Sürdürülemezliğin Dayanılmaz Hafifliği

İnsan doğanın meraklı ve haşarı çocuğu. Tarih boyunca geçirdiği -ve hala geçiriyor olduğu- bütün badirelerden, savaşlardan, soykırımlardan acılarla sıyrılmayı başararak bugüne, 21. yüzyıla ulaşmış olan insan… Henüz nesli tehlike altında değil, uzunca bir süre daha yaşayabilmeyi ümit ediyor. Peki, bunu nasıl başaracak?

İnsan, bir ölçüde kendini doğanın sınırlamalarından kurtarmış durumda. Yabani türlerin aksine kaderine razı olmuyor, iklimin hışmından korunmak için kendisine evler, giysiler, yapıyor, ateşle ısınıyor. Hastalıklarla baş etmenin yollarını bulmuş, ömrü uzadıkça uzuyor. Bütün bunları bir zamanlar direkt doğadan sağlıyordu şimdi sentetik ürünlerden sağlıyor, gelecekte ne olacağını ise bilemiyoruz, biraz sezebiliyoruz. Lükse düşkünlüğü, ürettiği bilgiyi teknolojiye çevirerek onu rahat ettirecek çözümleri bulmasına yol açıyor. Bütün bunların bedelinin nasıl ödendiği ise çoğu zaman düşünülmüyor.

Zihinlerimizde beliren ve bizi endişelendiren 《gelecek》 sorununa çözüm arama işine, konunun nedenlerine bakmakla; bir anlamda günümüz insanının değişmiş özünü anlamakla başlayalım.

Dönüşsüz ok: Öncesiz sonrasız zaman

Bir an için günlük yaşamımızın ne kadarını gerçek işler yaparak harcadığımıza bakalım. Boş vakit kavramının altını çizelim. Hayatlarımız, iş saatleri ve boş vakitler olarak ikiye ayrılmış durumda. Sabah dokuzda işbaşı yapılıyor, akşam altıda paydos ediyoruz. Biz bütün gün kendimizi bir binaya kapatmış çalışırken, hayat dışarıda cıvıl cıvıl devam ediyor, çiçekler açıyor, yapraklar sararıyor, yağmurlar yapıyor, cemreler düşüyor, kırlangıçlar göç ediyor. Zamanımızı saatlere ve takvimlere bağlıyor, planlar yapıyoruz; sanki hep hayatta olacak ve dünyada kalacakmışız gibi.

Sürekli peşinde olduğumuz mutluluk ve huzurun, yüz vermeye hiç yanaşmadığımız “şu an, bugün ve şimdi”de saklı olduğunu kabul etmek istemiyoruz. Acı çekiyoruz. Geçmiş bir yük gibi sırtımızda; hırslanıyoruz, kıskanıyoruz, öfkeleniyoruz. Ölüm bizi korkutuyor. Her an kapımızı çalabileceği ihtimalini düşünmeden geleceğe yatırımlar yapıyor, gelecek için kaygı duyuyoruz. Ve o nedenle çalışıyor, çalışıyor, çalışıyoruz. Ne olduğunu bilmediğimiz kazançlarımızı, var olduğunu bile bilmediğimiz bir geleceğe yatırıyoruz. Sürekli alıyoruz ve vermiyoruz.

Ortak parantez yaşamları: Terziler, temizlikçiler, çocuk bakıcıları, çiftçiler, aşçılar ve diğerleri…

Hayatın her anına eşit olarak yayılmış işleri küçümsüyor ve daha önemli işler yapabilmek için bu konularda hizmet satın alıyoruz. Evlerimizi temizlikçi kadınlar temizliyor, çünkü evimizi temizlemek için vaktimiz yok; soframıza gelen ekmeği fırında pişiriyor; o ekmeğin buğdayını çiftçiler yetiştiriyor, çünkü ne buğday yetiştirecek tarlamız var ne de ekmek pişirecek bilgimiz; çocuklarımızı bakıcıların ellerine bırakıyoruz, onları eğitip büyütsünler diye, çünkü çalışmak zorundayız, onlara bakacak vaktimiz yok; elbiselerimizi butiklerden alıyoruz, çünkü dikecek zamanımız yok. Beton binaların içinde, soluk aldığımız havanın kaynağından uzak, güneşle aramıza cam koyarak, sözüm ona 《yaşam kaliteli》 konservelerde yaşıyoruz. Kendimizi tedavi edebilmek için yoga seanslarına katılıyor, meditasyon yapıyor, reiki dersleri alıyoruz. Bizi iyileştirecek şifanın içimizde olduğunu, çok derinlere attığımız ve belki de oradan çıkarmak için zamanımız olmadığından unutuyoruz.

Bu orman kaç para, şu nehir kaç kuruş?

Doğal kaynaklar, canlı ve cansız çevre, ekonomi, taşıma kapasitesi, üretim, fayda… Bütün bu kavramları üreten ve yaşamlarımızı bu kavramları üreten ve yaşamlarımızı bu kavramlara indirgeyen zihniyetin temelinde “değer biçme” ve “verimli değerlendirme” gibi arzular yatıyor. Üzerine baraj yapılmamış bir nehrin suları boşa akar, bakımı yapılmayan bir ormandan istenilen verim alınamaz, bozkırlar ekilmezse ağaçlandırılmalıdır gibi düşünce hataları üzerine kullanım politikaları geliştiriyoruz. Bütünün parçadan değerli, ormanın ağaçlardan; nehirlerin akan suyun miktarından daha fazlasını ifade ediyor olduğunu unutuyoruz.

İhtiyacın karşılanması için ortaya çıkan değer biçme hastalığı, değişim aracı olan para bulununca, kaynaklarla insanların aynı mekanlarda bulunma zorunluluğu ortadan kalkmış ve insanın topraktan kopuşu için uygun zemin bir bakıma hazırlanmıştır. Yediğimiz ekmeğin nasıl piştiğini, sebze-meyvenin nasıl yetiştiğini, giysilerimizin hangi ellerde dikildiğini bilmiyoruz. Mekandan kopuş, üretim ve tüketim süreçlerinde yabancılaşma ve duyarsızlığı da beraberinde getiriyor.

Uzun lafın kısası

Bu kadar laf-ı güzafın üzerine konuyu sürdürülebilirliğe bağlamak gerek. Günümüzde, doğal kaynaklar kamu malı olarak herkesin ortak hak iddia ettiği varlıklardır. Çünkü soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yürüdüğümüz kumsal hepimizindir. Süregelen yok oluşa ve tükenişe rağmen yeryüzü hala olağanüstü bir bolluk sergiliyor. Ancak içimiz bu bolluğu takdir edebilecek zenginlikte değil. Konfor ve lüks düşkünü olmamız bizi yoksullaştırıyor.

Özünde kırsal kesimde yaşayan insanların şehirde yaşayan insanlara üretim yaptıkları ve bugünün aç yaşam tarzlarını doyurmak, davranışlarımızda, düşünce şekillerimizde, alışkanlıklarımızda ve toplumsal örgütlenmemizde aramak durumundayız. Doğayla, doğal kaynaklarla aramıza koyduğumuz mesafeyi daraltacak çözümlere ulaşmalıyız. Bizi o doğru noktalardan koparan her harekete karşı uyanık olmalı, kısacası aşılanmalıyız. Önce başkalarından bir adım atmalarını beklemek yerine, hemen şimdi, bulunduğumuz noktada o adımı biz atmalıyız.

Sürdürülebilirlik, bizim geleceğimizden öte çocuklarımızın, hiç tanımayacağımız, gelecekte yaşayacak birçok insanın, diğer canlı varlıklarla beraber yaşayabilme koşullarını tanımlayan kısacık bir sözcük. İçini, bizim dünyaya bakışımız ve o bakışın nitelikleriyle doldurabiliriz. Umarız, kelime, sözlükte hak ettiği yeri bulduğunda sürdürülebilecek kaynaklara hala sahip oluruz.

Son açıklama; yanlış anlamaların engellenmesi umuduyla

Yukarıda sıralanan cümlelerdeki “biz” sözcüğü aralarında bizzat kendimizin de bulunduğu bütün insanları (bu tanımdan Zulu kabilesi yerlilerini, Aborjinleri, İnuitleri ‘Eskimo’, Amerika kıtası yerlilerini ve onlar gibi yaşayan bütün doğal türleri hariç tutuyorum) ve insanların yarattığı insanlığı kapsamaktadır. Sözüm meclisten dışarı değil, tamamen içeri, hatta meclisin tam ortasınadır. Bu yazıda incelendiği şekliyle insan, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere güven duygusunun sürekliliğini sağlamak adına sahip olduğu tek değeri, anlık farkındalığını, farkında olmadan belki de sonsuza kadar kaybetmiştir. Bu noktadan sonra geri kazanması biraz zor görünüyor, ancak hatırlayabilir. Bireyi hedef alan doğu felsefesi, insanın özgürleşmesini; korkularından, öfkelerinden, kıskançlıklarından, arzularından kurtulmasıyla mümkün görünüyor. Bu nedenle, insanın toplumsal değişimini toplumdan soyutlayamayacağı düşünülürse, günümüzdeki toplumsal ve evrimsel değişimlerin, bireysel bir farkındalıkla gözlenmesi gerekir.


Buğday Ekolojik Yaşam Dergisi/Temmuz- Ağustos 2002- Sayı 16

Fotoğraf: Iraz Mursaloğlu