Türkiye’de Yargı Bağımsızlığı: Krizin Derinleşen Anatomisi

Dünya Yargı Bağımsızlığı Endeksi’nin 2024 yılı verileri, Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin giderek zayıfladığı gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi. 140 ülke arasında 117. sırada yer alan Türkiye, yargı bağımsızlığı açısından küresel ölçekte en sorunlu ülkelerden biri olarak değerlendirilirken, bu tablo yalnızca hukukun değil, tüm demokratik kurumların kriz içinde olduğuna işaret ediyor.

Ancak meselenin özüne inildiğinde görülen şey, yargı bağımsızlığının yalnızca bir hukuki problem olmadığıdır. Hukukun, onu uygulayanların iradesine ve toplumun genel bilinç düzeyine bağlı olduğu gerçeği göz önüne alındığında, Türkiye’de yaşanan yargı krizi, aslında siyasal ve toplumsal bir dönüşümün sonucu olarak okunmalıdır.

Yargı Bağımsızlığı Neden Çöktü?

Türkiye’de yargı bağımsızlığının bugünkü seviyeye gelmesinin ardında uzun yıllara yayılan sistematik bir dönüşüm yatıyor. 2017’de gerçekleşen anayasa değişikliği, kuvvetler ayrılığını fiilen ortadan kaldırarak yargıyı doğrudan yürütme erkinin güdümüne soktu. Yargıçlar ve savcılar, artık hukukun değil, siyasal otoritenin çıkarları doğrultusunda hareket etmek zorunda bırakıldı.

Ancak yargının bu denli siyasallaşması, yalnızca anayasal değişikliklerle açıklanamaz. Hukukun üstünlüğünün anlamını yitirdiği bir toplumda, yargı organlarının bağımsız olmasını beklemek, zaten başlı başına bir çelişkidir. Bugün Türkiye’de yasalar, birer teknik araç olarak kullanılıyor ve iktidarın çizdiği sınırların dışına çıkabilen yargıçların hızla tasfiye edilmesiyle yargı tam anlamıyla bir vesayet kurumuna dönüşüyor.

Hukukun Aşınması: Sadece Bir Devlet Krizi mi?

Yargı bağımsızlığı, salt hukuki mekanizmaların işleyişiyle ilgili bir mesele değil, aynı zamanda bireylerin hukuk karşısındaki konumlarını nasıl algıladığıyla da doğrudan ilişkilidir. Türkiye’de adalet duygusunun giderek zayıflamasının temel nedenlerinden biri, yargının halk nezdinde bir güven unsuru olmaktan çıkıp bir tehdit aracına dönüşmesidir. Hukukun, yurttaşın hakkını savunan değil, onu kontrol eden bir mekanizma hâline getirilmesi, bireylerin hukuk karşısındaki konumunu tamamen değiştirmiştir.

Bunun sonucu olarak, sıradan yurttaş, mahkemelerin kendisini koruyacağına değil, iktidarın çıkarlarını dayatacağına inanır hâle gelmiştir. Adaletin, güçlülere ayrıcalık, zayıflara ise bir cezalandırma aygıtı olarak işletildiği bir toplumda, hukuk devleti ilkesinden söz etmek mümkün değildir.

Türkiye’nin Hukuki Yalnızlığı: Uluslararası İtibarın Kaybı

Türkiye’de yargı bağımsızlığının çöküşü, yalnızca ülke içinde değil, uluslararası alanda da ciddi sonuçlar doğuruyor. Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi, Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dair süregelen ihlalleri düzenli olarak eleştirirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, Türkiye’yi uluslararası hukuk sisteminden izole eden önemli bir faktör hâline gelmiş durumda.

Bugün Türkiye, hukuk güvenliği konusunda Venezuela, Nikaragua ve Kamboçya gibi ülkelerle aynı kategoride anılıyor. Bu yalnızca hukuki değil, ekonomik ve diplomatik bir kriz anlamına da geliyor. Yargının bağımsız olmadığı bir ülkede yatırımcı güveni düşerken, ekonomik krizler derinleşiyor ve uluslararası hukuk nezdindeki saygınlık yitiriliyor.

Hukuk Devleti mi, Siyasi Aygıt mı?

Yargı bağımsızlığının olmadığı bir yerde, hukuk bir manipülasyon aracı hâline gelir. Bu, yalnızca bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin tehdit altında olduğu bir durum değil, aynı zamanda toplumun tüm bağlarının çözülmeye başladığı bir çöküş sürecidir.

Bugün Türkiye’de yaşanan yargı krizi, yalnızca hukuk sistemine yapılmış bir müdahale değil, aynı zamanda toplumun bütününe dayatılan bir tahakküm mekanizmasıdır. Mahkemeler, adaletin dağıtıldığı yerler değil, iktidarın sınırlarını çizdiği sahalar hâline gelmiştir. Hukukun araçsallaştırılması, yalnızca bugünün değil, geleceğin de en büyük tehdididir.