Huzurun Bedeli: Mutluluğun Sahiciliği Üzerine…

İnsan, varlığının kıyısında gezinirken sık sık kendini yabancısı olduğu bir dünyanın içinde bulur. İçine doğduğu düzenin kurallarını ezbere bilir ama onların kökenine dair pek az şey hisseder. Bugün, geçmişten devralınan bir miras gibi taşınan bir huzursuzluk var; insan, içinde bulunduğu anın gölgesinde, kendini bir suçlu gibi hissetmekle mecburi bir minnettarlık arasında sıkışmış durumda.

Bir yanda açlık, sefalet ve savaşın hüküm sürdüğü diyarlar var; diğer yanda sıcak bir odanın içinde, kurulmuş bir masanın başında oturan bizler. Peki, bu huzurun bedeli ne? İnsan, içinde bulunduğu refahı, başkalarının yoksunluğu üzerinden mi tanımlamak zorunda? Eğer öyleyse, mutluluk bir kazanım değil, tesadüflerin çürük ipine tutunmuş bir yanılgı değil midir?

Mutluluğun hak edilip edilmediğini sormak, ona biçilen değerin kaynağını sorgulamaktır. Eğer insan, yalnızca bir piyasanın içinde savrulan bir meta değilse, yalnızca verimliliğiyle anlam kazanmıyorsa, mutluluğu da bir ödül gibi hak etmek zorunda değildir. Oysa içinde bulunduğumuz çağ, her şeyi ölçülebilir, satın alınabilir ve hak edilebilir hâle getirmeye meyilli. Huzur bile bir alım gücü meselesi gibi sunuluyor: Daha fazla çalış, daha çok üret, sistemin işleyişine uyum sağla, kurallara riayet et ki hak ettiğin şeyleri elde edebilesin. Ama burada derin bir yanılsama var: Gerçek mutluluk, ne bir hesap dökümünde ne de statüyle mühürlenmiş bir kimlik kartında saklıdır.

Bir insanın gözlerine baktığınızda, onda yalnızca kendi yansımanızı görüyorsanız, işte o zaman dünyanın nasıl bir çoraklığa sürüklendiğini anlarsınız. İnsan, varlığını diğer insanlarla olan ilişkisi üzerinden kurar. Kendini tamamlamanın, yalnızca başkalarının acısına kayıtsız kalabilmekle mümkün olduğu bir dünyada, mutluluk dediğimiz şeyin içi çoktan boşaltılmıştır. O hâlde, sorulması gereken soru şudur: İçinde yaşadığımız düzen, insanı gerçek anlamda var eden bir yapı mı, yoksa onu bir hayal kırıklığının içine sürükleyen bir yanılsama mı?

Gelecek: Kaygının Kaçınılmazlığı mı, Korkunun Öğretilmişliği mi?

Bilinmezlik korkutucudur, ama bundan daha korkutucu olan şey, korkunun bir yaşam biçimine dönüşmesidir. Gelecek kaygısı, yalnızca insanın bilinmezlikle karşılaşmasının sonucu değildir; aksine, onun, içinde yaşadığı düzen tarafından sürekli kaygı üretmeye koşullanmasının bir yansımasıdır. Geleceğini güvence altına almak isteyen birey, bugünü ipotek altına almaktan çekinmez. Daha fazla çalışır, daha az hisseder; daha fazla tüketir, daha az anlar. Böylece korku, bir pranga gibi insanın boynuna dolanır.

Bu dünyada hiçbir şey sonsuz değildir ama belirsizliğin en büyük yalanı, insanın kendi gücünü unutmasına neden olmasıdır. Eğer bir sistem, insanı edilgen bir varlık hâline getiriyor, ona yalnızca endişe etmek ve itaat etmek arasında bir seçim hakkı tanıyorsa, o sistemin kuralları içinde düşünmek, onun sınırlarını kabullenmekten başka bir şey değildir. Oysa insanın en büyük özgürlüğü, kendisine dayatılan çerçeveleri reddedebilme yetisidir.

Yabancılaşmanın Derin Uçurumu

İnsan, kendisine ait olmayan bir hayatı yaşarken, kendi benliğine de yabancılaşır. Çalıştığı iş, sürdürdüğü ilişkiler, içinde var olduğu toplum… Her şey onun dışında, ona ait olmayan bir şey gibi görünmeye başlar. Bir masanın başında, ne yaptığının farkına varmadan geçirilen saatler, bir vitrinde sergilenen eşyalara duyulan sahte bir arzuyla dolup taşar. İnsan, kendisini dış dünyanın nesnesi olarak görmeye alıştığında, artık kendi hayatına da dışarıdan bakar. Kendi ruhunu bir müşteri gibi değerlendirir: Ne kadar verimli, ne kadar başarılı, ne kadar talep edilir? Ve sonra, bir gün, içindeki boşluğun hiç dolmayacağını fark eder.

Mutluluk burada bir kırılma noktasıdır. Çünkü bu düzen içinde insan ya bu boşluğu dolduramayacağını kabullenerek bir makine gibi yaşamayı sürdürecektir ya da içinde bulunduğu yanılsamayı kırıp, kendi varoluşunun özünü yeniden inşa edecektir. Gerçek mutluluk, bu boşluğun farkına varmak ve onu sahici bir bağ, hakiki bir ilişki, samimi bir varoluşla doldurmaktır.

Bir Yanılgıyı Aşmak

Bugün bize sunulan dünya, başarıyı hak ediş üzerinden anlatıyor. Hak edilmeyen bir mutluluk, suçluluk duygusunu beraberinde getiriyor. Oysa soru şudur: İnsan, sırf insan olduğu için mutlu olmaya layık değil midir? Yaşamak, bir kazanım değil midir zaten? Eğer varlığımızı bir pazarın kuralları belirliyorsa, eğer ruhumuz bile bir alışveriş nesnesi hâline geldiyse, burada gerçek bir insanlıktan söz edilebilir mi?

Öyleyse yapılması gereken şey bellidir: Sahip olma hırsının yerine, sahici bir varoluşu koymak. Tüketmek yerine üretmek, yarışmak yerine dayanışmak, korkuya teslim olmak yerine ateş yakıp umudu örgütlemek. Çünkü gerçek özgürlük, mutluluğu hak edilmesi gereken bir ödül olmaktan çıkarıp, onun, insanın en temel hakkı olduğunu bilmektir.

Hasan KAYA