Mustafa Kemal’e Atatürk Demek: Mustafa, Kemal ve Atatürk (I)

Biliriz ki, Atatürk ikidir. Biri etten kemikten Atatürk, bir beşikle bir mezar arasına atılmış ömür köprüsünden geçecek ve doğduğu gibi ölecektir. Öteki Atatürk ise, ölümle mezarla hiç bir alakası yoktur. O, ebedidir.

Hakkı Süha Gezgin, Kurun, 11 Kasım 1938

“Ve” bağlacı, bu yazının ana fikrini ifade edebilecek en uygun kelimelerden biri. Dilbilgisi kitapları “ve”nin, insanların ad ve soyadları arasına konulmasını doğru bulmaz; elbette çalışmanın başlığında da yanlış kullanıldı. Ancak ilk bakışta göze çarpan bu gramer yanlışıdır ki, “ve”yi, bu yazının ana fikrini ifade etmek için elverişli bir araç haline getirmektedir.

Mustafa Kemal ve Atatürk kelimelerini, siyasî tarihimize yön vermiş bir insanın ad(ları) ve soyadı şeklinde kullandığımız sürece “ve” bağlacının kullanımı ile ilgili bu gramer hatasından kurtulmak da imkânsız gibi görünüyor. Bu açıdan, hem yukarıda dile getirilen hatayı bertaraf hem de yazının temel fikrini ifade edebilmek için Mustafa Kemal adı ile Atatürk soyadını birbirinden ayırmakta fayda var. Bu yazı boyunca “Mustafa Kemal”, yaşadığı dönemi derinden etkilemiş bir insan, bir tarihsel figür ve bir politik özne olarak değerlendirilirken; atatürk, aynı kişinin soyadı değil, bir siyasal kavram (bir mukaddes, totem, bir ulu-önder, bir ata, baba-Türk) olarak ele alınacaktır. Hemen ilave etmek gerekiyor ki,  aynı atatürk kavramının, yine Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden bu yana (1950’lerde Atatürk büstlerine, putlara saldıran Kemal Pilavoğlu’ndan, Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım’ındaki homoseksüellik iddialarına, yakın zamanlarda annesi ile ilgili olarak dillendirilen dedikodulara, İngiliz ajanı olduğu, tek gözünün takma olduğu söylentilerinden, politik hırslarına, içki ve sigara alışkanlığına, gönül ilişkilerine, evliliğine… dair birçok anlatıyla beslenen) bir politik nefret terimi olarak kullanılmakta olduğunu da unutmayalım. Bu yazıda İslâmcı kesimin Atatürk’ün özel hayatını eleştirerek örmeye çalıştığı, kutsal olmayan, meşum ve menfur Atatürk dilini bir kenara -belki başka bir yazıya- bırakmak istiyorum. Biz, Muharrem İnce’nin Canan Kaftancıoğlu’nun söyleminde de şekillenen “mukaddes atatürk” kurgusuna dönmeye çalışalım.

Mukaddes atatürk kurgusu, resmî tarihin atatürkünü bina ederken, resmî tarihin Mustafa Kemal’den bahsettiğini iddia eder; Atatürk’ü, tarihte yaşamış bir insanın soyadı olarak kullanır; örneklerini Mustafa Kemal’den hareketle vermeye çalışır. Ancak unutmamak gerekiyor ki, mukaddes, ölümsüz, ulu önder bir atatürk kurgusu Atatürk’ün Mustafa Kemal’den koparılarak bir kavram olarak ele alınmasını da bir önkoşul olarak gerektirmektedir. Daha tehlikelisi, bir atatürk tesis edilirken, bu realite özenle gizlenir; Atatürk’ün Mustafa Kemal’den koparılışı dikkatle örtülür çünkü bu örtülebildiği ölçüde atatürk, tarihsel bağlamı olan bir kavram karakteri kazanabilecek; bu örtülebildiği ölçüde atatürkün, kurgulanmış bir siyasî imge/kavram olduğu gizlenerek kurgulanan atatürk imgesinin bir tarihsel gerçeğe (Atatürk, Mustafa Kemal) dayandığı kanaati uyandırılabilecektir.

Toparlamak gerekirse, resmî ideoloji atatürkü, Atatürk’ten hareketle kurgularken; Atatürk’ü, atatürke tarihsel veçhe kazandırmak için kullanmaktadır. Bu yazının denemeye çalıştığıysa, ilk başta, bu gizem perdesini ortadan kaldırabilmek için gerekli temel kavramları tartışabilmektir.

Bir tarihsel özne, bir kişi olarak Mustafa Kemal’in -Atatürk’ün- bir politik kavram olarak atatürkten kopartılarak tartışılması gerektiğini biraz önce de vurgulamaya çalışmıştım. Bu çerçevede, Atatürk’ü Mustafa Kemal’den kopartanların aslında Cumhuriyet tarihi boyunca mukaddes atatürkün inşasına emek verenler olduğunu unutmamak gerekiyor –ki onları sadece Kemalistler, Atatürkçüler olarak tarif etmek de doğru değildir. Mukaddes atatürk kavramının tarihsel taşeronları, mezkûr çevreleri kapsayan, ama onları aşan bir elit grubu ifade eder. Yeri gelmişken, Türkiye siyasetinin en netameli jargonlarından biri olan eliti, bu cümlede (Vilfredo Pareto, Robert Michels, Gaetano Mosca ve James Meisel gibi elit teorisyenlerini, hatta Saint Simon’u da anarak) daha sınırlı bir anlamda, siyaset bilimindeki anlamında kullanmaya gayret etmek gerektiğini de hatırlatalım.

Bu elitlerin elinde atatürkün kurgulanması sürecinin başarısı, bir yandan onun Mustafa Kemal’den koparılmasına, diğer yandan da bu kopuşun üzerinin örtülmesine bağlıydı. Çünkü Mustafa Kemal’den apayrı bir Atatürk inşa edilirken, kurgulanan bu kavramın özneyle (Mustafa Kemal) bağı yeniden üretilemezse, üretilen kavramın tarihsel bir bağlamı olmayacak, atatürk kavramının realitesi hepten tartışmalı hale gelebilecekti. O yüzden, bir yandan kavram (atatürk) özneden (Atatürk, Mustafa Kemal) koparılarak ihtiyaca göre istenildiği gibi şekil verilebilecek bir müdahale alanı yaratılmalı; diğer yandan da kavram ve özne yeniden kaynaştırılarak kavrama tarihsel bir içerik kazandırılmalıydı; öyle de oldu.

Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, “Mustafa Kemal” adlı politik aktörün, öznenin siyasî tarihimize etkisi -tıpkı tüm diğer politik özneler gibi- sadece yaşadığı döneme indirgenemez; dünü aşarak bugüne ulaşır. Atatürk olarak kodlanan politik kavram ise bir mukaddes, bir totem halinde resmî ideolojiye eklemlenerek bir tabuya dönüşmeye başlar; katılaşıp yüzeyselleşir; tarihdışılaşır ve hem dünden hem de bugünden kopar. Bir mukaddes olarak atatürk imgesi -kavramı- bu totemleştirme süreçlerinden beslenerek kurgulanır.

“Ve” işte tam burada imdada yetişerek “Mustafa Kemal” ve “Atatürk”ü birbirinden koparır: Artık atatürk kavramına uğramadan Mustafa Kemal öznesini tarihsel bağlamı içinde tartışacak bir analitik zemin elde etmiş oluruz. Böylece aynı zamanda; membasını Mustafa Kemal’den almasına, bu tarihsel özneden beslenerek kurgulanan bir kavram olmasına karşın, “Mustafa Kemal”i örten, gizleyen “atatürk” ile bağlarımızı kopartabilecek bir menfez de açmış oluruz. Atatürk’ü bir soyaddan öte bir kavram, bir ata -mukaddes- Türk olarak kullanmamıza imkân veren de bu menfezdir. Tıpkı Murat Belge’nin Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek başlıklı kitabında yer alan “Devlet Zihniyeti” makalesinde ifade ettiği gibi, “Atatürk kültünün bütününden onu [Mustafa Kemal’i] sorumlu tutmak doğru olmaz”.

Nihayet, “Mustafa Kemal”in bir kişi, atatürkün bir kavram olarak kullanıldığı bu yeni tartışma zemininde, çalışmanın başlığında yer alan “ve”nin, artık doğru bir şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz. Mustafa Kemal’den “ve” ile ayrılan atatürk, artık onu bir mukaddes olarak düşünmeye ya da bir menfur, bir öteki, politik şeytan veya bir deccal olarak tahayyül etmeye çalışanlara terk edilebilir. Tarihteki Mustafa Kemal’i konuşmaya başlamak için kategorik noktanın burası olduğunu iddia edebiliriz.

Bu yazı bir tarihsel özne olarak Mustafa Kemal ile ilgili herhangi bir analizde bulunma iddiasında değildir. Sadece, Atatürk’ü Mustafa Kemal’den kopartan, ama bu kopuşu örterek kurguladığı atatürke bir (yeni bir) tarihsel gerçeklik atfetmeye çalışan resmî ideolojinin temel kavramları üzerinde düşünmeye çalışmaktadır.

Totem, Ulu, Önder, Mukaddes Ata Türk

Atatürk oldu. Öldü, bedenî varlığından ayrılmakla Türk’ün ruhu oldu. Kemal Atatürk bu toprağın her zerresinde, bu memleket insanlarının hepsinin kanında yaşıyor. Teneffüs ettiğimiz hava O’dur, yediğimiz ekmek O’dur, üzerine bastığımız toprak O’dur, gözümüzün görebildiğinden öte gönlümüzün sezebildiği ufuk O’dur, hakikatimiz O’dur.

Nurullah Ataç, Resimli Hafta, 19 Kasım 1938

Mukaddes; takdis edilmiş, mübarek, kutsal, temiz anlamında. Kelimenin, temizlik, paklık, arılık, kutsallık, mübareklik anlamlarına gelen kuds kökünden türediği ifade edilir. Cennet anlamındaki hazîret-ül kuds ya da bâğ-i kuds ifadelerini de mukaddesin bu saf, temiz, kutsal anlamları çevresinde okumak gerekiyor. Kamus-i Türki’de ise Şemsettin Sami, benzer şekilde, mukaddesin kudsten türediğini belirttikten sonra kavramın takdis edilmiş, pak, mübarek gibi anlamları da olduğunu sıralar. Tıpkı yine aynı kökten (kuds) türeyen takdis kelimesinde olduğu gibi: Takdis de mukaddesleştirme, kutsallaştırma, kutsal bilme, kutsal tutma; Allah’a şükretme; ululama, büyük saygı gösterme anlamlarına sahiptir. Şemsettin Sami Kamus-u Fransevî’de sözcüğün Fransızca karşılığının kutsal (sacré) kutsanmış (sanctifié) olduğunu yazar. Redhouse’s Turkish Dictionary’de ise mukaddesin İngilizce karşılığı olarak, Fransızcadakine benzer şekilde, kutsal (sacred) yer almaktadır.

Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü’nde İsmet Zeki Eyüboğlu, kutsal’ın, eski Türkçedeki kut kelimesinden türediğini; kut’u ihtiva eden anlamında, dirilik, yücelik, ululuk, tanrısal güç, erk, mutluluk ve yazgı anlamlarına geldiğini belirtir. Eyüboğlu, eski Türklerde kut sözcüğünün üç farklı gücü, üç ayrı niteliği ifade ettiğinin de altını çizer: Tanrı kutsaldır, yönetici kutsaldır; son olarak da kimi doğal varlıklar kutsal sayılırlar. Eyüboğlu’nun altını çizdiği bu ayrımlar mukaddes atatürk kavramı ile ilgili aşağıda Durkheim’ın yardımıyla da tartışacağımız nüansları vurgularken de dikkate alınmalıdır.

Eyüboğlu’nun yukarıda özetlenen nüansları kısmen bir yana, mukaddese ilişkin yukarıda özetlenen tüm tanımlamaların dinî bir tınısı olduğu aşikâr. Oysa Durkheim, mukaddes ile ilgili farklı bir noktaya da dikkatimizi çeker. Elementary Forms of Religious Life başlıklı çalışmasında yazar, dinin dünyayı mukaddes (sacred) ve cismanî (profane) olarak iki temel parçaya böldüğünü söyler; ancak mukaddesi, ilahî (divine) olan ile eşanlamlı olarak kullanmaz. Aksine, bu iki kavramı birbiriyle karıştırmamak gerektiğinin de altını çizer. Mukaddes olan, sadece tanrı (-dan gelen, ilahî) değil, aynı zamanda ağaçlar, kayalar, bir bez parçası, ya da herhangi cismanî bir şey de olabilir. Durkheim’in ilahi ve mukaddes arasında yaptığı bu ayrımının, Eyüboğlu’nun kut sözcüğü ile ilgili olarak eski Türklerde var olduğunu belirttiği üçlü ayrımı (tanrı-yönetici-doğal varlıklar) hatırlattığını da tekrar not edelim.

Bir şeyin yasaklamaya konu olması, Durkheim’e göre, cismanî olarak tanımlanabilecek bir şeyi, diğerlerinden ayırarak onu mukaddes haline getirebilir; ona göre, mukaddes (olan) sosyal bir kökene sahiptir; kişiyi kendi benliği üzerinde yükselten toplum, kutsal nesne duygusunun da doğmasına zemin hazırlar; toplumun üyeleri iştiyak ve arzularını totemin özü olan manaya yayarlar.

Konumuz dinî yaşamın temel formları ya da Avustralya yerlileri değilse de Durkheim’in kullandığı anlamda mukaddes’in, eski Türkçede kut kelimesinin üç ayrımı da dikkate alınarak, Ata Türk kavramının içini doldurabilmek açısından oldukça elverişli bir kavram olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu işlevsellik, özellikle, ilahî olandan farklı bir şekilde tanımlanan bir mukaddesle, bu mukaddes dolayımıyla kurulan totem arasındaki hattın ve totemin işlevine yerleştirilen Onarıcı Liderliğin inşası açısından da geçerlidir.

Mukaddes ve mananın özü olarak totem arasındaki ilişkiyi, Durkheim şöyle ifade eder:

Freud’un Totem ve Tabu ve Frazer’in Totemism and Exogamy’daki kral/hükümdar tabusu ile ilgili düşünceleri de, Durkheim’in din ve topluma dair görüşlerini ve hükümdarın (kişiselleşmiş gücün) manasına verdiği rolü çağrıştırır. Anılan eserinde Freud, toplumların şefleri, kralları ve rahipleri karşısındaki tavırlarının birbirine karşıt olmaktan çok birbirini tamamlayan iki temel ilke tarafından belirlendiğini ifade etmektedir: Bunlar, hükümdarı korumak ve ondan korunmak ilkeleridir. Alexander Roy’un da The Religion of the Primitives’de belirttiği gibi, grup üyeleri hükümdar ile sıradan insanlarla kurdukları türden bir ilişki kurmak istemezler. Hükümdarla ilişki kurmak zorunda kaldıkları durumlarda ise ya belirli ritüel ve seremoniler aracılığıyla ya da belirli bir jargon yardımıyla hükümdarın manasından kendilerini korumaya çalışırlar. Bunun, hükümdarlar gibi son derece tehlikeli bir kimseyi, başkalarından -sıradan insanlardan- ayırmak, hükümdarı sıradanlar için erişilmez kılan duvarlarla çevirmek ihtiyacından kaynaklandığı kuşkusuzdur.

Hükümdar tabusunun bir ayağı, hükümdar ve onun manasından korunmaksa, öteki ayağı da hükümdarı korumaktır. Hükümdar -totem- korunmalıdır; çünkü sadece onun sahip olduğu mana sayesinde toplum birliği korunur; sosyal hayat onun sayesinde düzenlenir. Hükümdarın korunması, bir anlamda, hükümdar tabusunun tabuluğunun garanti altına alınmasının da yoludur. Tabunun yıkılması, aynı zamanda, toplum birliğinin yıkılmasına da yol açacaktır. Bu, hükümdara, aynı zamanda, toplum için yaşama ödevi de yükler. Hükümdar, manasını kullanarak koruma, kollama, düzenleme görevlerini yerine getirmezse siyasal yapıdan kovulur; birlik, başka bir hükümdarın manası etrafında tesis edilir.

Mana demişken, Arapça, kastedilen şey, anlam şeklindeki ma’nâdan değil de güç özü, ruh gücü (power of soul), ruhsal gıda anlamındaki; hatta bir nevi İslâm inancında, Hz. Musa’nın kavmine gönderildiğine inanılan kudret helvası anlamındaki manadan; Felicien Challeye’nin, Dinler Tarihi’nde bir Melanezya terimi olduğunu belirttiği bir kavram olarak manadan bahsedildiğini de not etmek gerekiyor.

Challeye’nin, tabu ve totem ile birlikte totemist düşüncenin ana unsurlarından biri olduğunu belirttiği mana, yazara göre, “Hem maddi, hem manevi ve ruhani olan, her yere yayılmış bulunan, kutsal imlerle, kutsal yaratıklarda ve nesnelerde, tüm yaratıklarda ve tüm nesnelerde görünen kişilik dışı bir gücü” ifade etmektedir. Konu Ata Türk olduğunda, bunun onun Onarıcı Liderlik işleviyle yakından ilgili olduğunu da aklımızda tutmamız gerekiyor. Challeye’nin aktardıklarına göre, bu düşünceyi Melanezya’daki araştırmaları sırasında incelemiş bulunan İngiliz misyoneri Robert Henry Codrington, 1891’de yayımlanan The Melanesians: Studies in Their Anthropology and Folk-Lore Contains isimli kitabında mana terimini şöyle tanımlamaktadır: “Bu maddedışı türden ve bir anlamda da doğaüstü bir güç, bir etkidir; fakat kendini bedensel güç ya da insanın sahip olduğu her türlü kudret ve üstünlük sayesinde açığa vurur. Mana belirli bir nesne üzerinde sabit değildir; her çeşit nesne üzerine getirilebilir.”

Tabu, toteme ilişkin yasakları ve totem etrafında örülen toplumsal bir sistemi ifade etmektedir. Tabu, bir totemle alakalı olarak ortaya çıkmak zorunda değildir. Ama totemizm kendi içinde bir tabulaştırmayı barındırır. Ayrıca, totemin sahip olduğu mana, gerçekte onun kendinde var olan değil, dışarıdan ona yüklenen bir özelliğidir; tıpkı Ata Türk’lüğün Mustafa Kemal’e dışarıdan yüklenmesi gibi.

Totemi tabu ile birlikte ele almamızı kolaylaştıran da totemin bu özelliğidir. Totemin sistemi bir arada tutan, onu koruyan kollayan, ona yol gösteren gücünün sürekli kılınması ve kuşaklardan kuşaklara aktarılması da tabular ile gerçekleştirilir. Freud, Totem ve Tabu başlıklı kitabında totemi, toplumun bütünüyle özel bir ilişki içindeki kutsal simge olarak tanımlamaktadır. Wundt, Milletler Ruhiyatı Esasları: İnsanlığın Psikolojik bir Tekâmül Tarihinin Esasları’nda ise totemin, içinde yer aldığı grubun atası; onun koruyucu ruhu olduğunun altını çizer. Totem gruba kehanetlerini bildirir, evlatlarını tanır ve koruma altına alır; topluluğun soyadıdır ve tüm bu nedenlerle totem o toplumun, bir seremonik tapınma öğesi haline gelir.

Burridge The Structural Study of Myth and Totemism kitabında yer alan “Levi-Strauss and Myth” başlıklı makalesinde de vurguladığı gibi, totemizm “… basit dil çerçevesini aşar; göstergeler arasında bağdaşım ve bağdaşmazlık kuralları koymakla yetinmez; aynı zamanda bir aktör kurarak kimi davranışları buyurur, kimi davranışları yasaklar”. Darwin’de ise totem, bütün dişileri kendine saklayan ve oğulları büyüdükçe onları klandan kovan baba figürüyle ilişkilendirilir.

Darwin’in tartıştığı şekliyle baba, kadınlarıyla beraber olmalarına izin vermediği oğulları tarafından iktidardan uzaklaştırılmış ve öldürülmüştür. Babalarını öldüren oğullar, babalarının yerine ikame ettikleri -simgeleştirdikleri- totemin öldürülmesini, ona saygısızlık edilmesini ve klan içi cinsel ilişkiyi yasaklayarak kendi yaptıkları bu işi lanetlemiş; böylesi bir suçun tekrar işlenmesini önlemişlerdir. Böylece, totemizmin ilk temel tabusu da doğmuş olur. Nitekim tabunun, toteme ilişkin yasak ve sınırlamalar şeklinde tanımlanması da buradan kaynaklanmaktadır. Tabu, bir yönüyle, bir suça; o suçun tabulaştırılarak toplum içinde tekrar işlenmesinin önüne geçilmesine dayanmaktadır: tıpkı, tecavüzün suç olmasının, tecavüz suç olmadığında toplumun diğer bireylerinin mütecavizle aynı suçu işleme eğiliminde olmalarıyla yakından ilgili olması örneğinde olduğu gibi.

Darwin’in yukarıda özetlenen tartışmaları bizi yeniden, kutsal/mukaddes ile ilgili tartışmalara götürür. Yukarıdaki örnekte de olduğu gibi tabu sadece, suça, tehlikeliye ve/ya kaçınılması gerekene indirgenerek ele alınamaz; kutsallık da tabunun önemli bileşenlerinden biridir. İster kaçınılması gereken ve tehlikeli, isterse kutsal olarak tanımlansın; tabu, nihayetinde bir yasağa ve bu yasağın etrafında örülmüş davranış ve ritüelleri ima eden bir kurallar silsilesine referans verir. Tabu yasakları hiçbir somut nedene dayanmazlar, onun koyduğu yasakların somut, belirgin ve tanımlı işlevleri de yoktur. Bu haliyle tabularımız, ahlâki ve dinî yasaklardan ayrılırlar; tıpkı Kant’ın kategorik imperatifleri gibi duyularımızla algıladığımız dünyadan edindiğimiz şeylerin ötesinden kaynaklanırlar.

Kant’a göre doğal bir varlık olarak insan heteronomdur; kendi dışındaki nedenler tarafından belirlenmiştir. İnsan, ancak kendi koyduğu bir yasa altında, yani irade sahibi bir kişi olarak faaliyette bulunduğunda özgür olabilir. Eylemlerimizi, özgür irademizle kendi kendimize koyduğumuz bir imperatife dayamayı deneriz. Ancak bu imperatif -temel buyruk- bu koşullardan bağımsız, yani koşulsuz, kategorik bir geçerliliğe tekabül eder. Özetle yasa, koşulsuz bir buyruk, kategorik bir imperatiftir. Bu yasayı kategorik kılan, onun hiçbir doğal nedene dayanmaması; onu buyurucu, imperatif kılan ise, eylemi yönlendiren bir yasa (ama özgürce kendimize koyduğumuz bir yasa) olmamasıdır. Bu yasa, her tür belirlenimden sıyrılmış salt formel bir yasa olmak zorundadır. Tabularımız da tıpkı Kant’ın imperatifleri gibi doğal bir nedenden türemez; eylemlerimizden, fenomenler dünyasından yola çıkarak tanımlanamazlar. Bir başka deyişle tabuların nedensiz yasaklara dayanması, onların gerçekten hiçbir nedene sahip olmamalarından değil, tıpkı imperatifler gibi, nedenlerini doğadan, duyumlardan almamalarından kaynaklanmaktadır. Tabular, tam da bu nedenle, toplumların kendi kendilerine boyun eğdikleri kısıtlamalar, sınırlamalar şeklinde ortaya çıkarlar. Toplumlar bu sınırlama ve yasaklara onların nedenlerini hiç tartışmadan uyarlar ve zaten bu sınırlamaların nedenlerinden de habersizdirler. Rox, “Totem and Taboo Reconsidered” başlıklı makalesinde, bu özellikleriyle tabu yasaklarının bir yandan bireylerin yapma eğilimde oldukları davranışları kapsadığını, diğer yandan ise o davranışı yapmaktan kaçınma dürtüsünün, onu gerçekleştirme eğiliminden çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıktığını belirtir. Yazara göre, yasağın neden konduğunun akla uygun bir açıklaması yoktur. Ancak onu çiğnemek için de bir toplumsal ceza ve feragati göze almak gerekir.

Mustafa Kemal’i (Atatürk) Ata Türk’ten ayırabilmek için kullanılan bazı kavramlara dair örneklerin ilkel toplumlardan ya da tarih öncesinden veriliyor olması, kavramların kendi dönemleriyle sınırlı bir açıklama kapasitesine sahip oldukları düşüncesini akla getirmemelidir. Nitekim Freud’dan Durkheim’e ve Darwin’e konuyla ilgilenen tüm yazarların, bu kavramları sadece ilkel toplumlar için değil, bugünün toplumlarını açıklayabilecek bir kavramsal dizge olarak ele aldıklarını da belirtmek gerekiyor. Örneğin Freud, Totem ve Tabu’sunda totem(izm)in, modern toplumlarda ilkel toplumlarda var olduğu şekliyle yer almadığını; fakat dinî ya da toplumsal kurumlar içinde şekil değiştirmiş, bu kurumlar içinde erimiş halde bulunduğunu söyler. Aynı şey tabular için de geçerlidir.

Sonraki Bölümü Oku >>>

Bu yazı ilk kez Birikim Güncel’de yayınlanmıştır…


Bu iki bölümlük yazıyı büyük ölçüde “Mustafa, Kemal ve Atatürk: Ata Türk İmgesi Üzerine Bir Deneme” (Cumhuriyet Dönemi Türk Siyasal Hayatı, Bibliyotek Yayınları, Ankara, 2018) adlı makalemden yola çıkarak hazırladım.

Mete Kaan KAYNAR