Su

Çenesinin altına bağladığı eşarbı açıp, bir ucuyla boynundaki teri silmeye başladı. Terden alnına yapışmış beyaz saçlarıyla gizlenemeyen bir kederin taşıyıcısı gibiydi.

Pazardan aldığı üzüm poşetini masaya koymuş, nefesinin normale dönmesini bekliyordu.

Şuracıkta biraz soluknayım hanım kızım? Dedi

O sırada pazar girişine park etmekte olan araç sahibini uyarmakla meşguldum. Elimle oturmasını işaret ettim. Bir kaç dakika içinde işimi bitirip geldiğimde, masadaki suyu içmediğini farkettim.
Öylece oturmuş,
Sıvası dökülmüş duvara pür dikkat bakıyordu.

Birbirine paralel raylar gibi uzanan çatlakları gösterip;

“Bak bu çatlaklar; yönünü şaşırmış karıncanın yolunu belirliyor” dedi.

O dönem, kapalı pazarın girişinde bulunan güvenlik mobasında çalışıyordum. İşçisi, esnafı, memuru, öğrencisi… her kesimden insanın bir araya geldiği koşuşturma, beni öylesine yormuştu ki; cümleler ağzımdan ezbere dökülüyordu.
Zamanla insanları görmezden gelmeyi de öğrenmiştim.

Dolaptan bir bardak soğuk su alıp döndüm.
Elimdeki suyu görünce,

“Seni meşgul ettim, hadi bana müsade” dedi.

Ağustosun kavurucu sıcağında yolu oradan geçen ya da pazar yapan bir çok insanın
“varsa bir bardak su”
rica etmelerine alışmıştım. Ancak;
Hayatta en çok ihtiyaç duyduğum, samimiyet eksikliğine, yumuşak aynı oranda da ayıltan bir dokunuşu olmuştu kadının.

Gitmek istemesi beni nedense üzmüştü

Sesinde, yüzünde, bakışlarında insanı saran bir keder ve anlatmak istemediği bir öyküsü var gibiydi.

“Suyunu iç gidersin teyze”

Aldı bardağı elimden sadece dudaklarını ıslatacak kadar küçük bir yudum içti. Bardağı masaya bırakırken elinin tersiyle, bu yeterli der gibi uzağa itti.

Çocukların var mı?
Var iki tane
Beyin ne iş yapar?
Öğretmen-di

Gözleri fal taşı gibi açılmıştı,

öldü mü yoksa?
Hayır. Biz ayrıldık.
Evlendi mi?
Evet.
Senin için ölmüş tabi. Dedi.

*****

Derin bir iç geçirerek söze devam etti.

“Benim oğlum da öğretmendi. Gencecik fidan gibi. Çokta iyi bir kalbi vardı yavrumun.
80 olaylarında, sağ-sol davasına, sokakta vurdular oğlumu!
Hastaneye götürülürken su istemiş, vermemişler.

Kurşun yarasına su verilmezmiş.

Onu dinlerken ayaklarımdan dizlerime doğru hızla ilerleyen bir üşüme hissiyle bedenim buz kesmişti. Aklımdan Zeze’nin acıya dair sözleri geçiyordu.

“Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.” (Şeker portakalı)

*****

Yaşlı kadın; yanıbaşında akan nehire aldırmayan, gövdesi kurumuş bir ağaç gibi, kökleriyle direniyordu toprağa ve suya.

“Annemi çağırın” demiş. “Annem dayanamaz bana su verir”
diye düşündü herhal…
Gittim. Doktorlar su verme dediler.”

“Kurşun yarasına su verilmezmiş…”

Pazarın keşmekeş kalabalığı sessizliğe bürünmüş. İçimdeki tekdüzelik sancısı, büzüşüp kalmıştı.

Ağlamamak için
dışardaki kalabalığa çevirdim bakışlarımı. Aklıma anneannem geldi. Ne zaman ona rüya anlatsam, “Gördüğün kötü rüyaları suya anlat, su alır gider.” Derdi.

Ölüm değil, boşluğuna bıraktığı ateş topu, büyük acılara, pişmanlıklara yol açıyordu. Üstelik telafisi, özrü ertelenmesi yoktu.

Ben gözlerimi sağa sola kaçırırken, o
bir beşik gibi sallanıp durdu. Sanki bir an dursa, içindeki bebek uyanıp, çığlığıyla göğü yaracaktı…

“Son sözü “su” oldu yavrumun,
“Bilsem ölecek kana kana su verirdim oğluma.

-Su’da yıkandıkça, su aktıkça, su içtikçe acısı yenileniyor, bu acı yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok ediyordu.