AKP Döneminde Türkiye’de Büyük Ölçekli Özelleştirmeler ve Devletin Dönüşümü

1990’lardan 2000’lere Türkiye’de Kriz ve Özelleştirme

Büyük ölçekli devlet işletmelerinin özelleştirilmesi sürecinde AKP döneminde yaşanan olağanüstü hızlanma, tek başına AKP’nin neoliberal bir parti olarak ortaya koyduğu başarılı performansla açıklanamaz. Türkiye’de 1984’ten 1990’ların ortasına kadar bütünlüklü bir özelleştirme kanunu olmadan sürdürülen ve Anayasa Mahkemesi’nin iptalleriyle sürekli sekteye uğrayan bu süreçte ilk önemli dönemeçleri 1994 ve 1997/8 iktisadi krizleri oluşturmuş, bu krizleri izleyen dönemlerde devlete mali kaynak sağlamak amacıyla IMF’yle kurulan stand-by ilişkileri zamanın hükümetlerini özelleştirme sürecinde de somut adımlar atmaya zorlamıştır.[9] Kasım 1994’te DYP-SHP koalisyon hükümeti tarafından 4046 sayılı Özelleştirme Kanunu’nun çıkartılması[10] ve Ağustos 1999’da DSP-ANAP-MHP koalisyonu zamanında Anayasa’nın 47. maddesinin değiştirilerek özelleştirme anlayışının 1982 Anayasası’na dahil edilmesi bu açıdan vurgulanması gereken kritik gelişmelerdir (Ercan ve Öniş, 2001: 122).

Benjamin’in hukukun üstünlüğünün kurulmasından önce bir zor anının gerekli olduğu vurgusundan yola çıkan Werner Bonefeld’in (2006: 243-4) şu tespitleri, özelleştirme sürecinde gözlemlenen bu kriz-kanun nedenselliğinin anlaşılması açısından yeniden düşünülebilir:

[h]ukuk kaosa karşı iş görmez –hukuk düzen gerektirir; … Düzen dayatılmalıdır ki hukuk iktidarını kurabilsin. Düzenin dayatılması toplumsal ilişkilere şekil verilmesini ve bunların hukukun üstünlüğü temelinde düzenlenmesini mümkün kılar. Düzenin dayatılması hukuk gücüne sahiptir. Hukukun üstünlüğü önce hukukun gücünü gerektirir, yani şiddet hukuk-yapıcı ve hukuku-koruyucu bir güçtür.

Bonefeld’in, kapitalist gelişme süreci içinde askeri darbelerin anayasa yapıcı etkisini vurgulamak için geliştirdiği bu sav, toplumsal ilişkilerin sermaye yanlısı bir zeminde yeniden düzenlenmesi açısından kritik şiddet dönemeçleri olarak iş gören iktisadi krizlerin neoliberal kanun yapma süreçlerini hızlandırıcı etkisini açıklamamıza da yardımcı olmaktadır. Özelleştirme süreci açısından düşünüldüğünde, 1990’larda Türkiye’de yaşanan iktisadi krizler 1984’ten itibaren süregelen istikrarsız özelleştirme pratiğinde, hukuki ve kurumsal düzeyde bir kırılma yaşanmasına neden olmuştur.

Ancak, bu gelişmeler 1990’ları, büyük ölçekli özelleştirmeler açısından yine de “kayıp on yıl” olmaktan kurtaramamıştır.[11] Bunun önemli sebeplerinden biri, döneme damgasını vuran hegemonya krizi nedeniyle iktidarın kısa süreli koalisyon hükümetleri arasında sürekli el değiştirmesidir. Büyük devlet şirketlerinin özelleştirilmesi bu dönem devletin temel iktisadi sorunlarından olan mali krize çözüm olarak sık sık gündeme gelse de (Ercan ve Öniş, 2001: 119, 121), bu yöndeki girişimler devlet-içi ya da koalisyonlar-içi çatışmalar nedeniyle çoğunlukla sekteye uğramıştır. Bir kaç örnek vermek gerekirse, 1991 genel seçimleri sonrası iktidara gelen DYP-SHP koalisyonu döneminde ekonomiden sorumlu devlet bakanı Tansu Çiller tarafından başlatılan özelleştirme atağı, Süt Endüstrisi Kurumu özelleştirmesinde koalisyon hükümetinin başbakan yardımcısı olan Murat Karayalçın’ın, Türk Telekom özelleştirmesinde ise dönemin milletvekillerinden Mümtaz Soysal’ın başvurusunu değerlendiren Anayasa Mahkemesi’nin muhalefetleri nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[12]

Ahmet Zaifer (2012: 5-12), özelleştirme sürecinin 1990’ların sonuna kadar ağır aksak ilerlemesini sermaye birikim koşulları ve sermaye-içi çatışmalarla ilişkilendirmektedir. Zaifer’e göre, Türkiye burjuvazisi sermaye birikimini 1980’lerden itibaren emek-yoğun mal üretimi ve ihracatına dayandırmış; devlet işletmeleri tarafından üretilen ucuz ara mallar bu birikim sürecini beslemede işlevsel bir rol oynadığından, özelleştirme politikaları 1990’lara kadar burjuvazinin gündemine girmemiştir. Zaifer, 1990’ların sonlarına doğru dışa dönük sermaye birikim rejiminde ileri aşamalara geçilmesiyle bu durumun değişmeye başladığına ve sermayenin göreli artık değer ile yüksek katma değerli mal üretimi yoluyla uluslararası rekabet gücünü artırma kaygılarının özelleştirmeleri gündeme soktuğuna dikkat çekmektedir.[13] Fuat Ercan da (2002: 28), bu dönemde kamu mallarının sermayeye transferinin özelleştirmeler üzerinden yapıldığını ve sürecin kazananlarının öncelikle AEG, BASF, Koç Holding ve Rumeli Holding gibi şirketler olduğunu vurgulamaktadır. Öte yandan, 1997’de PETLAS’ın MÜSİAD üyesi Kombassan Holding tarafından satın alınması sonrası belirginleşen İstanbul ve Anadolu sermayeleri arasındaki çatışma, sermaye kesiminin bu dönem bir bütün olarak özelleştirme politikalarına destek vermesinin önüne geçmiş (Zaifer, 2012: 12-13), özelleştirme yönünde net bir iradenin ortaya çıkması için bu kez de 2001 krizinin düzen kurucu şiddetinin yaşanması gerekmiştir.

Öte yandan, 2001 krizi öncesinde, o dönem iktidarda olan DSP-ANAPMHP koalisyon hükümeti, derinleşen mali krize çözüm arayışıyla özelleştirme sürecinde iki önemli adım atmıştır. Bunlar, 1994 tarihli Özelleştirme Kanunu’nda değişiklik yapılarak Özelleştirme Fonu’nda biriken nakit fazlasının iç ve dış borç ödemelerinde kullanılmak üzere Hazine’ye devredilmesine izin verilmesi[14] ve ilk büyük ölçekli özelleştirme sayılabilecek Petrol Ofisi (POAŞ) hisselerinin yüzde 51’inin İş Bankası-Doğan Holding ortaklığına blok satışıdır. 2000’li yılların başına geldiğimizde, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikaların devleti karşı karşıya bıraktığı piyasadan borçlanarak finansman sağlama ve piyasacı bir anlayışla kendini yeniden üretme zorunluluğunun, DSP ya da MHP gibi özelleştirmeleri kolayca benimsemesi beklenmeyecek partileri dahi bu yönde politikalara yönelttiği görülmektedir.

Sonuç olarak, 2001 krizinin hemen ardından iktidara gelen AKP’nin özelleştirme sürecinde ortaya koyduğu yüksek performans, AKP’nin siyasi-iktisadi stratejik tercihlerinin yanı sıra devlet politikalarını şekillendiren bu yapısal kısıtlar ve 2001 krizi sonrası IMF’yle imzalanan 18. Stand-by Anlaşması’nın pratik olarak AKP hükümetinin önüne koyduğu bir dizi büyük ölçekli özelleştirme taahhüdü çerçevesinde de değerlendirilmelidir.[15]