Kural Tanımazlık Çağı: Ulusal ve Uluslararası Düzeyde Düzenin Çöküşü

Bir zamanlar, savaşların yıkıcılığından ders alındığına inanılan bir dönemde, uluslararası düzen adı altında bir sistem kuruldu. Resmi anlatıya göre bu sistem, devletler arası ilişkileri düzenleyecek, çatışmaları önleyecek, tüm insanların temel haklarını koruyacaktı. Ancak bu düzen hiçbir zaman herkes için adil olmadı. Küresel güç dengeleri içinde biçimlendirildi, büyük devletlerin çıkarlarına göre yönlendirildi ve çoğu zaman yalnızca zayıf olanları hizaya getirmek için kullanıldı. Yine de belirli kurallar vardı ve bu kurallar, az da olsa bir denetim mekanizması sağlıyordu. Bugün, o düzenin kalıntıları hızla eriyor. Kurallar yerini kaba kuvvete, uluslararası hukuk yerini güç ilişkilerine bırakıyor.

Bu çöküş yalnızca devletler arası ilişkilerde değil, ulusların iç yapılarında da kendini gösteriyor. Artık yalnızca küresel sahnede değil, ulusal düzeyde de hukukun ve kuralların yerini keyfilik, şeffaflığın yerini kapalı kapılar ardında alınan kararlar alıyor. Bugün yaşananlar sadece bir küresel güç değişimi değil; bu, dünyayı ve toplumları yeni bir yönetim biçimine sürükleyen daha büyük bir dönüşüm.

Uluslararası Arenada Gücün Yasası

Uluslararası sistemin artık tamamen güçlü olanın belirlediği kurallar üzerine kurulu olduğu gün gibi ortada. Küresel güçler, hukuku yalnızca işlerine geldiğinde hatırlıyor, işlerine gelmediğinde ise umursamıyor. Eskiden büyük devletler, en azından kendi çıkarlarını korumak için dahi olsa uluslararası hukuka şeklen bağlı kalmaya çalışırdı. Bugün ise bu zorunluluk bile hissedilmiyor.

Savaşların ve işgallerin pervasızca sürdüğü, uluslararası kurumların işlevsizleştiği, küresel hukukun yalnızca zayıf devletlere karşı bir sopa olarak kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. Güçlü devletler rakiplerini ekonomik yaptırımlarla boğarken, siyasi olarak kendilerine yakın olan ülkelerin suçlarını görmezden geliyorlar. Küresel hukuk, böylece güçlü olanın çıkarına hizmet eden bir oyuncağa dönüşmüş durumda.

Dahası, uluslararası ekonomi düzeni de artık yoksulları ezen, az sayıdaki süper zengin için birikim makinesi işlevi görüyor. Küresel finans sistemi, gelişmekte olan ülkeleri ekonomik bağımlılığa sürüklüyor. Bu devletlerin kendi ekonomik politikalarını belirleme hakları, uluslararası sermaye sahiplerinin ve IMF, Dünya Bankası gibi kurumların kararlarına ipotek ettirilmiş durumda. Sözde reform adı altında yapılan düzenlemeler, yalnızca emekçilerin daha fazla sömürülmesine, kamu varlıklarının yok pahasına satılmasına, tarımın ve sanayinin çökmesine neden oluyor.

Dünyada savaşlar, ekonomik krizler ve çevre felaketleri derinleşirken, küresel şirketler servetlerine servet katıyor. Finansal sistemin çarkları, bir avuç insanın servetini katlarken, milyarlarca insanın elinden geçim kaynaklarını ve temel yaşam güvencelerini alıp götürüyor. Sermaye hareket serbestisine sahipken, göçmenler, işçiler, yoksullar için dünyanın her yeri duvarlarla ve tel örgülerle kaplanıyor. Güvencesizlik, yalnızca iş dünyasının bir normu olmaktan çıktı; artık küresel düzenin temel ilkesi haline geldi.

Devletin Kendi Yurttaşına Karşı Savaşı

Uluslararası alanda kurallar ortadan kalkarken, devletler kendi içlerinde de benzer bir yönetim anlayışına yöneliyor. Hak temelli yaklaşımlar bir kenara bırakılıyor, halkın gücü ve demokratik katılımı budanıyor, yoksul kesimler derinleşen eşitsizlikler içinde daha da savunmasız hale geliyor.

Baskıcı rejimler palazlanıyor, otoriter eğilimler hızla artıyor. Ekonomik krizin bedelini her zaman olduğu gibi alt sınıflar ödüyor. Çalışanlar için sosyal güvenceler azalırken, vergiler ve hayat pahalılığı artıyor. Refahın birkaç tekelci gücün elinde toplandığı, halkın ise yoksullaştırıldığı bir düzene “normallik” gözüyle bakılıyor.

Bu noktada küresel güçlerin politikaları ile ulusal iktidarların politikaları arasındaki örtüşme dikkat çekici. Çünkü bu sistem, yalnızca küresel ölçekte değil, yerel yönetimlerde de halkın iradesini ve ekonomik olanaklarını gasp eden bir düzene dayanıyor. Küresel şirketlerin ülkelerin iç işleyişlerine giderek daha fazla müdahil olması, halkın iradesinin değil, küresel sermayenin çıkarlarının belirleyici hale gelmesine yol açıyor. Bu da halkın, işçinin, köylünün, küçük esnafın maruz kaldığı sömürüyü daha da şiddetlendiriyor.

Çıkış Yolu: Yeni Bir Mücadele Zorunluluğu

Bugün küresel siyasette gördüğümüz kaos, yalnızca yeni bir hegemonya arayışının değil, uzun süredir devam eden ekonomik ve toplumsal adaletsizliklerin de bir sonucudur. Devletlerin de bireylerin de sistemli bir şekilde güçsüzleştirildiği bir dünyada, bu düzene karşı koymanın yolu da örgütlü mücadeleden geçmektedir.

Uluslararası sistem, halkları değil, sermayeyi koruyan bir düzen halini aldı. Ancak geçmiş, toplumların yalnızca kabullenerek değil, karşı koyarak tarih yazdığını da bize gösterdi. Savaşların bitirilmesi, sömürünün önlenmesi ve eşitliğe dayalı bir düzen inşa edilmesi, ancak küresel ve yerel düzeyde bir araya gelmiş toplumların ortak mücadelesiyle mümkündür.

Bugünün meselesi, geçmişte kazanılmış hakların nasıl elden kayıp gittiğini görmek ve bu gidişatı durdurmaktır. Zira sistemin kontrolsüz biçimde çöküşe sürüklendiği bir dünyada, faturayı ödeyenler yine en güçsüzler olacaktır. Çalışanlar, yoksullar, yerinden edilmiş halklar ve küresel sistemin dışına atılanlar… Ancak şu unutulmamalıdır ki, tarih bize hep şunu göstermiştir: Düzeni belirleyenler daima onu yıkabilecek güce de sahip olmuşlardır. Ve o güç her zaman kolektif ellerdedir.