AKP Döneminde Türkiye’de Büyük Ölçekli Özelleştirmeler ve Devletin Dönüşümü

Büyük Ölçekli Özelleştirmeler ve AKP’nin “Tüccar” Devleti

Büyük ölçekli devlet şirketlerinin blok satışlarını neoliberal siyasi rüşdünü kanıtlama pratiğine dönüştüren AKP’nin bu süreci idare ederken başvurduğu strateji ve söylemlerin, Türkiye’de devletin neoliberal dönüşümü bağlamında da önemli sonuçları olmuştur. Bu bölüm, sürecin bu açıdan dikkat çekici olan iki boyutunu tartışmaya açacaktır. Bunlardan birincisi, blok satış öncesi bizzat Erdoğan ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan eliyle yürütülen pazarlama faaliyetleri sonucunda devletin kazandığı “tüccar” niteliktir. İkincisi ise, blok satış ihalelerinde avantaj elde etmeye çalışan Türkiye menşeli sermaye gruplarının yabancı-yerli sermaye karşıtlığı üzerinden geliştirdikleri “yurtseverlik” söylemine karşı AKP’nin sergilediği açık “yabancı” sermaye yanlısı tutumdur.

PETKİM’in Uzan Grubu’nda kalan ilk ihalesinin iptal edileceğinin sinyalleri ortaya çıkar çıkmaz, Erdoğan’ın ÖYK’nin bu yöndeki kararını resmen açıklamasını dahi beklemeden PETKİM’i yeniden pazarlamaya çalıştığına daha önce dikkat çekilmişti. Bu bilgi, Erdoğan’ın Haziran 2003’te Malezya’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında Malezyalı işadamlarına yaptığı şu davete dayanmaktadır: “Yabancı yatırımcılara açık olacak özelleştirme kapsamında öncelikli şirketler arasında Türk Telekom, TÜPRAŞ ve PETKİM’i sayabilirim. … İlgilenir misiniz?”[39] Bu davet, PETKİM sürecinin AKP tarafından nasıl idare edildiğini göstermenin dışında, devletin bu süreçte kazandığı “mallarını pazarlamaya çalışan tüccar” niteliğini ortaya koyması açısından da önemlidir. PETKİM ihalesinin resmen iptal edilmesinden sonra pazarlama faaliyetini bizzat sürdüren Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın şu açıklaması da ayrıca kayda değerdir: “Biz Özelleştirme İdaresi olarak, elimizdeki değerleri mümkün olduğunca en yüksek değerlere satmak istiyoruz. Onun için aktif bir pazarlama faaliyetini sürdürüyor ve müşterinin ayağına gidiyoruz.” Unakıtan aynı konuşmada ayrıca, dünyada petrokimya alanında iş yapan şirketlerle irtibat kurduklarını ve PETKİM’in ikinci ihalesine yurtdışından ilgi olacağını umduklarını da açıklamıştır.[40] AKP’nin bu çabaları PETKİM’in ikinci ihalesini de bir başarısızlık öyküsü olmaktan kurtaramamış olsa da,[41] devleti mallarını iyi fiyata satmaya çalışan tüccarla aynı refleksleri taşıyan bir kurum olarak yeniden üreterek, devletin neoliberal dönüşümüne önemli bir katkıda bulunmuştur. Satılan “malların” önceki hükümetler ve nesillerden devralınmış olmasının devlete kazandırdığı “mirasyedi” niteliğin de ayrıca altını çizmek gerekir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak Unakıtan, ERDEMİR’in blok satışı sırasında Rusya, İngiltere, Almanya ve Körfez ülkelerini kapsayan uzun bir pazarlama turu atmış, buna ek olarak ÖİB, ERDEMİR ihalesine katılmaları için, demir ve çelik üreticisi 39 çokuluslu şirkete davet mektupları göndermiştir.[42]

Türkiye’de AKP hükümetleri tarafından benimsenen ve hevesle yeniden üretilen bu “tüccar” devlet anlayışının, sadece AKP’ye özgü olduğu söylenemez. Avrupa’daki finans krizi sonrası iflasın eşiğine gelen Yunanistan’da da hükümetin büyük ve kârlı devlet şirketlerini, özellikle yabancı yatırımcılara pazarlamaya çalışması, devletleri bu tür yönelimlere zorlayan ortak küresel dinamiklerin varlığına işaret etmektedir.[43] Bu çerçevede, bu tüccar devlet pratiği AKP’ye özgü bir icat olmaktan çok, neoliberal dönüşüm süreci içinde sermayenin devlet üzerinde artan tahakkümünün bir ifadesidir. AKP’nin bu süreçteki asıl başarısı, devletin sermayeye tabiyetini güçlendirerek yeniden üreten bu tür özelleştirme uygulamalarının yine bizzat devlet tarafından hayata geçiriliyor olmasının yarattığı çelişkileri iyi idare edebilmesidir.

Burada küçük bir kuramsal uyarıya ihtiyaç duyulmaktadır. Zira, kullanılan “tüccar” devlet ifadesi, devletin temel kapitalist niteliğinde gözlemlenen bir değişikliğin ifadesi olarak değil, sermayenin devlet üzerinde derinleşen tahakkümünün hükümetin siyasi söyleminde yarattığı değişikliğe dikkat çekmek üzere kullanılmaktadır. Bu söylem, Türkiye’de devletin somut düzeyde sermaye ya da tüccar/ işadamı ile ilişkisinin zaman içinde geçirdiği evrime işaret etmesi açısından önemlidir. Zira, Özal’ın işadamlarını alarak yurtdışı gezilere çıkmasının Türkiye devlet pratiğinde devrim olarak nitelendirildiği günlerden, tüccarlık refleksinin bizzat devletin temsilcileri tarafından içselleştirildiği bir devlet pratiğine geçişi ifade etmektedir.

Büyük ölçekli devlet şirketlerinin blok satışları sürecinde AKP tarafından oldukça tutarlı bir biçimde sergilenen bir başka tutum da, yerli-yabancı sermaye karşıtlığı üzerinden bu özelleştirmelerin “yabancı” şirketlere satılmasına itiraz eden kesimlere karşı açıkça “yabancı” sermayenin tercih edilmesidir.

PETKİM, Türk Telekom, TÜPRAŞ ve ERDEMİR özelleştirmeleri arasında, satın alan şirketin “milliyeti” tartışmasının en fazla yapıldığı blok satış ERDEMİR’inki olmuştur. TÜPRAŞ ihalesi öncesi ihaleye teklif veren Koç Grubu da bu tür bir söylemle pozisyon kazanmaya çalışıp, Koç’un ihaleye Rus şirketlerinin Türkiye’de petrol sektöründe tekel olmasını engellemek amacıyla girdiğini açıklasa da,[44] bu tür bir tartışma TÜPRAŞ ihalesi sırasında fazla öne çıkmamıştır. ERDEMİR’in blok satışı sırasında ise, çok farklı kanallardan bu temelde yoğun bir tartışma sürdürülmüştür. Hükümetin ERDEMİR’i özellikle yabancı şirketlere satma yönünde gösterdiği çabaya en sert tepkilerden biri, ERDEMİR Grubu yöneticilerinden gelmiş, bu durumu protesto etmek için ERDEMİR ve İSDEMİR genel müdürleri birlikte istifa etmişlerdir.[45] Ana muhalefet partisi CHP, 650 milyon dolarlık yıllık kârla dünyanın sekizinci büyük çelik üreticisi olan ERDEMİR’in yabancılara satışının büyük bir hata olacağını, zira olası bir yabancı alıcının ERDEMİR’de üretim kapasitesini düşüreceğini, bunun da ERDEMİR’in demir ve çeliğiyle iş yapan Türk sanayileri için yıkım anlamına geleceğini açıklamıştır.[46] Benzer bir görüşü savunan Türk Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek, Japonya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerin demir ve çelik sanayilerinin kontrolünü ellerinde tuttuklarına, ERDEMİR’in yabancılara satılmasının Türkiye’nin geleceğinin ve büyümesinin yabancıların insafına bırakılması anlamına geleceğine dikkat çekmiştir.[47] Sendikanın temel kaygılarından biri, ERDEMİR’in talipleri arasında ismi geçen Mittal çelik şirketinin yeni satın aldığı şirketlerde ilk olarak istihdamı azaltmasıyla ünlenmiş olmasıdır.[48]

Bu tür kaygılar karşısında Erdoğan açıkça, özelleştirmelerde yıllardır yerli alıcıların devleti sömürdüğünü, dolayısıyla ERDEMİR’de yabancı şirketlerin ihaleyi almasını tercih ettikleri söylemiştir. Öİ Başkanı Metin Kilci de benzer bir biçimde, ERDEMİR’de tarihi bir fırsat yakalandığını ve şirketin yabancı şirketler tarafından satın alınmasından memnuniyet duyacaklarını açıklamıştır.[49] Hükümetin bu açık “yabancı” tercihi karşısında, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği öncülüğünde, “küresel oyuncu olmak” ve “Türkleri amele olmaktan kurtarmak” amacıyla bir “ulusal takım” kurulmuştur.[50] İhaleye ayrıca katılan OYAK Genel Müdürü ise, şirketin ERDEMİR’i almasının Türk halkı için güvence olduğunu, eğer bu tür şirketler mutlaka satılacaksa, bunları yurtseverlerin alması gerektiğini açıklamıştır.[51] Tüm bu tartışmaların ardından ERDEMİR ihalesini kazanan OYAK’ın, daha sonra ERDEMİR hisselerinin devredildiği Ataer şirketinin yüzde 41 hissesini çokuluslu Arcelor şirketine satmaya niyetlenmesinin kamuoyunda büyük bir şok yarattığını tahmin etmek zor olmasa gerek. OYAK sonunda bu satıştan vazgeçtiğini açıklamış olsa da, bizzat bu girişimin kendisi “sermayenin milliyeti” meselesinin zayıf ve pragmatik temellerini açığa çıkarmak açısından önemlidir.[52]

Satın alan şirketin milliyeti konusunun tartışıldığı bir diğer büyük ihale, PETKİM’in üçüncü blok satış ihalesidir. PETKİM’in yüzde 51 hissesi için 5 Temmuz 2007’de yapılan bu ihaleye en yüksek teklifi Rus-Kazak ortaklığıyla kurulan TransCentralAsia Petrochemical şirketi vermiştir. 2.05 milyar dolar olan satış bedelinin, ilk ihalede Uzanlar tarafından önerilen rakamın altı katı olması dikkat çekicidir.[53] İhale sonrası TransCentralAsia şirketinin şüpheli kimliği ve mali gücünün yanısıra Ermeni lobisi ve Kıbrıs Rum kesimi ile ilişkileri üzerine yapılan tartışmalar sonrası[54] ÖİB, özel bir neden açıklamadan PETKİM ihalesinde kazananın, 2.04 milyar dolar ile ikinci en yüksek fiyatı veren Azeri-Türk ortaklığı SOCAR-Turcas-Injaz şirketi olduğunu açıklamıştır.[55] PETKİM ihalesinde yapılan bu açık siyasi tercihin nedenleri üzerine net bir yorum yapmak zor olmakla birlikte, ÖİB’nin bu kararla ilgili açıklama yapma ihtiyacı dahi duymamasını, artık ABD’de patlak veren finansal krizle meşgul olan IMF’nin Türkiye’deki özelleştirme sürecine olan ilgisinin kaçınılmaz olarak azalmasına bağlamak da mümkündür.

AKP’nin bu süreçte ortaya koyduğu açık “yabancı” sermaye yanlısı tutumun nedenlerinin tam olarak bilinmesi mümkün görünmemekle birlikte akla gelen bir kaç olasılık tartışmaya açılabilir. Teknik açıdan bakıldığında, yurtdışı menşeli bir şirkete yapılan satış işleminin makroekonomik göstergeler açısından net bir pozitif sermaye girişi anlamına gelmesi, öte yandan Türkiye menşeli bir şirket sözkonusu olduğunda aynı etkinin ortaya çıkmaması AKP’yi “yabancı” tercihine yönelten sebeplerden biri olabilir. Bir diğeri, yüksek sesle dile getirilen bu “yabancı” tercihinin Türkiye’de siyasi iradenin sermaye-dostu olduğunun bir kanıtı olarak kullanılmasıdır. Bu her iki olası neden de, 2000’lerin ortasında piyasadan borçlanarak bütçesini çevirme zorunluluğuyla karşı karşıya olan Türkiye devletinin ülkeye yabancı sermaye girişine ne kadar bağımlı olduğunu göstermektedir. Bir başka olasılık, kamuoyuna yabancı-yerli sermaye polemiği olarak yansıyan bu tartışmanın arka planında, AKP ile Türkiye menşeli sermaye grupları arasında süregiden bir siyasi çekişmenin olduğudur. POAŞ sonrası Doğan Holding’le yaşanan gerilimin ardından, OYAK’ın ERDEMİR’i ya da Koç’un Tüpraş’ı satın alması sırasında sürecin hükümet tarafından tamamen profesyonelce yürütülmemiş olması, hükümetle bu gruplar arasında siyasi nitelikli gayrı resmi müzakereler yapılmış ve karşılıklı sözler verilmiş olması akla gelen olasılıklardandır.

Sonuç olarak, bu büyük özelleştirmeler sırasında satın alacak şirketlerin “milliyeti” üzerine yapılan tartışmalar, devlet-sermaye ilişkisine yerli-yabancı sermaye ayrımı üzerinden bakma yönündeki yerleşik popüler algının köklü bir biçimde gözden geçirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Günümüzde özellikle büyük sermaye grupları açısından yabancı şirketlerle ortaklıklar kurarak uluslararasılaşmak küresel kapitalist rekabetin kaçınılmaz bir sonucudur. Ayrıca, emek sömürüsü, çeşitli muhasebe hesaplarıyla mümkün olduğunca vergiden kaçınma, çevreye duyarlılık gibi toplumsal açıdan önemli konularda “yerli” şirketlerin “yabancı” olanlardan daha sorumlu davrandığını kanıtlamak da mümkün değildir. Bu nedenle, özelleştirmeler sırasında gündeme gelen bu tartışmanın, bir yandan özelleştirmelerde Türkiye menşeli şirketler lehine bir rekabet avantaji sağlanması, diğer yandan da Türkiye siyasetinin etkili aktörleri olan büyük sermaye gruplarının siyasi kontrolü açısından sonuçları olduğu ileri sürülebilir.