Dipnotlar (4)

Nisan-Mayıs-Haziran 2025’den gündemimin dibine düşenler;

41) Anıların doğasında var; unutmuş olsanız da ya da anımsamak istemeseniz de o kendisini anımsatma konusunda maharetli olabiliyor. Kimi zaman bir esinti ya da müzik tümcesi, bir ses ya da deja-vû haline eşdeğer görüntü bindirmesi; çoğu zaman doğrudan, bu kadar çetrefilli yollara başvurmadan, kişinin haleti ruhiyesinden medet ummadan! Dipnotlarda anılara da yer verilir değil mi, çok uzatmadan, o halde devam; “kitaplığımın tozlu raflarında”… Böyle derler değil mi, üstelik alt raflar çok daha tozlu olabiliyor, 28 sene geçmiş üzerinden, 28 yıl önce yazdığım bir yazı, ay hesabıyla tam 28 yıl… Yazıdan çok onun anımsattıklarıyla ilgiliyim. Otuz yıldan bu yana ikiliçete tarafından yönetilen –biraz daha dayanırlarsa, önlerinde bir engel yok Abdülhamit’in rekorunu egale edecekler- yeninesilkomünistpartinin yayın organlarından biri olmalı; lütfedip “tembellik hakkı” üzerine safiyane yazımı yayınladıktan sonra, yazıyı posta ile yollamıştım, benimle iletişime geçmişlerdi. “Yazım iyiydi güzeldi ama…” “Ama?” “Şimdi böyle işlerle, mevzularla uğraşmanın zamanı değildi.” “Neyin zamanıydı?” Yıl 1997…  Ve benimle “parti” adına iletişime geçen arkadaşa göre “Devrim kapıdaydı…” hatta daha da ötesinde “bugün yarın değilse bile yılı bulmaz, birkaç hafta içinde bilemedin birkaç ay… Devrim olacaktı” ve “yapılması gereken parti programını hatmetmek” ve “siyasi pozisyonumuzu ve tüm enerjimizi bu birkaç ay içinde gerçekleşme olasılığı yüzde yüze yakın olan devrime göre biçimlendirmemiz gerekiyordu…” “Tembellik hakkı çok sonraları…” Ne zaman? “…gündeme gelme olasılığı olan sorunlardan biriydi…” Bu konuşma ve oradaki naçizane yazım hayatım arkadaşın –aynı zamanda meslektaş- Stalinvari bir tavırla, emir “yüksek” yerden, parti programını “okumam için” önüme uzatmasıyla sona erdi. (Bazen anılar çöplük gibi olabiliyor er ya da geç kokan…) Söz ettiği sürenin üzerinden 27 ½ sene geçmesine rağmen devrim olmadı…

41,5) Devrim olmadı… Ancak parti adına söz söyleyebilecek kadar yetkiyle donatılmış, şarkıda söylendiği gibi “adı bende saklı” bu arkadaşın –kuşkusuz Stalinci partilerde elde edilmesi zor bir yetkililik halidir bu-  yaşam çizgisini/öyküsünü gördüğümde sonraki yıllarda bu devrim meselesini belki de benden beter umursamaz olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. 

42) Bol tehditli grev ve ardından gelen lokavt tehditleri de yine yıllar öncesini anımsatıverdi… 1989’da Sosyaldemokrat Halkçı Partinin Ankara’da 12 Eylül faşizminin artığı ANAP’ı yenip seçimi kazanmasının hemen ardından açıksarı sendika ve ona bağlı “devrimci ve sosyalist” işçiler onca yıllık ezilmişliklerini birden anımsayıp –bi cesaret; dokuz yıldır gömülü duran cesaret!- greve çıkmışlardı; grev olduğunu göstergesi: toplanmayan çöpler… İzmir Belediye grevinin bir tekrar duygusu yarattığını söylemek isterim. Sosyal medyanın yalancısıyım bu “yalancılık” halimle kurguladığım soru şudur: açıksarıdevrimcisendikanın grev gücü sadece sol etiketli belediyelere mi yetiyor?

43) Sınıf bilinci; bir radikalist olarak anlamakta zorlandığım bir kavram olduğunu itiraf etmeliyim. Nasıldı tanımlar: üreten, ücretli, emeğini satan, mülksüzlüğe yazgılı bir sınıfta,  “işçi sınıfında” oluşacak ve devrimi önceleyecek bir farkındalık hali… Gene “sosyal medyanın yalancısı” olduğumu tekrarlayarak devam edeyim; İzmir grevi sürecinde işçi liderlerinden biri olduğunu anladığımız ve bıyığından da devrimci sosyalist olduğunu algıladığımız –şu sosyalistler neden “şekil” ile bu kadar ilgililer dersiniz-  bir zat “grevde istedikleri olmazsa bir dahaki seçimlerde oylarını dinci-ırkçı faşist iktidarın adayına vereceklerini” söyledi. İşte bu dedim, tamı tamına “sınıf bilinci” denen şey bu.

44) Uvriyerizm diye bir “şey” vardı değil mi?

45) Bir soru daha; işçi sınıfını “aman bize birileri dışarıdan bilinç getirsin de bizde devrim yapalım” şeklinde bir sorunu var mıdır? Mıdır? Bundan 15 yıl önce yazdığım bir yazıyı, “tekel eylemi/grevi” üzerine bir yazımı tekrar “paylaşmak” isterim: 

“Hiç kuşku yok ki tekil örnek her şeyi açıklamaz denilebilir, ancak her şeyi değilse bile çok şeyi açıklar. En azından bizler için bir takım soruların tartışılmasını zorunlu kılar.  Bundan bir kış önce ülkemizdeki sol örgütlerin –legal, yarı legal, illegal- neredeyse tamamı tekel eylemi nedeniyle devrimin kapıya dayandığını düşünüyor olacak,  grev çadırlarının önünde kışlık saraya yürüyüşün başlamasını kaçırmamak üzere bekliyor, saz heyetleri, çay ocakları ve diğer geleneksel donanımlarıyla –sigara dumanının arkasına saklanmış derin ve uzaklara dalmış imajlı delici devrimci bakışları da bu donanımın olmazsa olmaz mimiği olarak görüyorum- bu şanlı direnişe dışarıdan bilinç, çay ve çorba ve kimseler tarafından okunmama gibi üstün nitelikleri olan dergilerini götürmek üzere bekliyorlardı. Özetle kitleye “dışarıdan” akıl ve bilinç taşıyorlardı!

Bu arada ancak psikiyatrinin yanıtlayacağını düşündüğüm küçük/ayrıntı bir sorunumu da açmak isterim: sosyalistlerin özel ya da öznel bir raconu, jargonu vs. tarzı olmalı mı? 70’li 80’li yılları anımsayanlar, araştıranlar bilir: bir parka,  vücuda değen her şeye sinmiş ağır bir sigara kokusu ve “çok uzakta öyle bir şey olduğunu” gerçekten sandığından mıdır yoksa umduğundan mıdır bilinmez, ancak ben özel geliştirilmiş yakıştırılmış ve yapıştırılmış bir racon olduğunu düşünüyorum- hep arkalara, ötelere bakan buğulu gözler vesaire –yaz bir gelse eylem sezonu sona erse ve o da müstahkem mevkilerdeki yazlığına bir kapağı atsa-…  Bu tipleme sınıf düşmanlarının/sermaye kalemşorlarının sosyalistlere yakıştırdığı bir şey değildi. 90’lı yılların bir legal komünist partisi ise buna alternatif arayışından mıdır bilinmez, tıraşlı ve kravatlı vesikalığı olmadan partiye üye yapmıyordu.  Ben bunları aidiyet duygusunun primitif yansımaları olarak görüyorum ve bir ara not olarak bu türden bir duygunun ancak ve ancak karşı devrimci olabileceğini düşündüğümü belirtmek istiyorum. Üniforma organizmanın –burada şanlı örgüt ya da parti!- bir parçası olmayı kabullenmenin, organizmaya teslimiyetin göstergesidir; aynı zamanda birey olmayı –kişilik olmayı- ve bireyselliği de reddetmenin…

Sol dünyanın tek bir aidiyet olmalı diye düşünürüm: insan… Ve hiç kuşku yok ki sosyalistler, biz küçük burjuvalardan farklı olarak diğerlerinden farklı olarak değil diğerleriyle aynı olarak farklılıklarını ortaya koymalıdır diye düşünürüm. Diğer taraftan bu türden aidiyet oluşturmaların fetiş oluşturmaların sofistike bir mülkiyet biçimi olduğunu da unutulmamalıdır 

Her neyse “tekele” dönelim;  Her küçük burjuva gibi hem (devrim) olacağından, hem de (o) olacaksa da bir şeyleri kaçıracağımdan korktuğum için olsa gerek ben de oralardaydım.  İki buçuk dünya vardı orada; buçuk kısmını benim gibiler oluşturuyordu; itiraf edelim.  Bir tarafta işçi sınıfını fetişe eden ve onun devrimci şahlanışını uman sosyalistlerle diğer tarafta mülkünü koruma güdüsünden başka hiçbir şeyin yollara dökemeyeceği tekel emekçileri. Konuştuklarım arasında çocuklarının özel okul/kolej masraflarını ya da yeni arabasının ya da henüz başlamış yazlık kooperatifinin taksitlerini nasıl ödeyeceğini düşünen ve bunu açıkça dile getiren “emekçileri” görmek ve onların –hepsinin hakkını yemeyelim ama- vizyonunu kaybettiği için haksızlığa uğradığını düşünenlerin “çoğunluk” olduğunu saptamak şaşırtıcı değildi.

Ne yazık ki işçi sınıfına ideoloji tarafından biçilen değer; devrimci değer işçinin devrimci olacağı anlamına gelmiyordu, amiyane tabirle bizim bildiğimiz devrim elbisesi işçilerden oluşan “sınıfa” fazlasıyla bol geliyor(du) ve üstelik bu sınıfın “dışarıdan bilinç götürme”  işine de neredeyse yüz yıldan bu yana karnı tok görünüyordu. Özetle bu bağlamda işçilerde çıplak değilse bile çıplak sayılabilirdi. Ya da tek tek birkaç işçinin “devrimci” olması işçi sınıfının devrimci olacağı anlamına gelmiyordu. 

Soruyu bir küçük burjuva demagog gibi kurgulayalım: Bana doğrudan işçi sınıfı tarafından kapısı aralanan bir devrim söyleyebilir misiniz? O hep öne çıkarılan Paris Komününü anımsayın. Bileşenleri: teslimiyeti içine sindiremeyen ulusal muhafızlar, prekapitalist loncalar, el emekçileri – zanaatçılar-, küçük burjuvalar ve fahişeler… Bu harekete sanayi işçisinin katılmadığını özellikle not edelim.

Kapıyı aralamak kapıyı aralatmak öyle dışarıdan bilinç götürme-göçtürme işiyle olacak bir şey değil.  Tırnak içinde sosyalist devrimler tarihini gözden geçirelim; bundan sonrası için bu gözden geçirme işi bize birkaç hipotez kurma hakkı verebilir gibi geliyor: ne Marx’ın tanımladığı gibi ne de Lenin’in neredeyse tanımlamaktan özenle kaçındığını gördüğüm bir işçi sınıfı yok artık, üstelik epeydir yok. Oldu mu diye sorma noktasına da gelmemiz lazım. Bugünkü üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin küresel kurgulanışı kanımca işçi sınıfının olan, azıcık olan ya da aslında olmayan devrimci niteliğini kesinkes kaybettiğini gösteriyor. Ortodoks Marksist tanımda işçinin “işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan” şeklinde tanımlandığını ve sınıf genellemesinin de bu nitelendirme üzerine inşa edildiğini görüyoruz.   

Eskiden/eskinin zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şey olmayan işçisi yok artık, durum herkes için çok kötü; çünkü o zincirini değilse bile işçiliğini kaybetti artık, zincir önemini, şeklini değiştirerek yitirdi. Olası devrim olası öznesini çoktan yitirdi. İşçi, işgücünden başka satacak bir şeyi olmaması durumunun da bir mülkiyet halini nitelediğini keşfetti. İşçi bizatihi işgücünü mülkiyet unsuruna dönüştürerek işçiliğini yitirdi.

Kuşkusuz bu keşifte/süreçte burjuva ideolojilerinin –üstelik en düşük ve düşkün seviyesinden- ciddi etkisi oldu ve bunu bir zafer/yenilgi ekseninde değerlendirmek gerekir; çünkü bu sosyalistlerin doğrudan bireyle ilişki kurmasındaki zafiyeti de örnekler…

Emekçilik “eskinin” bilmediği ya da yeterince tanımlamadığı, tanımlayamadığı topluluklara kaldı artık.  Ya da özne sanallaştı ve yanıtlanması hep ertelenen ya da daha doğrusu yanıtların bir başkası tarafından verilmesi beklenen sorular kaldı geriye: hangi sınıf için yapılacak devrim, hangi sınıf adına üstlenilecek bu yüce misyon, kim yapacak bu işi… Bir diğeri adına bir iş mi yapılacak?  Peki, biz de dâhil çok kişinin beklediği devrim nasıl olacak; kişisel ve küçük burjuvaca öngörüm olası devrimin kapısının hızla mülksüzleşen sınıf kininden ve hatta kininden başka kaybedecek bir şey olmayan küçük burjuvazinin ve onun yeni sınıf ideolojisiyle açılacağını ve bu açılmadaki başlıca basıncın/zorun mülksüzler-sokaktakiler tarafından oluşturulacağını düşünüyorum. Ve satacağı işgücünün bu sistem içinde artık bir değeri olmadığını bilen –kabullenen değil!- mülksüzler. Ortodoks yazında dile getirilen rezerv ordudan farklı olarak…

Bu öznel tanımlamam da daha en başından sosyalist ideologlarca küçük burjuva zırva olarak suçlanıp mahkûm edilebilecek. Ve denecek ki “zaten tanımladıkların bizim sınıf” olarak nitelendirdiğimizi nicelendiriyor”; ben ise aksini iddia edeceğim. Lafı uzatarak tekrarlayayım devrim –artık devrimin geleneksel sosyalistliği konusunda kuşkum olduğu için sosyalist devrim demiyorum- küçük burjuva kininin/radikal ideolojilerin ve mülksüzlerin eseri olacaktır diyorum. Gelişen teknolojinin gereksiz kıldığı kapitalizmin rezerv ordusunun bu bağlamda yeni devrimin öznelerinden olacağı düşünülebilir.  Günümüzün yeni solunun bu unsurlar tarafından oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki tam bir küçük burjuva zırvalığı diyecek birileriniz…

Açılan devrim kapısından mülkünü koruma derdine düşen ve hasbelkader sendikalı olduğu için “devrimci işçi” sanılan ancak daha önemlisi öyle olacağına dair umut beslenen gericileşmiş yeni işçi sınıfı geçer mi. Kendileri bilir? O an için artık eski olan devrimci sosyalistler geçer mi; soruyu başka bir biçimde soralım: sosyalistler bu sürece ne ölçüde katılacak, katılabilecek…”

46) “Ben sensiz ne yaparım, sensiz nasıl yaşarım…” Yıllar yıllar öncesinde ülke kültür ortamını pespayeleştiren kitsch Yeşilçam melodramlarında sıkça duyduğumuz bir söz böyle, doğrudan olmasa da benzer şekillerde dillendirildi. Nasıl mı? Bir süredir, uzunca bir süreden beri en ucuzundan ilkesizliği en pahalısından pragmatizmi siyasi tarz/üslup sanan Kürt milliyetçilerinin dinci-ırkçı faşistlerle başlayan flörtleşme süreci onlarca yıldan bu yana sırtını bu ekibe dayamış “kimi” sol’ların ağzından dökülen sözcüklerin de melodramlardakinin ötesinde bir anlamı olmadığını görebiliyoruz. Yazık… Bunca yoksulluğun yoksunluğun en derininden açlığının en ağırından sömürünün talanın yaşandığı bir ülkede solun bir türlü olamaması, olmaması? Bu arada adı ve sanı, partisi farklı olmakla birlikte ulusalcı “sol” süreci daha rahat atlatabilecek gibi görünüyor. Ve hiç kuşku yok ki teorisyen abiler ablalar süreci teorik açıdan sorunsuz atlatabilmek ve var olan (!) kitleyi elde tutabilmek için yoğun mesai harcıyorlardır. 

47) Bir diğer söylemde Türkiye solunun sosyalistlerinin Kürtler – Kürt Partilerinin sırtında yük olduğu şeklinde geliştirilmekte. Soruyu tersten de sorabiliriz, yerlerini değiştirerek. Belki de “Kürt milliyetçiliği” Türkiye sosyalistlerinin sırtında bir yüktü?

48) Bir dilemma hali mi? Olabilir, olmayabilirde! Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan. Haydi, bir “teşbih”: Filistin Hamas mıdır, Hamas Filistinli mi? Gazze, Suriye ve ardından İran’daki emperyalist katliam yağma sürecini kimi bakışlara göre meşru kılan 7 Ekim ne kadar masumdur. Bugün geleneksel sol Hamas ile Filistin halkını birbirinden “bağımsızlaştırma” hakkında kimi kez tarihi hiçe sayan bir söylem tutturma gayretinde. Tekrarlamakta sakınca yok; El-Fetih’in emperyalizmin bir taşeronuna dönüştürüldüğü günlerde Hamas Siyonizmin manipülasyon ve kontrol aracı olarak kurulmuştur. Buna rağmen Gazze Filistin halkı neredeyse tümüyle bu dinci otoriter kurguya, yobaz düşkünlüğe biat etmiş ve içselleştirmiştir. Filistin’deki diğer ufacık/küçücük bile olmayan “örgüt” ve yapılanmalara otorite ve toplu biat halini meşru kılmak için yalnızca isim olarak kalmaları kaydıyla onay verilmiştir. Hamas’ın yaptıklarından daha önemlisi yapmadıklarından da ona koşulsuz biat eden Filistin halkı da sorumludur. Ve kuşkusuz yerkürede her halk “demokratik” tercihlerinin ve bu tercihlerinin sorumluluklarının farkında olmayan sonuçlarına katlanmak zorundadır. Ve toplum ya da topluluk dahi olmayı beceremeyen kültürel yapılar halkın güruh ya da tebaa olarak algılanmasının ve üstelik bu algının “halk” tarafından da içselleştirilmesinin yolunu açacaktır.

49) Antropologlar ve tarihçiler insansıların tarihini 200 000 –yaklaşık- sene öncesinden insan tarihini de yaklaşık 40 000 sene öncesinden başlatırlar; bu “dil yeteneğinin” geliştiği tarih olarak da düşünülür ve tartışılır. Bu süre aynı zamanda “tarih olarak” sayısız dilin ve etnisitenin ve kültürün yok olduğunu bize anlatır. Ne kadar direnilirse direnilsin ne yazık ki birçok halk kültür ve dil yeryüzünden silinip, yok olup gitmiştir. Ve gidecektir! Soru: sol ve hümanist düşüncelerin şiddetle karşı durmaya çalıştığı “sosyal darwinizm” rasyonel olmayan bir realite midir? Barışın bu gerçeklikte bir distopya olduğundan söz etmiştim önceki dipnotlarda; tarihin savaşsızlık diye “bir şeyi” tanımadığından da; kütleler, ülkeler ya da sınıflar arası vs. Haklı ya da haksızlığına (!) meşru ya da meşru olmadığına (!) bakılmaksızın her zaman güçlü olanın kazandığı zayıf olanın yenildiği ve kimi zaman yeryüzünden ve hatta tarihten silindiği savaşlar; ve sosyal darwinizm… İlk gençlik yıllarında Marx ve Engels’in konuyla ilgili yazılarından derlenmiş bir kitapla tanıştım Malthus’la. Malthus’un ne dediğini okumadan ona getirilen eleştiriler aracılığıyla oluyordu bu tanışma tıpkı Sefaletin Felsefesini okumadan Felsefenin Sefaletini okumak gibi!  Ne diyordu Malthus nüfus “fazlalığı” yoksulluğun ve açlığın başlıca nedenidir; nüfusun azalması zenginliğin artmasına yol açar ve nüfusun azalmasına neden olan her şey (savaşlar, salgınlar, yoksulluk ve açlık ölümleri vs.) bu bağlamda insanlığı ilerletecek ve hatta onandıracak “şeylerdir”. Malthus, bir başka ismi anımsattı biraz daha eskilerden: Adolphe Quetelet. Sadece anımsatma: Fransız matematikçi istatistikçi… “Ortalama” mantalitesinin sosyal alan uygulamasının öncülerinden, “ortalama insan” güzellemesi üzerinden “uçların” yontulmasının meşruluğunu iddia etmiştir. “Uçta kalan belirli yüzdenin yok olması silinmesi ortalamanın refahının önü açılsın” gibi bir şeyler!

-devam edecek-