmalar yapıp, bir yandan yakın dönem Türkiye siyasi-iktisadi tarih yazımına küçük bir katkıda bulunmayı, diğer yandan da kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu ilişkiler içinde devletin kapitalist niteliğinin yeniden üretimi açısından önemli sonuçlar doğuran bu sürecin AKP tarafından nasıl idare edildiğine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla, makalenin devamında önce AKP’nin iktidara geldiği dönemde Türkiye’de özelleştirme gündemini belirleyen hukuki ve yapısal koşullar/kısıtlar özetlenecektir. AKP’nin makalenin konusu olan dört büyük devlet şirketinin özelleştirilmesi süreçlerini nasıl bir neoliberal rüşd ispatlama pratiğine dönüştürdüğünün tartışılacağı ikinci bölümün ardından üçüncü bölümde önce, bu büyük ölçekli özelleştirmeler sırasında başvurulan iktidar pratikleri nedeniyle Türkiye devletinin kazandığı “tüccar” niteliğe dikkat çekilecektir. Üçüncü bölümde ayrıca, özelleştirmelere ilişkin popüler tartışmaların gözdesi olan “satın alan şirketlerin milliyeti” meselesi, AKP’nin bu dört büyük özelleştirme sırasında sergilediği belirgin yabancı sermaye yanlısı tutum vurgulanarak gözden geçirilecektir. Sonuç bölümü, söz konusu özelleştirme süreçlerinin sonuçlarını daha kuramsal bir tartışma etrafında devletin neoliberal dönüşümü açısından değerlendirecektir.
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024