Sırt çantamı alıp baharla birlikte gezmeye Göbeklitepe-Harran’dan başlamaya karar kılıp Göbeklitepeye doğru yola çıktım. Hiç de fena bir gece geçirmediğim Kurtalan Ekspresinde, Mezopotamya’nın en kuzey ucundaki Ergani’de uyanıyorum. Oysa, tren Hazar Gölü kıyısına ulaştığında uyanmayı ummuştum. Hazar Gölünü dönüşe bırakıp Ergani düzlüğünde Kotê Berçem (Kürtçede Nehir boyundaki yükselti demek, Türkçede Çayönü) höyüğünü arıyorum. Bir gün de burayı ziyaret etmeliyim. Göbeklitepe kültünün ilk yerleşimleri olan başka yerler de var bu civarda; Batman çayının Dicle ile buluştuğu noktadaki Tepê Kortik (Kürtçede Çukur Tepe) yerleşimi, şimdi artık Batman barajı sularına gömülmüş olan Çemê Hallan ve başka niceleri. Tren Amed’den Batmana doğru Dicle vadisinde süzülürken çıkıp yemekli vagona yöneliyorum. Buraları baraj suları altında kalacak diye, yemyeşil alüvyonlu düzlükleri gösteriyor biri. Şimdi sulara gömülecek olan bu verimli topraklarda avcılığı bırakıp toprak işlemeye başlayan Göbeklitepenin çiftçileri canlanıyor gözlerimin önünde. 12 bin yıldır işlenen bu topraklar, 12 bin yıl önce buralara yerleşenlerin ilk yerleşim izleriyle birlikte bir daha asla gün yüzüne çıkmayacak şekilde barajın dip çamurlarına gömülüp gidecek. Atatürk Barajının sularına gömülen Newala Çori’deki (Çor Vadisi, Çor Kürt dilinde bir tür meyve sebze hastalığını ifade ediyormuş) görkemli mabedi de artık Reha(Urfa)’daki müzede görebileceğim. (Bugünkü görkemli katedrallere, mabetlere, anıtsal yapılara bakarken, bunların toplayıcı ve katil avcı atalarımızın Newala Çori’de ve Göbeklitepede ortaya koydukları görkemin bize intikal eden birer dinsel ve kültürel devamı olduğunu unutmamalı).
Göbeklitepeden başlamamın nedenleri var tabi. Öncelikle, insanın insanlık macerasında kendini konumlandırması ve bu konumlandırmanın anlam kazanması bir referans noktası gerektirir. Göbeklitepe böyle bir nokta. “Bereketli Hilal”in yukarı uc noktası Göbeklitepe, geleneksel tarih anlatısını tersyüz etmiş görünen, bilinen bir çok ilkin yaşandığı bir yer aynı zamanda; İlk buğday Karacadağ’dan alınıp bu ovada ekilip, biçildi, ilk mabetler burada inşa edildi, avcılık ve toplayıcılığı terk edip efendisi olduğunu düşündüğümüz av hayvanlarının, keçi ve koyunun hizmetçisi ve bakıcısı olmayı ilk olarak burada kabul etmişiz anlaşılan. İlk günahın işlendiği, düştüğümüz kötü yolun ilk adımının atıldığı yer olmalı burası.
Dilimin ucunda, Göbeklitepeyi hiç görmeyen Ahmet Arif’in Göbeklitepeyi konuşturan “Beşikler vermişim Nuh’a/Salıncaklar, hamaklar/Havva ana’n dünkü çocuk sayılır.” dizeleri, Göbeklitepedeki mabetlere doğru yürüyorum. Buradaki dikilitaşlardan, kireçtaşlarına işlenmiş kabartma figürlerden bahsetmeye gerek yok sanırım. Zira, bu konularda ulaşılabilecek sayısız görsel, sayısız yorum ve yaklaşım elimizin altında duruyor.
İnsan soyunun, Homo Sapiens’in ilk mabetlerinden, ilk kutsal ibadet, ilk tavaf, ilk hac yerlerinden, günahların affının istendiği, iyilik ve bereketin dilendiği, dertlere çare arandığı, mucizeler beklendiği ilk ilahi mekanlardan biri, belki de ilkidir Göbeklitepe. Yontulmuş kireçtaşından bloklara işlenmiş kabartmalara bakıyorum. Bu kabartmaların anlattığı şeyler, anlam dünyası hakkında elimizde fazla bir şey yok. Ama gerçekten öyle mi acaba?
Zorlu bir kışın arkada bırakılıp, karların terk ettiği düzlüklerin ve dağ yamaçlarının yeşile boyandığı çocukluk yıllarımdan birindeydi. Akşam köyün diğer sığırlarıyla birlikte dönüp gelmesi gereken Gevez ortalarda yoktu. Çoban da bulamamış ve bizimkilere haber vermişti. Gevez, annemin biricik ineğine verdiği isimdi. (Renkler konusunda cahil biri olarak gevezin Kürtçede kırmızının bir tonu olduğunu biliyorum). Tüm şiddetiyle yağan yağmurun altında, karanlık iyice bastırmadan arazinin ulaşılabilir her yerinde Gevez aranacaktı. Dağlara doğru Gevez seferberliği başlamadan önce elime bir çakı tutuşturuldu. Hacı Abdülhadi’ye gidecek, Gevez’in kayıp olduğunu ve herkesin onu aramaya çıktığını söyleyecek, bulununcaya kadar ona zarar vermemeleri için kurtların ağzını bağlamasını isteyecektim. Abdülhadi deyip geçmemeli. Köyde hiç kimsenin, ama hiç kimsenin Kürtçe, Türkçe, Arapça, Farsça, herhangi bir dilden okur yazar olmadığı zamanda Arapça okur yazar biriydi. Bu ona, köyün bilge kişisi, şifacısı, danışmanı sıfatını kazandırmış, o da bu görevlerini itiraz etmeden yerine getiriyordu. Hacı Abdülhadi elimden çakıyı aldı, çakının ağzını açıp, birşeyler mırıldandı ve çakıyı bana geri verirken, sakın ağzını açma diye sıkıca tembihledi. Ağzının açılmasının Gevez’in sonu olacağını düşünerek avucumda sıkıca kavradığım çakıyla, biri Gevez’e, biri de bize ait iki göz toprak dam eve dönüp beklemeye başladım.
Elimden kazara düşürüp ağzının açılmasına sebep olursam Gevez’in hayatına mal olacak çakıyı sıkıca kavrayıp buraya, Göbeklitepeye mi gelseydim acaba? Hacı Abdülhadi yerine, Göbeklitepenin şamanlarından yardım istemek daha iyi olurdu. Çünkü Göbeklitepenin şamanı aynı zamanda bir avcı olarak, yırtıcılarla nasıl baş edileceğini, nasıl uzaklaştırılacaklarını, güçlü ve zayıf yanlarını bizim Abdülhadi’den daha iyi bildiğinden hiç kuşkum yok. Kaldı ki doğrudan benimle ilgili bir iki kararından dolayı Hacı Abdülhadi’nin bilgeliğinden ve büyücülük gücünden şüphelerim vardı zaten…
Diyeceğim o ki, maddi hayatın yansımaları olan dinler ve her türden insan duygulanımları evrime tabi değildir. Maddi hayatın kendisinde şartlara göre evrilmeler, değişim ve dönüşümler olsa da, duygu ve inanç dünyasında evrim yoktur. Duygunun, dinin ve inançların araçları, ritüelleri, ifade biçimleri değişir elbet. Ama o araçları kullanan öz hep aynıdır. 12 bin yıl önce Göbeklitepede nasıl duygulanıyor ve nasıl inanıyorduysak bugün de öyle. Korkularımızı, kaygılarımızı, beklenti ve açmazlarımızı nefret ve sevgilerimizi tetikleyen şeyler farklı olsa bile, korku nefret ve sevgilerimiz hala Göbeklitepedeki ilk günkü gibi.
Yine de oniki bin yıl öncesinden bize bakan Göbeklitepe, ziyaretçilerini heyecanlandırıyor besbelli. Kimbilir, belki de günümüze ve geleceğimize bakıp, tüketim, talan ve yıkımdan başka bizi heyecanlandıracak pek öyle dişe dokunur bir şey bulamayınca, geriye geçmişimize bakıp bizi şaşırtacak, heyecanlandıracak birşeyler, çözmek istediğimiz sırlar arıyoruz bu terkedilmiş tapınak yerinde. Oysa insanoğlunun vakıf olacağı, onu aşkın hiç bir sırrı yoktur. Burada, bu ibadet yerinde her gün giderek artan oranda insanların çevresinde gördüğü, yaptığı ve yaptırdığı sıradan şeyler oldu bitti. Bugünkü formlar, araçlar, stiller, ifade biçimleri daha gelişmiş daha da sofistike hale gelmiş olsa da hikayenin özü Göbeklitepede olanlarla aynı.
Göbeklitepedeki atalarımızın taşı taşla işleyerek, daha ölümcül olması için yılan zehiri sürdüğü savaş silahlarının yerini, bugün dijital teknolojinin imkanları kullanılarak daha öldürücü olması için atom bombası yüklenen füzeler aldı. Atalarımızın hacı olmak için gittikleri Göbeklitepe yerine, bugün daha büyük kalabalıklar halinde inşa edip kutsiyet atfettiğimiz başka mekanlara hacı olmaya gidiyoruz. Kartezyen paradigmanın materyalist mekanik dünyasında “aydınlanma” yaşadığına iman edenler de bu ruh dünyasından uzak değil. Onlar da dini deneyimin büyülenme, huşu, vecd, titreme, hayret ve teslim olma süreçlerini, ulu önderlerinin, yol göstericilerinin mozolelerinin önünde, ideoloji ve doktrin öncülerinin huzurunda yaşıyorlar. Zaten bir din tarihçisinin tanımıyla din, insanın kendisinden daha güçlü, daha üstün olarak algıladığı ve deneyimlediği durumlara ve realite algılamalarına gösterdiği tepki değil mi? Değişen birşey yok. Tüm değişim, tapınılanların ve tapınma ritüellerinin değişiminden ibaret.
Referans noktası olan Göbeklitepede oniki bin yıl önce toprağa yerleşip, keçiye, koyuna, domuza, ineğe hizmetkâr olmayı gönüllü olarak kabullenen, kendi cinsine köle olmayı ve kendi cinsinden köle almayı öğrenen atalarımızın düştüğü bu kötü yolların kıvrımlarında dolaşmak, bize miras günahların en büyüğü olmasa gerek. Öyleyse izlenimleri not almaya devam…
Konuyla ilgili diğer bölümler: 1 – 2 – 3 – 4 – 5 – 6 – 7 – 8 – 9
- Lütfen Beni Hatalı Olduğuma İkna Edin - 8 Şubat 2023
- Sen o’sun! - 5 Şubat 2023
- Din ile Bilim Arasında Çatışma Var mı? - 31 Ocak 2023