Gerekmedikçe anımsanmayacak, belki o zaman bile anımsanmayacak, aslına bakarsanız hiç de gerekli olmayacak bir “bilgiyi” paylaşarak başlayalım; Küçük Murad Reis adını duyanınız var mı? Duymadık diye hayıflanmayın, birkaç yıl önce yaptığım, koşullarıma göre uzun sayılabilecek bir İzlanda gezisinde sıkça karşımıza çıkıveriyordu, ilk karşılaşmamızda küçük bir tedirginliğe neden olduysa da demokrasi ile yönetilen bir ada ülkesinde olmamız nedeniyle bu tedirginlik hemen geçiveriyor yerini bolca paylaşımcı espriler alıyordu. Söz konusu şahıs Hollanda’dan devşirilmiş / Türkleştirilmiş (az sonra paylaşacağım bilgi nedeniyle Osmanlılaştırılmış demiyorum) bir korsan. 17. Yüzyılın ilk yarısında Akdenizden çok, Hollandalılığından olsa gerek, Atlantik ve Kuzey Denizlerine doğru nam salan bir korsan. Yağmaladığı kıyı kentlerinden köleleştirdiği kadınları ve çocukları Akdeniz’de pazarlayarak Osmanlının namını, şanını ve şerefini yayarak ününe ün katan bir korsan, Osmanlıcılar için bir kahraman olabilir ancak unutuldu gitti netekim! İzlanda ise onu unutmamış, onun şahsında bütün Türkleri işaret eden “Tyrkjaranid” kavramını geliştirmiş; “insan çalan Türk” anlamına geliyor ve bu kavramı –ve insan çalma durumunu- esas alan ve 1970 li yıllara dek hukuklarında var olan bir yasa ile “Türklerin görüldüğü yerlerde öldürülmesi gerektiğini” dokunulmazlık hakkı tanıyarak güvence altına alıyor! Neyse ki bize pek dokunan olmadı. Sonuç itibarıyla, Türkiye resmi tarihinde bir kahraman olan Küçük Murad Reis İzlanda tarihinde, devletin hukukunu yüzyıllarca işgal eden katliamcı tecavüzcü bir köle tüccarıdır.
Neden bu bilgi; medya kanalları arasında “dolaşırken” rast geldiğim bir yağmacıdan kahraman yaratmaya çalışan, her yönüyle dibe vurmuş bir dizi film nedeniyle… Hemen varlığı bile şüpheli Ottoman’a kimlik oluşturan yayını da anımsamadan edemiyorum. Diğer taraftan, bu bağlamda “kahraman nedir, kime denir” sorusunun yanıtlarınında göreceliliğinin hakkını teslim etmek gerekir diyorum.
*
Kafam da oluşuveren diğer soruları da paylaşmak isterim, belki bir sanatçı ve tarihçi yanıt bulmama aracılık edebilir umuduyla; kiç’in kiç’i (kitsch) olabilir mi şeklinde ilk sorum; tartışmanında kiç’e dönüşme olasılığı var. Yerli ve milli dizi filmlerimizi kısaca bir gözden geçirelim; bu işin “kısacasında” bile büyük bir hoşgörü ve sabıra gereksinin duyulacağı muhakkak. Bir taraftan Osmanlı ve kısmen cumhuriyet tarihi yeniden üretilip yeniden resmi tarih üretimi yapılıyorken diğer taraftanda mafya, kontrgerilla vs. yapılar yüceltiliyor, fetişe ediliyor. Kuşkusuz bu yapıların yüceltilmesi diziler üzerinden “resmi algının” oluşturulması ve “resmi tarihin güncellenmiş yeni yazımı” için önemli. Bu yeni yazımda eskisinden daha fazla mafyöz kahramana ya da katillerden kahraman yaratmaya gereksinim var kuşkusuz. Peki sanatsal açıdan bakmaya çalışırsak –ki olanaksız derecede zor olduğunu birkez daha belirteyim- bu kadar pespayelik ve seviyesizlik, düşüklük ve düşkünlük nasıl vuku bulabilir diye de sormadan edemiyoruz. Yoksulların ve yoksunların daha çok izlediği, aslında onların hayallerine hitap eden “zengin ve bol entrikalı milli ailelerimizin”, “güzel ve yakışıklı” gençlerin bir pazarlanma edasıyla ortalıkta zevzekçe dolandığı dizi filmler ise bu yazının değil psikolojinin ve sosyolojinin konusu.
Konu dışı bir sorum daha var, yazmazsam sormazsam çatlarım; “buradan kazandığımız paraları sanata yatıracağız” retoriğinin arkasına saklanan tiyatronun birçok ağır/ünlü abisi-ablasının bu pespayelikte işi ne. Kendisini “solcu” sanan ve öyle sandırılan bazı “yazarlarımız” bu rezilliklere senaryo yazıyorlar. Hadi bir ikisinde oynadınız kazandınız birkaç kuşak dünyalığınızı hallettiniz; bitmedi. Bu kadar mı açsınız, yoksulsunuz, daha önemlisi onursuzsunuz?
ABD’nin ve ABD emperyalizminin en önemli kurumlarından birisinin Hollywood Sineması olduğunu unutmayalım. Hollywood sineması ABD ve emperyalizmin resmi tarihini yazmada başat bir rol üstlenmiştir. Bugün sadece ABD’de değil tüm küre bu sinemanın anlattığının kurgu değil gerçek olduğunu sanıyor. Resmi tarihin, avcılar tarafından yazılan aslanların tarihinin gerçek olduğunu sanıyor insanlık. Diğer taraftan bu bağlamda üretilen belgelerin / filmlerin –ve dizilerin- kalıcılaşması için tüm teknolojik beceriden yararlanılıyor; olup bitenlere ait gerçeğin önce göz ardı edilmesi, zamanla unutulması ve yerine bu üretimlerin konulması sağlanıyor. Üstelik bu çok kısa sürede gerçekleştirilebiliyor. Ve bu işin kapsayıcılığı o kadar yoğun ki en kuşkucu olanlarımız bile onun salt gerçek olduğuna inanıyor, gerçeğe ulaşılması imkansızlaştıkça sorgulama olanaklarımızı yitiriyoruz, kala kala sadece “acaba” sorularımız kalıveriyor geride. Birkaç yüzyıl öncesini ya da 20. Yüzyıl paylaşım savaşlarını neredeyse sorgulayamaz olan ortalama okur yazar halimizi bir yana bırakın neredeyse birkaç on yıl öncesini bile okumak, bu şekilde üretilen resmi metinlerin/belgelerin tutsaklığında imkansızlaşabiliyor. Bundan yirmi otuz yıl öncesinin Balkanlarını anımsayın; nazi artığı ve Ustaşa dostu bir kökten dinci katilden nasıl da kahraman üretildiğine şahit olmadık mı?
*
En halksever olanlarımızın bile (bu arada onlara bu umutlu hallerinden uzaklaşmalarını öneririm) halkın kitap ya da okumak gibi bir derdi olmadığını, bunun yanında en saf haliyle okuryazarlık durumunun bile sorunlu olduğunu zaman zaman dile getirildiğini biliyoruz. Bu gerçek üzerinde bir yol, yönten ve gelecek belirlemek zorunlu. Konumuz özelinde ise üretilenin, onlar için üretilenin gerçekliğini sorgulama yeteneği ve birikiminden yoksun olduklarını da kabul etmek gerekiyor. Hele ki dizi bağlamında onlara sunulanın, halkın kültürel genetik kodlanmasında (böyle diyerek ırkçılık mı yapmış oluyorum?) ırkçık kapısı sıkça açılmaya müsait bir milliyetçilik ve sünni dincilik başat bir yer tutuyorsa doğrudan gerçek ya da öyleymiş gibi algılanmasının önünde hiçbir engel görülmüyor. Bu durum dizi üreticilerin işini kolaylaştırıyor, kimsenin zaten nitelik gibi bir sorunu yok.
Söz etmeye çalıştığım kimi “olumsuzluklar” aynı zamanda resmi tarih yazımları arasındaki farklılığın algılanmamasının ya da daha önemlisi “gayrı resmi tarih” yazımının kolaylıkla kabul görmesine de aracı olabilir. Bu paradoks değildir! Resmi tarih tartışmalarını bu gücünü halktan alan (!) bu ikili yapının dışında tutulması gerektiğini düşünüyorum. Hiç kuşku yok ki resmi tarihi ve onun bu bağlamda “gayrı”sı olanını tartışmak egemen ideolojiyi tanımlamak ve deşifre etmek için önemli. Bu kısa yazının dar çerçevesinde dile getirmeye çalıştığım “şey” ise gerçeği ve taklidiyle “yeniden” resmi tarih yazımının içinde bulunduğu acizliği ve düşüklüğü tanımlamak. Kuşkusuz “diziler” bunun iyi bir örneği ancak yeterli değil. Hiç değil!
Resmi tarih yazımının tarihinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyleyerek teşbihte çok fazla hata yapmış olmayız. Resmi tarihi tartışmak, onun aslında öyle olmadığını, böyle olduğunu veya söylendiği dayatıldığı gibi olmayacağını söylemek ise –en azından- sınıfkar arası mücadele sürecinin bir bileşeni olarak ele alınabilir. Gayrı-resmi tarih yazımının ise bu süreçte resmi tarihin deşifre olarak zafiyetinin ortaya çıktığı günlerde ona bir tampon işlevine / emniyet sübabı işlevine soyunduğu görülebilir; bırakın o meseleyi etraflıca tartıştığını iddia etsin.
Türkiye’de resmi tarih yazımı kadar onun tartışılmasının da sorunlu bir süreç izlediğini söyleyerek devam edelim. İzleyen yazılarda bu süreç için sorunlu gördüğüm noktaları –belki- paylaşabilirim. Ancak bu yazının konusu yeniden tarih üretiminde düşülen çukurların bir kısmını yeniden dillendirmek. TV/dizi yazımının bunun en düşkün/zavallı hali ollduğunu tekrarlayalım. Ne var ki 12 Eylül faşist darbesinin ardından 80’li yılların sonunda başlayan izleyen yıllarda yoğun bir şekilde devam eden ve her nedense kökten dincilerin iktidara gelişiyle birlikte sönümlenen ve çoklukla liberallerin, liberal sol’un (!), sol entelektüellerin ve ve hatta sosyalistlerin sürdürdüğü kimi zamanlarda seküler sosyalist aydınların haremlik selamlık şeklindeki oturumlarıyla devam ettiğine şahit olunan resmi tarih tartışmalarının en yararlanıcısının da kökten dincilerin olmasının nedenlerinin yorumundan özenle kaçınıldığını gördük. Bu grupları köktendincilerle ortak payda da buluşturan unsurun sadece kemalizm ideoloji düşmanlığı olduğunu söyleyemeyiz. Birçok kereler şahit olduğum şey doğrudan –ve alabildiğine- bireyselleştirilmiş Mustafa Kemal düşmanlığı/nefreti idi esas olan. Bu tartışmaları ciddi biçimde sahiplenen ve önceki cümlede sıraladığım grup sadece doğrudan eleştiri ya da tartışma gerçekleşmeyip bu tartışmaların primitif ve zavallı bir hal almasına da isteyerek ve bazı zamanlarda da –pek zannetmiyorum ama- istemeyerek aracılık etti; halbuki anımsandığında görülecektir ki resmi tarihe yönelik itiraz ve tartışmalarda söz edeceğim türden bir yönelime hiçde gereksinim yoktu ancak kültüralizm ve kimlik arama hastalığından muzdarip kimi sol çevrelerin bu süreçteki keşfi ve sonuna dek arkasında durduğu bu yönelimin adı “sözlü tarih” denilen ucube oldu. Oysa destek aradıkları/umdukları bu ucube söz konusu bağlamda varoluşlarını anlamsızlaştıran bir yönelimdi.
Sözlü tarih denilen “şey” ele alınan olayın şahidi olduğu iddia edilenlerce anlatımına dayanır; tümüyle kurgusaldır ve öznel algı ve yorumlara alabildiğine bağımlıdır. Dolayısıyla tarih bilgisi tarafından kanıt desteğinden yoksun olduğu ölçüde dizi film tarihçiliğinden başka bir şey ifade etmez. Anımsamaya bağlı tarihçilik kurguculuktan dahi az şey ifade eder gerçek için. Ne var ki bu durum dönemin sözlü tarih araştırmacıları –üstelik çoğu akademisyen olup akademizm hastalığına yakalanmışlardı- tarafından görmezden gelinmiştir, böyle bir tercihi kendi tezlerini desteklemek için alabildiğine kullanma taraftarı olmuşlardır. Diğer taraftan bu yöntemi bireysel bir meselenin dışavurumu gibi de görmüş olabilirler. Araştırma kararı verilen dönemle ilgili olmak üzere ulaşılabildiği kadarıyla -ki çoğunun öldüğü- yaşayanların ise seksenli yaşlarını çoktan geçtiği, dolayısıyla net bir demansif halin, bunaklık halinin söz konusu olduğu bir durumu hayalinizde canlandırın. Örneğin, sözlü tarih çalışması 2000 yılında yapılıyor olup, araştırma konusu ise “Dersim Tertelesi” olsun. Sonuç itibariyle görüşme yapılan, bilgi toplanan ve buradan bir tarih yazılımı çıkarmaya çalışılan “tarih kaydı” sırasında seksenli yaşlarında olan kişilerin ortalama sekiz on yaşlarında yaşadıklarından bir yazım ya da gerçek üretilebilir mi? Üretilebilir, ancak işte o çok çok önemli olan “diğer” bilgilerle verilerle desteklenerek. Eğer bu yapılmıyorsa yapılan anımsanabildiği kadarıyla “onların” anılarından kurguya değil gerçeğe ulaşıldığının sanılması oluşturur. Üstelik bu bağlamdaki anılar o kişilerin ilerleyen yaşlar, yıllardaki çevresel etkileşimlerinden ve o olayın travmasıyla bunca yıldan beri yaşayageldiği müdahaleleree ve zaman içinde psiklolojik durumuna göre şekil değiştirmesi mutlak anımsayışlarına sonuna dek bağlıdır. Gerçeklikle bağlantısı çok zayıftır. Ancak resmi tarih tartışmalarına bu yolu kullanarak katılmakta sakınca görmeyen birçok “genç akademisyen” bu durumu dediğim gibi görmezden gelmeyi yeğlediler. Bu “yeğleyiş” durumu sadece tezlerinin doğrulanması ve akademik varoluşlarının idamesini olanaklı kılmakla kalmıyor tümüyle öznel/kişisel sorunlarının/sorularının çözümlenmesine yanıtlanmasına aracılık ediyordu. Çünkü bu masal üretimi herkesin cv’sine yeni şeyler eklemesine de aracılık etmekteydi. Bundan tam on yıl önce yazdığım (2011) ve yayınlandığı gün yönetiminde olmama rağmen “üst akıl” bir sosyalist entelektüelin bireysel resmi tarihine bir müdahale olarak gördüğünden olsa gerek ısrarlı itirazıyla sansürlenip kaldırılan uzun bir alıntıyla -güncellenmiş- devam etmek istiyorum.
[…cami duvarına işemek ya da “zemzem kuyusuna tükürmek” de; yerli sosyalistlerin aidiyet oluşturma sürecinde yaptıkları işlere; tam aksine, aidiyet adına ne varsa yok etmeleri gerekirken yaptıkları bu ters iş! Şu “meşhur olma sorunu” ile bir türlü hesaplaşamıyoruz. Kim bilir birkaç uyarı zamanla kimilerini bu zavallı arayıştan vaz geçirebilir ya da “sosyalisttim” demekten; ki bence insanlık adına ikincisi daha hayırlı olur.
“Resmi ideoloji-resmi tarih eleştirileri”. 12 Eylül’ün ardından başlayan bu türden eleştiriler, eleştirel yaklaşımların temel amacı rejim üzerine, onun niteliği üzerine doğru bir analize kapı açmaktı ve doğal olarak cezalandırılıyor, yazarlarının ağır bedeller ödemesi gerekiyordu. Aradan yıllar geçti, eleştiriler çoklukla amacına ulaştı resmi tarih/resmi ideoloji özelinde rejime yönelik bakışın değiştiği ve onun bu bağlamda ciddi bir şekilde sorgulanmaya tabii tutulduğu görüldü. Eleştiriler ve analizler hukuki baskının kalkmasıyla birlikte sahiplerinden yazarlarından uzaklaşarak zamanla –ve hızla- anonim bir hal aldı! Ne var ki bu anonimleşme, bağımsızlaşma ve ‘eleştirel özgürlük’ süreci rejimin neoliberal kurguya entegre olma çabalarının gözden kaçırılmasına neden olmaya başladı, hukuki rahatlamanın niteliği işine öyle gelindiği için gözden kaçırıldı ya da görülmek istenmedi. Eleştiriler /anonimleşme rejimin kendisini yeniden üretmesinin aracı haline geldi, getirildi. Çünkü rejim bu eleştirilere indirgendi. Ancak bu süreçte bir ‘vurun abalıya’ tarzı kemalizme yönelik eleştirilerle meşhur olmanın, en azından fotokopi / kopyala yapıştır yazılarda ismini matbua halinde görmenin hazzı yaşandı. Yaşanıyor. Zamanında yapılan ayni ve nakti yardımlar şimdi dinci “piyasada” değer kazanmak şeklinde geri dönüyor…
Kemalizme saldırı bir moda, rejim şimdilik kaydıyla göz yumuyor; az önce dediğim entegrasyon sürecine özgü sorunlar nedeniyle. Kuşkusuz solun bu türden eleştirilerine, bu türden çalışmalarına karşı değilim (bazen bir şekilde –ve naçizane- katıldığımı da söylemeliyim); tabii ki yerinde ve zamanında yapılmış olması şartıyla! Ama son birkaç yıldan bu yana okuduğum yazıların önemli bir kısmı işin hazcılık kısmıyla ilgili…
Az önce değindiğim “aidiyet sorunu” bu yazılarda tersyüz ediliyor. Olmayan kimlikler üretiliyor, örneğin bir yazar yüzyıl sonra kendisinin Ermeni olduğunu icat edip eski ve yeni kimlikleri üzerinden kemalizme saldırının hazzını doyasıya yaşıyor. Bundan fazla uzak değil yedi-sekiz yıl önce “korktuğu” için farkına varamadığı ve aslında olmayan kimliği şimdi bir zevk objesine dönüşmüş durumda. Sosyalist pazarın talebi en çok olan malı kimlik; öyle ki arz talebi karşılamakta güçlük çekiyor. Sosyalistlerin sosyalizm adına kimlik pazarladıkları sosyalizm adına bir gericilik döneminden geçiyoruz. Saldırı, tekrarlarsak, kemalizme ve onunla özdeşleştirilen Türk kimliğine; ya da Türk kimliğine… “Ben Ermeniyim” “ben Kürdüm” vs. demek meziyet “Ben Türküm” demek suç haline geldi, getirildi. Bu gerici sürece “katkı” nerdeyse tümüyle sosyalistlerden geldi. Ancak diğer taraftan “Türk” dışındaki kimliklerin tümü tezgâhta; Kürtlük, Lazlık; Süryanilik, Araplık… Az ötede Alevilik; iki-üç ayrı reyonda hizmet veriliyor: Alevi Türkler, Alevi Kürtler… (=Alevicilik) ve tabii Sünni Kürtler unutulmamış… Burada bir ara not olarak da “kültürel genetik kodlanma” dediğimiz özgül bir ırkçılığın tezahürünün ortaya çıktığını belirtmek gerekiyor; bu bağlamda, kimi Alevilerin iddia ettiği gibi ‘Alevilik doğuştan solculuk anlamına” mı geliyor?
Aidiyet pazarında çığırtkanlığın ölçüsünde kazanıyorsun, meşhur oluyorsun. Ve pazarın getirisi en çok olan bölümü Anadolu’nun göçertilen halkları: Ermeni ve Rum diye söze girdin mi star olma yolu ardına kadar açık hem de uluslararası cinsinden!
Sosyalistlerin ya da kendisini sosyalist olarak tanımlayanların –aslında kendilerini sosyalist olarak pazarlayanların- bu kadar primitif bir fetişizasyona saplanmaları yalnızca kişilik sorunu mudur, psikiyatrinin bir sorunu mudur; sosyalist arkadaşlara üzerinde durmalarını öneriyorum. Ve ben Nietzsche’n dediği gibi “kokulardan rahatsızlığımı” dile getiriyorum. Ciddi kokular… Sosyalist olmamama rağmen –hadi olsam olsam bir küçük burjuva radikali olarak- kimi sosyalistlerde iflah olmaz bir hastalığa dönüşmüş bu sorunun kısa zamanda sağaltım yoluna gidilmesini öneriyorum.
Gidilen yol, yol değil. Öncelikle yapılması gereken saptama belki de. Ancak yolda olanların ya da yolu yol diye tutturanların artık dönüşü olmayan bir yolda olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. İflah olmaz –ya da tedavisi olanaksız- bir hastalığın kucağında debelenip duruyorlar. Daha önce de dile getirdiğimi sanıyorum bu hastalığı halkofili olarak adlandırmıştım (=halk severlik). Türkiyeli kimi sosyalistler burada küreselleşmeci gericiliğin en sofistike tuzaklarından birine düşmüş durumdalar. Rejimle olan hesaplaşmalarını kemalizmle olan hesaplaşmaya indirip “işlerini” ve “sorumluluklarını” epeyce hafifleten bu grup kuşkusuz burada duramazdı (Bakınız: bataklığa sağlanma metaforu…). Hemen ardından bu hesaplaşma taraf olunan bir milliyetçilik sosuna bulaştırıldı. “Kötü” olarak tanımlananın karşısında bir “aidiyet unsuruna” sırtını dayayanlar kuşkusuz AB ve ABD emperyalizminin sağladığı güvenli ve güvenlikli ortamda halkofili salgınının başlamasına neden oldu. İlginç olan –değil- aslında hiç de ilginç olmayan tamı tamına bekleneceği gibi olan şey ise bu süreçte sosyalizmin bütün temel argümanlarından vaz geçildi. Herhalde kredi akışının biricik şartı bu olsa gerek. Neyse konumuz bu değil; konumuz onların ahlakı değil, konumuz popüler sosyalist yazınının teknik bir sorunu… Halkofili’nin temel belirtisi rejim üzerinden egemeni kültüre ve halka indirgeyip tüm kötülükleri ona, kötülüklerle nitelenmeyen –evet burada ciddi bir paradoks söz konusu- tüm iyilikleri de ötekine bahşetme eğilimidir. Aslında rejimin özüne, niteliğine ve sömüren egemene yönelik temel mücadele alanında derin bir zafiyetin gizlenmesine aracılık eden bir tutum söz konusudur. Özetle, özellikle resmi ideoloji/resmi tarih kanalından giden bu tartışmalarda ötekileştirmenin pozitif ayrımcılık safsatası üzerinden derinleştirilmesinden kişisel çıkar sağlamaktan başka hiçbir şey yapılmamaktadır. Pozitif ayrımcılık küreselleşmeci ırkçılığı örnekler: “Ermeni, Kürt neylerse güzel eyler… Alevileri unutmayalım devrim onların bilmem kaç bin yıllık geleneğinde var…” vesaire. Bu dilin bu söylemin bu tavrın sosyalizmle uzaktan yakından hiç ama hiç ilgisi yok.
1915-1930 yıları arasında Türk ulusalcılığının oluşumu ve Türkiye Cumhuriyetinin/Rejimin yeniden kurgulanışı sürecinde yaşananlara, ilişkilere, yönelik en ağır eleştirel yaklaşımlarda bulunarak –hatta çoğu haklı eleştirilerdir!- deşifrasyonda önemli bilgisel açılımlar sunan bir “aydınımız” Irak’ta bir emperyalizmin gereksinimlerine uygun olarak Kürdistan kurulurken 3 milyon Arabın ölümünü doğal karşılamakta, suskun kalmaktadır. “Bu bir soykırım değildir” Midir?
Örnek olsun; 30’lu yılarda Güneş Dil Tarih teorilerinin eleştirilerine, asimilasyona yönelik haklı ideolojik eleştiriler tamı tamına benzer söylemler Kürt yazarlar tarafından geliştirildiğinde Kürt Uluslaşmasının zorunlu bir aşaması olarak değerlendirilebilmektedir. (Konudan ayrılmadan konu dışına çıkmamıza aracılık edebilir; son birkaç yıldan bu yana ortaya çıktığı üzere, birkaç bunağın anlattıklarından/anımsadıklarından yola çıkılarak elde edilen ya da oluşturulan bilgileri niteleyen “sözlü tarih” safsatası kimi akademisyenlerimizin ve benzeri yazarlarımızın başlıca veri kaynağı haline gelebilmiştir ki “yazık” demekten başka bir şey elimden gelmez…) Kürt faşizminin en seçkin ideologu olan, en büyük aydın ilan ediliverenlerden bir hocamız soru üzerine “o neylerse güzel eyler” demekte ve hemen beraberinde bu süreçte olan her şeyi ama her şeyi doğal, haklı ve meşru kılmakta ve konumu itibariyle sözleri kutsallaştırılmaktadır. Bir şey söyleyemez olduğu zaman ise susmaktadır. O halde 1)Söz gümüşse sükût altındır… Örneğimiz için bir ekleme 1,5) Söz gümüşse sukut altındır… 2)Sükût ikrardan gelir… Ve hatta örneğimiz için bir 3) Söz sükûtsa gümüş altındır…
Neden mi, geçtiğimiz aylarda yazarımızla yapılan bir söyleşide sarf edilen sözler önceden söylenenleri bir kez daha kürdofili özelinde sorgulamamızı haklı kılıyor. Son dönem tutuklanan iki gazeteci için yine bu aydınımız “iyi oldu, onlarda zamanında Kürtler için susmuşlardı” demekte bir sakınca görmemiştir. Kendilerini sevmeyebiliriz, ideolojik olarak karşımızda görebiliriz, ve hatta düşman sayabiliriz; ancak düşüncelerinden ötürü yıllarını-aylarını cezaevlerinde geçirenlere karşı konumlanış ülkemin sol anlayışı ve algısı için ciddi bir sorun olma durumunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kendisini hapse atan işkence eden egemen hukuk-adalet anlayışına dolaylı bir onay değil midir?
Emperyalist servislerin onayında-kucağında ve hatta bağışlayıcılığındaki “sosyalist” peşrevcilerimizin zurnası en pesinden bir zort sesini bu davalar sürecinde vermiştir. O halde 4) Ülkemde sanıldığı gibi, Kemalist rejimin zindanlarında yatmak aydın olmak için yeterli değildir… 5) Ne yazık ki 2011 itibariyle bu topraklarda bir Emile Zola dahi yoktur…
İkilem ayakçılıktır diyebiliriz çünkü siyaseten bağımlılığı, çıkmazı tanımlar; sosyalistler için düşmanın düşmanının dost sanılması rejimin sunduğu siyaset pastasında pay sahibi olma çabasından başka bir şey değildir. Ülkemizdeki kimi –birçok- sosyalistin kadim yanılgısıdır bu. Diğer taraftan “faşizme karşı birleşik cephe” safsatası bu yanılgıya ideolojik meşruiyet kazandırır; burada belki de sorulması gereken soru ya da bir küçük burjuva radikalisti olarak benim dile getireceğim soru “faşizme karşı birleşik cephe” sarmalından sağ çıkabilen sosyalist/ya da sosyalizmin olup olmadığıdır?
Kemalizme indirgenmiş rejim düşmanlığı ve düşmanının düşmanının dost sanılıp onun dostluğunun/düşmanlığının bir değer algısı yaratması, ülkemdeki –kimi- sosyalistlerin demokratlığının yeniden kurgulanmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu balans ayarının sermaye –İslamcı olanı- ile yapılmasının önemle not edilmesi ve sosyalistlerin utanç tarihine tekrar tekrar yazılması gerekiyor. Kemalizme karşı birleşik cephe kurma ve bunun gerekçesinin “demokratlıkla” açıklanması sonu baştan belli siyaseten yenilgiyi açıklar; acıdır ki bu yolda solcularımızın akıbeti eski bir tanımlama ile özetlenebilir: siyaseten katl. Bu bağlamda içinde bulunulan durumu gün geçmesin ki somut bir örnekle anlatmak mümkün olmasın! Cemaatçi sermayesiyle çıkan bir gazeteye röportaj veren Üçbuçuk kişilik bir devrimci sosyalist/troçkist partinin genel başkanı- yardımcısı da olabilir- durumu şöyle özetliyor: “Kemalizm yerine şeriatı tercih ederiz.” Bu türden sosyalist siyasi anlayışın zavallılığını örnekler. Daha somut anlamda rejim analizini bile doğru dürüst yapamayanlar –bırakın soyut analiz yapmayı- ve böyle bir ikilemi dile getirenler, rejimin ikilemlerine saplanıp kalanlar, çıkarının her ikisinde de olmadığını sınıf itkisiyle net bir şekilde dile getiren küçük burjuvalardan daha geride değiller midir?]
*
Tarihin “yeniden” yazımına bir soru ile devam edelim; bireysel/kişisel tarih yazımı/üretimi bu tartışmamızın neresinde yer almaktadır? “Anı yazımı” ile başlayabiliriz, çokça yazılmış, tartışılmış bir mevzuu. Anı yazımı maddeleşip somutlaştığında eleştiriye ve yargılamaya sonuna dek açıldığından ve anı yazarının kimliğinin sözlü tarih anlatıcısına göre daha net ve anonim olmasından dolayı sözlü tarih yazımına göre farklı bir yerde durduğunu –sıkça yolları kesişse bile- söylemek mümkün; bu ayrı ve uzun tartışma konusu. Benim burada dile getirmek istyediğim bir diğer unsur ise kişisel bir geçmiş inşa ederek ve onu birçok kolaylaştırıcının yardımıyla dokunulmaz, ilişilmez kılıp, bir taraftan da süsleyerek inşa edilmeye çalışılan tarihin geneline eklemlenme çabası. (Konumuzun doğrudan bir örneği değil ama dile getirmek isterim belki daha iyi anlaşılmak için; kendimize bir geçmiş oluşturma çabası derken kastettiğim; Türkiye solunda geniş sevgi ve saygı gören bir zat olsun örneğimiz, sosyolog olsun: meşhur bir sosyolog ama otosansür saplantılı; ve İonescu Sendromundan muzdarip olsun, Gezi günlerinde korkusundan olsa gerek bırakın eylemlere katılmayı sokakları keşfetmeyi, penceresinden dışarı dahi bakamayan bu zat ortalığın durulmasının hemen ardından Gezi hakkında onlarca-yüzlerce sayfalık yazılar makaleler, kitaplar yazarak derin yorum ve analizlerini paylaşması –o bunu bir lütuf olarak görür- tartıştığımız bağlamda bireysel olarak bu tarihe eklemlenme ve/veya orada var olduğunu kanıtlama çabası olarak görülebilir mi? Sadece bir soru…
İnsanların kendilerine kurmaca bir geçmiş imal etme çabalarının hep varolageldiğini söylersek yanılmış olmayız. Bunun acınası komik örneği olarak özellikle 12 eylül faşist darbesi ile palazlanan köksüz ve görgüsüzlükte dibe vurmuş burjuvazinin villa ve konaklarının, yalı ve residanslarının duvarlarını sahaflardan aldıkları kim olduğu ve ne idüğü belirsiz “dede” ve/veya “paşa dede” fotoğraflarıyla süsleyip kendilerine bir geçmiş oluşturmaya çalışmaları verilebilir. Kimbilir belki de bugünlerde epey bir alıcısı olduğunu okuduğumuz, gördüğümüz yerli ve milli dizilerimizin geçtiği mekanların çoklukla büyük servet gösterisi ile kendisini dile getirmesinin sebebi de budur. Ancak ben kişinin kendisine özel tarih yazmaya özen gösterirken öyleymiş gibi ya da orada imiş gibi yapmasının daha sofistike –ve daha önemli ve ilginç- olduğunu düşünüyorum. Bildiğim bir örnek değil, ancak olmayacak ya da olamayacak bir örnek de değil; örneğin olmadığı halde gençliğinde ülke tarihinde yer tutan bir eylemin içinde olduğunu kişisel tarihlerine –CV- yazmaları ve çevrasinde çoklukla da söz konusu olaydan kopmuş kişilerin bu uydurma tarihle pek ilgilenmemeleri ya da olayın öznelerinden olduğunu iddia edenin bu iddiasını kabullendikleri görülmemiş şey midir? Somut bir örneğimi paylaşmak isterim; 10 Ekim Ankara katliamında il dışında olduğunu bildiğim bir arkadaşımın ısrarla orada bulunduğunu ve kendine geldikten sonra canla başla yaralılara yardım etmeye çalıştığını, içinde bulunduğu her “sol ortamda” anlattığının şahidiyim. Kendisini terslemedim, itiraz etmedim. Kimbilir ileride yazma olasılığı olan anı kitabında hayatının bu bölümü daha da “süslenmiş” olarak yer alacak ve tarihe kalacaktır. Diğer taraftan bunu safça bulabiliriz ancak onun saflığının tarihte bir tahrifatın aracısı olabileceğini unutmayarak. Ya tarihimizde bunun gibi örnekler azımsanmayacak kadar çoksa ve bu çokluk tarihin yanlış yazılmasına-okunmasına neden olup söz konusu öznelerin egolarının günden güne şişmesine aracılık ediyorsa? Ya gerçeğin yerini kurgu alıyor ve bu sahte/hastalıklı üretimde geleceğin şekillenmesini etkiliyorsa? Farkında olunması gereken aradan geçen her dakika, yıl, on yıllar üretimin, bu sahte geçmişin, kurgu öykünün, kişiye özel masalın gerçekliliği daha sorgulanamaz kılacağıdır; o da hergeçen an böylece kendisini yalanlayacak olanın eksilmesine, umursamazlığına ya da bu bağlamdaki hazfıza unsurunun körelmesine bağlı olarak üretimine eklemeler yapmaktan kaçınmayacaktır. Geçen gün bir arkadaş tanıdığım bir gencin “kendisini çevresine bir örgüt sempatizanı olarak tanıttığını” ve “bu nedenle aylar boyu tutsaklık yaşayıp işkence gördüğünü” söyleyerek bir tür itibar kazanmaya çalıştığından söz etti. Şaşırtıcı olmakla birlikte anlaşılabilir bulduğumu belirtecektim, asıl sorun bu söylemin kalıcılığa dönüşmesi, olabilir eklemelerle geliştirilmesi, ayrıntılandırılması ve ardından belirli bir alıcı bulabilirse eğer tarihe dönüşmesiydi. Bu “uydurmayı” onun gençliğine verelim; en azından “olay” yeni olduğundan çevresel itirazlar, eğer onun bu anlatısına önem veriliyorsa –değer değil- bunun tarihe dönüşmesi bir şekilde engellenmiş ya da geciktirilmiş olacaktır.
Ya bu anlatı örnek olsun 50’li 60’lı ya da 70’li yılları ilgilendiriyorsa. Buna kim itiraz edecek, kaç kişi itiraz edecek; kaldı ki itiraz edenlerin, onun foyasını meydana çıkarmaya çalışanları “gecikmiş” gibi görünen itirazları onun yeniden üretilmiş, fırsat bulunan her yer, ortam ve mekanda tekrarlanarak bir şekilde sürekli kendini üretmiş, bolca süslenmiş şaşalı ve bu haliyle günceli destekleyen kişisel tarihinin gerçekliğinin sorgulanmasını sağlayabilecek mi. Yanıtın “hayır” ya da “çok zor” şeklinde olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz; hele ki Türkiye solunun isimlerinin, bir tarihin yeniden yazımı için ciddi sayılabilecek bir kısmındaki narsist, megalomanik hali düşünüldüğünde; onların demagoji yetenekleri göz önüne alındığında? Çünkü bu türden yeniden tarih üretiminin en önemli özelliği onun sırtını tartışma götürmeyen gerçeğe dayama becerisidir, yalanı gerçeklerin üzerinde inşa etme yeteneğidir. Bu nedenle yalanı ortaya çıkarmak mümkün olsa da ortaya çıkan yeni/gerçek bilginin, salt gerçeğin, üretilenin yerini alması da kolay olmaz, hatta olmaz! Gerçeğin içinde onun alıcılarına da yer bulunabilir, diğer taraftan sadece bu yalanı umursamayanlar değil inananlarında kendisine bu sahte tarihte yer bulmalarına olanak sağlanmış olabilir aradan geçen bunca zaman içinde.
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (4) - 17 Eylül 2024