Bundan önceki yazılara “Göbekli Tepe İzlenimleri” adını koyup, yazının birinde “günümüzden Göbekli Tepeye bakıp söyleyebileceğimiz pek bir şey yok, o halde Göbekli Tepeden günümüze bakmaya çalışsak nasıl olur?” sorusuyla bitirmiştik. Dolayısıyla mevzu artık Göbekli Tepeye bakıp gördüklerimiz değil, Göbekli Tepeden bakarken gördüklerimiz haline dönüşmüştür. Hal böyle olunca, bir twitten daha kalabalık bir metni okuyacak vaktimiz yokken, pehlivan tefrikasına dönme riski taşıyan bu yazıya başka bir başlık koymak daha uygun olurdu belki de.
Ama mademki kimsenin bir Hristiyan dayatması olan ve İsa’nın doğumu ile başlatılan Miladi takvimden vazgeçip, insan soyunun yeryüzünde belirdiği günden bugüne kadar dünya üstünde meydana gelmiş, (antroposentrik medeniyetimizi yok edecek nükleer bir savaş veya benzeri bir felaket hariç), bundan sonra da eşsiz ve benzersiz olay olarak kalacak gibi görünen Göbekli Tepeyi milat olarak almaya niyeti yoktur, benim de yazının başlığını değiştirmeye niyetim yok.
(Aslında Göbekli Tepeyi başlangıç noktası alıp, bir de Hıristiyanlara inat Latince ‘Anno Domini’ yerine ‘Anno Gobekli Tepe’ dedik mi bayağı fiyakalı olur. Bu cümleyi kurduğum tarih de artık AD 2019 değil, AGT 12019 olur, pek de sahici pek de mantıklı olur. Denebilir ki Göbekli Tepe tam olarak 12019 yıl önce inşa edilmedi ki. Bu haklı itiraza verilecek cevap bellidir; İsa da tam olarak 2019 yıl önce doğmadı ki.)
Peki ama Göbekli Tepede yaşanmış olan ve orda inşa edilen mabetlerin, yontulan dikilitaşların, dikilitaşlara işlenen hayvan kabartmaları ve işaretlerin, kireçtaşından oyulan heykellerin tam olarak ne olduklarını ve niçin olduklarını bilmediğimiz halde, yaşandığından emin olduğumuz o eşsiz ve benzersiz olay nedir?
Göbekli Tepe derken kuşkusuz sadece belli bir coğrafi noktadan değil, Kortik Tepe, Kota Berçem, Newala Çori ve henüz keşfedilmeden Hasankeyf’le birlikte Dicle’nin suları altına gömülecek benzeri yerlerin ifade ettiği bir dönüşüm çağından bahsediyoruz. (Geçmişimizle birlikte geleceğimizi de baraj sularının altına gömecek olan bu büyük felaketi engelleyecek ne gücümüz ne de Rab’ının uyarısını duyup bizi bu felaketten kurtaracak bir Utnapiştim’imiz, bir Nuh’umuz var).
“Acaba bu dönem insanları değişimi hissetmiş ve başlangıcı hiç de o kadar sevinçle karşılamamışlar mıydı?” diyen soran Klaus Schmidt, “Göbekli Tepe avcıları en azından aydınlık bir geleceğe doğru basamaklardan çıkmamakta, tam tersine, uçurumun dibinde, kendi büyük zamanlarının sonunda durmaktalar.” demektedir.
Göbekli Tepenin temsil ettiği şeyin geçmişe karşı bir zafer olmadığını, çünkü Göbekli Tepe’nin hem ustaları, hem işçileri ve hem de şamanları olan avcı-toplayıcılar oraya gelinceye kadar ne yenilginin ne de zaferin ne anlama geldiğini bilmediklerini tahmin etmek zor değil. Onlar, doğadaki besin döngüsünün neresinde durduklarının pekâlâ farkındaydı. Kendilerine yem yaptıkları canlıları da kendilerinin yem olduğu canlıları da biliyorlardı ve henüz birbirlerini yiyecek kadar medenileşmemişlerdi.
Bana inanmıyorsanız, Urfa Müzesinde kendine ayrılmış salonda tören kıyafetleri içinde bizi ayakta karşılayacak olan ve en az on bin yaşında olduğunu söyleyen şaman hazretlerine sorabiliriz. Böylece egemen siyasi, ideolojik, dini, milli, medeni ve tarihi yalanların bombardımanı altında çoktandır başka bir şey duyamaz hale gelmiş kulaklarımıza, belki de yazılı tarih öncesi çağların ilk peygamberlerinden biri olan ‘Urfa Adamı’nın fısıldayacağı hakikatler ilaç gibi gelir. Evet, hakikatler çünkü kabul etmeliyiz ki o zamanların insanları, bugünün sözüm ona medeni insanları kadar kendileriyle hakikat arasına yalanlar ve sahtekarlıklar ile örülmüş kalın, karanlık duvarlar örmemişti henüz.
‘Vahdet ve Mündemiç Nizam’ olarak çevrilebilecek ‘Wholeness and The Implicate Order’ gibi kitapların yazarı fizikçi David Bohm’a insan soyu bu yanlış yola ne zaman saptı diye sorulduğunda, istila, talan, sömürme ve köleleştirmenin güç ve itibar demek olduğunu fark ettiği zaman diye cevap verir.
Batı aydınlanması ve modernizmiyle arasının pek de iyi olmadığı söylenen Jean-Jacques Rousseau da mülkiyet kavramını henüz bilmeyen doğal yaşam dönemindeki doğal insanın toprağa yerleştikten sonra “burası benim” deyip, belki de ilk defa kendi cinsine ve doğanın kendisine başkaldırdığını düşünür. Ona göre, mülkiyet ilişkisiyle birlikte ilk defa insan kaynaklı bir eşitsizliğin kapıları açılmış oldu. Böylece güçlü ve zengin olanların talancılığına ve hilekârlığına, güçsüz ve yoksul kalanların yalancılığı ve haydutluğu eşlik etti.
İşte Göbekli Tepeden sonra olan şey, toprağa yerleşmeyle birlikte atalarımızın mukadderat ve fıtratına dönüşen bu hile, yalan, talan haline külli geçişidir. Belki de Göbekli Tepeyi gezerken bu hislerle “burası atalarımızın düştükleri kötü yolun başladığı yerdir” dedim. Hadi, atalarımız alınmasın diye, buna yanlış yola sapmak diyelim.
Kötülüğün yüceliği üzerine inşa edilen Göbekli Tepe sonrası bu nizam, istila, savaş, sömürü, şiddet ve köleleştirme ile mümkün olabilirdi. Kurumsallaştırılmış ahlak normlarıyla, duvar ve çitlerle, bekçi köpekleri ve füzelerle korumaya alınan bu sürdürülemez medeniyet, 12 bin yıl gibi olağanüstü kısa bir sürenin sonunda, daha fazla özgürlük, daha fazla barış ile değil, daha fazla şiddet, daha fazla savaş, daha fazla sömürü ile ayakta kalabilir hale geldi.
Galiba çok karamsar bir yazı oldu derken, modern çağın bir devlet yöneticisinin “İmkânımız var, parayı basar alırız. Özgürlük ve bağımsızlığımızı satın alıyoruz. S-400 bizim özgürlüğümüz ve bağımsızlığımızdır” dediğini okuyunca korkacak bir şey yokmuş diyorum kendi kendime.
Konuyla ilgili diğer bölümler: 1 – 2 – 3 – 4 – 5 – 6 – 7 – 8 – 9
- Lütfen Beni Hatalı Olduğuma İkna Edin - 8 Şubat 2023
- Sen o’sun! - 5 Şubat 2023
- Din ile Bilim Arasında Çatışma Var mı? - 31 Ocak 2023