Sonuç
2 Şubat 2013 tarihli bir konuşmasında, kısa süre önce yapılan ve 5.7 milyar dolarla en yüksek teklifi Koç-Ülker-UEM Group (Malezya) ortaklığının verdiği köprü ve otoyol ihalesinin iptal edilebileceğinin sinyallerini veren Erdoğan aşağıdaki açıklamayı yapıyordu.
… otoyollar, köprüler meselesini tekrar masaya yatıracağız. Daha yüksek beklentimiz var. O beklentiyi karşılamıyor. Çünkü biz buradan zaten ciddi para kazanıyoruz. Ciddi para kazanırken, buradan birilerinin çok daha fazla kazanmasının önünü değil, milletimin kazanmasını ve ülkemin kazanmasını temin etmek durumundayım.’[56]
Bu açıklama, Erdoğan’ın bu makalede daha önce alıntılanan 11 Mayıs 2005 tarihli özelleştirme açıklaması ile karşılaştırıldığında, hükümetin özelleştirme politikalarında önemli bir tutum değişikliğine işaret etmektedir. Erdoğan artık özelleştirmeyi kendi başına ideolojik ve siyasi bir hükümet tercihi olarak değil, ancak net bir kâr karşılığında kabul edilebilecek bir politika olarak görmektedir. Bu değişiklik, bir taraftan makalede de vurgulanan “tüccar” devlet refleksinin yeni vurgularla yeniden üretilmesine bağlanabilir. Bu yeni söylemde, “tüccarın” tercihlerinin tek belirleyicisi olan kâr kaygısı, devlet olmanın gereği kabul edilen “millete hizmet” söylemiyle yoğrulmuş görülmektedir. Öte yandan, bu değişiklik 2005’ten bu yana geçen yedi yıl içinde hükümetin neoliberal rüşdünü tamamen kanıtlamış olmasının verdiği özgüvenle de ilişkilendirilebilir. Zira, AKP bu süre içinde sadece büyük ölçekli özelleştirmelerde yüksek performans göstermemiş, tüm dünyayı sarsan 2008 dünya kapitalist krizinin toplumsal sonuçlarını neoliberal gündemden sapmadan, başarıyla idare edebilmiştir. Bu nedenle, Erdoğan artık kendisini uluslararası finans kurumlarıyla eşit konumda gören ve siyasi tercihlerini serbestçe ortaya koyan yetkin bir neoliberal partinin lideri olarak konuşmaktadır. Nitekim aynı gün yaptığı bir başka açıklamada, Erdoğan IMF-Türkiye ilişkileri üzerine şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Artık ülkemiz alan el değil, veren el durumuna geldi.
Çünkü biz kendimize inandık, özgüvenle hareket ettik ve işte bu seviyeye ulaştık.”[57]
Peki gelinen bu nokta, Türkiye’de devletin neoliberal dönüşümü açısından ne anlama gelmektedir? Erdoğan’ın, devletin artık “dış” müdahalelerden bağımsız, kendi başına karar verebilecek duruma geldiğine ilişkin açıklamalarıyla, makalede dile getirilen özelleştirmeler sonucunda sermayenin devlet üzerindeki tahakkümünün derinleştiği savı birbiriyle çelişmemekte midir? Öncelikle burada sorgulanan iki konunun –yani, IMF gibi küresel sermayenin sözcüsü kabul edilen uluslararası bir kuruluşun devlet üzerindeki etkileri ile genel olarak sermayenin devlet üzerinde artan tahakkümünün- ayrı çözümleme düzeylerinde ele alınması gereken sorunlar olduğu vurgulanmalıdır. Simon Clarke’a referansla açıklayacak olursak, devlet hem içeriği, hem de daha soyut bir düzeyi ifade eden biçimi itibariyle sınıf mücadelesinin alanlarından biridir. Devlet-IMF ilişkilerinde sağlandığı iddia edilen devletin özerkliği konusunu Clarke (1991: 187, 197-198), devletin kapitalizm içinde aldığı yabancılaşmış yüzeysel bir biçim olarak tanımlamaktadır. Öte yandan, sermayenin devlet üzerindeki tahakkümünü tartışabilmek için bu yüzeysel yabancılaşmış biçimin ötesine geçip, devletin para ve hukuk üzerinden sermaye ilişkisine bağlandığı daha soyut ve genel bir düzeyde sorgulama yapmak gerekir. Zira, devletin küresel nitelikli para ve hukuk ilişkisi ile disiplin altına alınması, somut düzeyde sermaye, sermaye grupları ya da temsilcileri ile kurduğu doğrudan ve “dışsal” nitelikli ilişkiden farklı olarak, devletin küresel nitelikli sermaye birikiminin çelişkili biçiminin çizdiği sınırlar içine hapsedilmesi anlamına gelir (Clarke, 2001: 79). Konumuz açısından düşündüğümüzde, 2000’lerde gerçekleştirilen kârlı ve büyük ölçekli devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, devlet açısından düzenli bir gelir ve döviz imkanından vazgeçmek anlamına gelmiştir. IMF ve diğer uluslararası finans kuruluşlarının müdahalelerinin yanısıra finansal serbestleşme ve borçlanmanın o dönem itibariyle geldiği aşamanın bu tercihte etkili olduğu açıktır. Hükümetin o dönemde büyük bir hevesle sahiplenerek yeniden ürettiği özelleştirme yanlısı tutum, biraz da bu aşamadığı yapısal kısıtlar ve pratik baskılar karşısında en azından bir takım siyasi avantajlar sağlama çabası olarak da görülebilir.
Erdoğan’ın kârlı devlet işletmelerinin özelleştirmesi konusunda son dönemlerde sergilediği temkinli tutum ise, bir yandan AKP’nin 2008 küresel krizinin siyasi etkilerini idare etmek konusunda gösterdiği “başarı” sayesinde uluslararası finans kuruluşlarının doğrudan müdahalelerine artık kısmen de olsa karşı çıkabilmesi, diğer yandan özellikle köprü ve otoyollar gibi devlet işletmelerinden gelen sürekli, yüksek ve kolay gelirlerden vazgeçmek istememesi ile ilişkilidir. Başka bir ifadeyle, özelleştirme konusundaki bu temkinlilik ve isteksizlik, IMF’den bağımsızlaşmak olarak ifade edilen başarının aslında bir görüntüden ibaret olduğunun ipuçlarını vermektedir. Zira, 2000’ler boyunca PETKİM, Türk Telekom, ERDEMİR ve TÜPRAŞ özelleştirmelerini de içeren kapsamlı neoliberal politikaların hayata geçirilmesi nedeniyle bütçesini daha da artan oranda piyasadan borçlanarak döndürmek zorunda olan Türkiye devleti üzerinde “paranın” –dolayısıyla sermayenin- disiplin gücü artmış durumdadır. Bu disiplin, artık IMF gibi dışsal ve çok eleştirilen bir aktör tarafından değil de, “piyasa” tarafından dayatıldığı ölçüde AKP’ye belki siyaseten daha meşru bir ideolojik pozisyon kazandırmıştır. Ancak, yine de bu, kapitalist üretim ilişkilerinin çizdiği sınırlar içinde kendisini yeniden üretme zorunluluğu ile karşı karşıya olan devletin piyasa karşısındaki bağımlılığının özelleştirmeler öncesi döneme göre artmış olduğunu unutturmamalıdır. Bu nedenle, IMF’den özerkleşme görüntüsü altında öne çıkartılan “başarı”, sermayenin devlet üzerindeki tahakkümünün “paranın” disiplini üzerinden daha da derinleşerek yeniden üretilmesinden başka bir şey ifade etmemektedir.
Bu durum, kapitalist üretim ilişkileri içinde, toplumun maddi yeniden üretimini sağlamanın koşulları ile toplumsal yeniden üretimini sağlamanın koşullarının uzlaşabilir olmadığının bir göstergesidir (Clarke, 1991: 197). Devletler, sermaye birikim koşullarına içkin olan çelişkileri bütçe kısıtı olarak deneyimleyip, bu tür sorunlarını kapitalist üretim ilişkilerinin konjonktürel olarak para ve hukuk üzerinden çizdiği sınırlar içinde aşmaya çalıştıkça, sermayenin daha fazla tahakkümü altına girmekte ve farklı toplumsal talep ve kaygılara giderek daha sermaye yanlısı yanıtlar vermek durumunda kalmaktadırlar. Devletin sınıf mücadelesinin bir alanı olduğu düşünüldüğünde, bu durum emeğin 1980’lerden bu yana sermaye karşısında yaşadığı tarihsel yenilgi ile doğrudan ilişkilidir ve ancak emeğin kollektif öz-örgütlenmesiyle değiştirilebilir.
Merih Angin: Uluslararası ve Gelişme Çalışmaları Lisansüstü Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü, Cenevre, İsviçre. E-posta: merih.angin@graduateinstitute.ch.
Pinar Bedirhanoglu: ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü. E-posta: efl ani@metu.edu.tr
Kaynak: Praksis 30-31 | Sayfa: 75-95
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024