Bugünün Rusyasını Anlamak -3-


Bu yazı dizimizin ilkinde Rusya’nın sosyalizmden kapitalizme geçiş gibi son derece özgün bir dönemi yaşadığını ve Rusya ile ilgili tahlillerde bu özgünlüğün mutlaka hesaba alınması gerektiğini vurguladık. Yaygın biçimde sanılanın aksine Rusya’da kapitalizme geçiş sürecinin kolay ve sancısız olmadığını pek çok öznel ve nesnel direnç noktalarının varlığının ortaya çıktığını ve Rusya’nın bugün kapitalist olarak nitelenmesini engellememekle birlikte kapitalist sistemin tam anlamıyla oturmuş olmadığını bazı önemli göstergeler bakımından hala “geçiş toplumu” görüntüsü verdiğini belirttik. “Putinizm” ve “Yeltsinizm”in bu geçiş sürecinde iki ayrı stratejiyi temsil ettiğini ve Rusya da bugün yaşanan çatışma ve gerilimin büyük ölçüde bu iki stratejinin rekabetinden kaynaklandığı saptamasında bulunduk.

İkinci bölümde ise “Putunizm”in stratejisini ve yol haritasını irdeledik ve bugüne kadar geçen süreçte hedeflerine ulaşmak bakımından “Putinizm”i hayli başarılı olduğunu söyledik. İçeride ekonomik sorunları hafifleten ve “yönetemezlik” tablosunu büyük ölçüde sonlandıran Putin’in aynı zamanda post Sovyet topraklarda ve Ortadoğu başta diğer coğrafyalarda da yeniden ağırlığını hissettiren bur güç haline geldiğini belirtik. Artık sıranın emperyalist hegemonya mücadelesinde ABD’yi dizginlemek ve çok kutuplu yeni bir dünya düzeni inşa etmek amacına geldiği saptamasında bulunduk.

Yazımızın bu üçüncü ve son bölümünde de bugünkü Rusya’nın emperyalist bir ülke olarak nitelenip nitelenemeyeceği sorusuna teorinin kıstasları ve pratik süreçlerin özgünlüklerini birlikte analiz ederek bir yanıt bulmaya çalıştık.

Rusya “çevre ülkesi” mi? Yoksa “emperyalist” mi? 

Gerek sanayi sermayesi ile mali sermayenin birleşimi bakımından, gerekse sermaye ihracı düzeyi açısından bakıldığında Rusya’nın bilindik emperyalist ülkelerden hayli geride olduğunu söyleyebiliriz. Mali ve sanayi sermayesi daha çok devlet bünyesinde birleşmiş durumda (ki, sanayi ve mali sermayenin birleşmesi tek başına zaten emperyalizmin göstergesi değildir; zira en geri kapitalist ülkelerde bile bu birleşme büyük ölçüde tamamlanmıştır), sermaye ihracı, özellikle portföy sermaye ihracı açısından da çok önemli bir nicelik söz konusu değil. Ki bu ihracın önemli bölümünün oligarkların vergi cennetlerindeki of shore hesaplarından kaynaklandığına ilişkin ciddi iddialar da var. Ayrıca belirli bir oranda sermaye ihracı yapıyor olmak da kendi başına artık emperyalizmin bir alametifarikası sayılmaz. Zira kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki finansallaşmanın ürünü gelişme, işbölümü ve eklemlenme düzeyinde pek çok orta gelişmişlikte -ve hatta daha az olmakla birlikte azgelişmiş- kapitalist ülke de şu ya da bu oranda sermaye ihracı yapar konumdadır. Rusya’nın ihracatını mamul mal ve hammadde kalemleri üzerinden masaya yatırıldığımızda buradaki tablo da pek parlak değil; ağırlıkla hammadde ihracatçısı bir ülke görünümünde. Dünyadaki en büyük 100 şirket içinde Rus şirketi sayısı diğer emperyalist ülkelere göre çok az bir nicelik tutuyor. Emek verimliliği açısından da aynı vasatlık söz konusu; yani Rusya teknolojik birikim ve donanım açısından da emperyalizme yakışır bir ileriliğe sahip görünmüyor. Bu ölçüt ve verilere bakınca Rusya’nın durumu diğer emperyalist ülkelere göre hayli zayıf ve hatta bazı kriterler açısından bir dizi kapitalist çevre ülkesinden bile kötü görünüyor(1).

Peki, bu koşullarda Rusya bir çevre ülkesi mi?  

Rusya, en yoğun ticari ilişki içinde olduğu Çin dâhil, AB ve ABD ile iktisadi ilişkilerinde bağımlı ülke pozisyonunda değil.. Rusya’nın diğer emperyalist ülkelere göre hatırı sayılır biçimde önde göründüğü iki alan ise enerji ve askeri sanayi… Bu iki sektörün ikincisinde Rusya ABD ile birlikte açık ara liderliği paylaşıyor, nükleer silah açısından Rusya ABD ”den daha önde;  enerji alanında da en önemli ihracatçılardan biri. Pek çok ülke bu iki alanda, bu arada Almanya başta bazı Avrupalı emperyalist ülkeler enerji alanında Rusya’ya bağımlılar. Rusya öte yandan Türkiye dâhil orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinden en az iki üç kat daha güçlü ve dünya siyasetinde pek çok emperyalist ülkeden çok daha etkili bir aktör. Yani Rusya’nın bir çevre ülkesi olduğunu söylemek de mümkün değil. Görüldüğü gibi tek başına bu veriler Rusya’yı çevre olarak nitelenemeyeceğini gösteriyor ama emperyalist olarak tanımlamaya da yeterli değil. O zaman durum üzerine değil süreçler üzerine yoğunlaşmak ve Rusya’nın bu açıdan konumuna ilişkin fikir verici dinamikleri analiz etmek bir mecburiyet.

Yöntemsel hatırlatmalar… 

Ama bu analize geçmeden önce bu ve benzeri durumları anlamak ve açıklamak bakımından önemli olan bazı yöntemsel hatırlatmalarda bulunmak zorunlu görünüyor. Tanımlar kuşkusuz ki önemlidir; ama tanımların en tam, olgun halleri öne çıkaran ve nispeten sabit ve donuk görünümlü, sınır çizici bir analitik alet olduğunu unutmadan. Tanımlar ve gerçekler arasında bu nedenle her zaman bir mesafe vardır. Tanımlar gerçeklere göre her zaman daha eksikli ve gerçekler tanımlara göre her zaman daha karmaşık ve çelişkilidir. Demek oluyor ki gerçeklerde tanımları zorlayan her zaman bir ya da birkaç unsur bulunur. Ya da şöyle söyleyelim: Hiçbir olgu gerçek hayatta tanımındaki saflığı ve pürüzsüzlüğüyle bulunmaz.

İkincisi, bir ülkenin bu çerçevede nasıl tanımlanacağı tek tek bu koşulların en olgun halde varlığı değil bütünsel olarak dünya ekonomisi ve siyaseti üzerinde böyle rol oynayacak bir güce sahip olması ve bunun pratikte de görünür bir biçim kazanmasına bağlıdır. Hollanda, Almanya, Japonya gibi emperyalist güçlerin ya da yakın zamanlara kadar Çin’in ekonomik güçlerini çeşitli sebeplerle askeri güçle birleştirememesi onları emperyalist olarak nitelememizin önünde engel teşkil ediyor mu? Yaygın literatüre bakılırsa, hayır. O zaman çeşitli tarihi ve siyasal sebeplerle ekonomik potansiyelini sermaye ihracını ya-da dünya çapındaki etkin tekellerin sayısını artırmak doğrultusunda kullanmakta geç olan ülkeleri de, sırf bu nedenle emperyalist olarak nitelemekten imtina etmememiz gerekir. Tekrarın riskini göze alarak söyleyelim:  bir ülkenin bu çerçevede nasıl tanımlanacağı tek tek koşulların en olgun halde varlığına değil bütünsel olarak dünya ekonomisi, siyaseti, askeri yapısı, kültürel ve ideolojik biçimleri üzerinde etkileyici-yönlendirici rol oynayacak bir güce sahip olması ve bunun pratikte de görünür bir biçim kazanmasına bağlıdır. Ama tüm bu faktörlerdeki etki derecesinin eşit derece de yüksek olması gerekmez hatta bazılarında oldukça zayıf da olabilir. Tüm bu alanlarda eşit derecede yüksek etkiye sahip olmamak emperyalist olmamanın değil emperyalist hiyerarşi içinde hegemonik bir konumda olmamanın bir göstergesidir. Hatta şunu de eklemek gerekir: Bir emperyalist ülke çok güçlü bir sermaye birikimine ve meta üretim düzeyine sahip olabilir ama eğer kendi iç pazarı bu birikimi emebilecek büyüklükteyse bu birikim ve üretimin pek az kısmını uluslararası ticarete konu etmeyi tercih edebilir. Bir zamanların ABD’si böyleydi örneğin… Eisenhower ‘un ünlü “ABD halkının tüketim ihtiyaçları aleyhine bir emperyalist politika ABD hegemonyası açısından büyük risktir” mealindeki yaklaşımı ABD açısından her zaman gözetilen bir unsur olmuştur. ABD ancak kendi pazarını Japon ve daha sonra da Çin ürünlerine açarak iç pazarın tüketim ihtiyacını bu yolla karşılamaya başladıktan sonra bu tablo nispeten değişmeye başlamıştır.

Üçüncüsü herhangi bir olguyu tamamlanmışlık kadar (belki de daha fazla) bir süreç olarak da analiz etmek gerekir. Yani potansiyel olarak bu güçlere sahip olan bir ülke henüz eksiksiz bir emperyalist olarak tanımlanamasa da sürecin yönü açık ve kuvvetli biçimde bu yöndeyse biz ona, henüz tam değil diye emperyalist yerine çevre ülkesi diyemeyiz. Emperyalizm temel olarak iktisadi güç ile ilişkilidir. Ama aynı zamanda siyasi, ideolojik, askeri ve kültürel veçheleri de söz konusudur. Dönemsel olarak bu alanların bir veya birkaçında egemenlik ilişkisi kurmak ama diğerlerinde eksikli olmak emperyalist olmamanın değil emperyalist hegemonya kurabilme yetisindeki zayıflığın belirtisidir.  Örneğin ikinci savaştan her alanda büyük bir yıkımla çıkan Almanya ve İtalya’nın o anki fotoğrafını çekip bu iki ülke artık emperyalist değil çevre ülkesidir demek hiç kimsenin aklına gelmemiştir. Zira o ülkelerin potansiyellerinin yanı sıra dünya ekonomik ve siyasi dengeleri, bu ülkelerin çevre ülkesi haline gelmeyeceğini kısa sürede yeniden eski konumuna yakın bir konuma sahip olacağını açıkça gösteriyordu. Çin örneği üzerinden bu aynı konuda yakın zamana kadar yürüyen tartışmaları hatırla(t)mak da açıklayıcı olacaktır. Pek çok kimse Çin’i sermaye ihracından ziyade meta ihracı yaptığı, dışarıyı sömürmekten ziyade ülkesindeki çokuluslu şirketler tarafından sömürüldüğü, ileri teknolojiye değil emek yoğun sektörlere ve ucuz emeğe dayalı bir ekonomi olduğu, askeri bir güç olmadığı vb. nedenlerle “çevre”, “yarı-sömürge” bir ülke olarak nitelemekteydi. Ama durumdan öte dinamiklere bakarak tahlil yapanlar Çin’in istikrarlı biçimde emperyalistleştiğini ve bütün verilerin bu çizginin giderek daha da derinleşeceğini gösterdiğini söylemekteydiler. Aradan geçen sürede Çin’in yukarıda sayılan eksikler konusunda ve sıçramalı biçimde daha net bir emperyalist karakter kazandığını gösterdi. Gerçi hala “ama şu eksik, ama bu tam değil!” itirazları kaybolmadı ama bu itirazların pek bir etkisi kalmadı; artık yaygın olan eğilim, Çin’in ABD tahtını şimdiden ve rahatsız edici biçimde sallamaya başlayan yeni bir hegemonya adayı emperyalist güç olduğu yönünde.

Ve son olarak geçiş sürecinde olan ve henüz hiçbir alanda tam olarak stabil hale gelememiş bir ülkenin çevre ya da emperyalist olarak nitelenmesi için iyi kötü stabil bir özellik kazanmış ülkelerdeki tamlıkta kriterler aramak ve göremeyince bu ülkeyi otomatikman bir çevre ülkesi olarak tanımlamak pek bilimsel bir tutum olmayacaktır. Örneğin Lenin feodalizmden kapitalizme geçme konusunda bile bir tamlık taşımayan Rusya ve Avusturya Macaristan imparatorluğunu, sahip olduğu potansiyellerle pratik siyasette emperyalist rekabette güç sahibi aktör rolü oynayabilen konumlarından dolayı, emperyalist ülkeler kategorisinde saymıştı. Lenin’in “Sosyalizm ve Savaş” kitabında Rus emperyalizmi için kullandığı tanımsal ifadeler konumuz açısından oldukça aydınlatıcıdır:” Rusya’da yeni tipte bir kapitalist emperyalizm… kendini açık biçimde ortaya koymuştur… ama genellikle Rus emperyalizminde egemen unsur militarizm ve feodalizmdir.” Biz de bugün bu tanımı şu biçimde yapabiliriz: “Rusya’da yeni tipte bir kapitalist emperyalizm kendini açık biçimde ortaya koymaktadır. Ama bugün için genellikle Rus emperyalizminde egemen unsur bürokratik militarizmdir.” Yine Lenin’in gelişen emperyalist ülkeler kategorisinde saydığı Japonya ve İtalya’nın Lenin bu nitelemeyi yaptığında ya sermaye ihracı son derece sınırlıydı ya da net sermaye ihracı hiç yoktu. Ve böylece Lenin, emperyalizmin tanımında belirleyici gördüğü ünlü 5 koşulu(2) gerçek hayata donuk biçimde değil dinamik biçimde uygulamak gerektiğini bu örnekler şahsında bizlere göstermiş oluyordu. Yani çektiği fotoğraf yalnızca o anın “durum”  fotoğrafı değil hareket halindeki bir sürecin belirleyici faktörünü saptayan bir fotoğraftır da…  Bugünün Rusya’sı da bir nevi geçiş toplumudur. Sosyalizmden kapitalizme geçiş toplumu. Rusya pek çok alanda eskinin izlerini, alışkanlıklarını, kurumlarını da bünyesinde barındıran melez bir görüntü sunmaktadır. Ama kapitalizme geçiş anlamında kritik alanlarda bir dönüşüm yaşadığı için biz Rusya’yı kapitalist olarak niteliyoruz. Bu aynı yöntem “Rusya emperyalist mi?” sorusuna yanıt ararken de temel bir yol göstericidir.

Rusya Emperyalizminin özgüllükleri nereden kaynaklanıyor?  

Bu çelişkili ve karmaşık tablonun oluşmasında her şeyden önce Rusya’nın emperyalist potansiyellerine rağmen uzun süredir bir varlık yokluk savaşı vermesi ve Batı bloku tarafından yarı sömürgeleştirme tehdidine karşı direnişi birinci öncelik olarak görmesi çok önemli bir etken. Bu durum Rusya’nın içeride ve dışarıdaki ekonomik, siyasi ve askeri önceliklerini uzun bir süre boyunca belirledi. İkinci önemli etken Rusya’nın sosyalizmden kapitalizme geçiş süreci yaşayan bir ülke olması… Beklenenin aksine hiç de kolay olmayan bu geçiş süreci yönü net biçimde kapitalizme doğru olmasına karşın Rusya’nın iyi kötü istikrarlı bir kapitalizm haline gelememesine neden oldu. Unutmamak gerekiyor ki sosyalizmin çöküşü Gorbaçov ve ama özellikle Yeltsin döneminde var olan ekonominin yıkım ve talanıyla da el ele yürüdü. Rusya bir anlamda çökertilmiş bir ekonomiyi yeniden inşa sürecinde. Ama Rusya ekonomisi bir ölçüde yıkım yaşan Alman ekonomisi gibi geçmişten devraldığı önemli bir sanayileşme pratiği bilgisi mevcut. Sanayi üretim altyapısı, temel endüstrileri besleyen doğal kaynak zenginliği bakımında fazlasıyla kendine yeterli olmasıyla,  savunma-havacılık-uzay sanayindeki birikim ve tecrübesine bağlı olarak yüksek teknolojili sektörlere yönelmedeki avantajlı konumuyla Rusya sıçrama potansiyeline fazlasıyla sahip. Tüm bu etkenlerin birleşik etkisiyle Rusya bugüne kadar ekonomisini çeşitlendirmek yerine bir strateji olarak doğal kaynaklara dayalı ve askeri yatırımların öne çıktığı bir ekonomik büyümeye öncelik vermek durumunda kaldı. Ama belirttiğimiz nedenlerle Rusya ekonomisinin bugünkü başta enerji olmak üzere doğal kaynakların ihracatına dayalı tek kaynak merkezli büyüme modeli yapısal değil konjonktürel bir zorunluluktur.  Ve yine aynı nedenlerle, devlet kapitalizmi tercihi öne çıktı. Bu durum mali ve sanayi sermayenin kaynaşmasında ve dünya üzerinde etkili tekel sayısında belli özellikler ve kısıtlar getirse de bunu niteliksel ve kalıcı bir zafiyet saymak ipek mümkün gözükmemektedir. ,Ayrıca ABD hegemonyasını sınırlamak amacıyla çevre ülkelere yönelik iktisadi ilişkilerinde SSCB döneminin bu ülkelerdeki saygınlığını kullanmak yoluna gitmesi ve bu anlamda hibe, yardım, düşük kar marjı gibi araçlara özel bir ağırlık vermesi gibi faktörler de buna eklenebilir. Ama Bu sömürücü değil dayanışmacı görünme çabası da ilelebet sürecek değildir.

Zaten Rusya’nın sermaye ihracı, dünya çapında faaliyet yürüten güçlü tekeller, mali ve sanayi sermayesinin bütünleşmesi vb. alanlarında her geçen gün istikametinin klasik emperyalistleşme doğrultusunda seyrettiği de açık. Bu duruma Rusya’nın SSCB mirası ekonomik potansiyelleri eklendiğinde, sermaye ihracı, mamul mal ihracı gibi kalemlerdeki hâlihazırdaki düşük profilinin yapısal yani emperyalist olarak nitelenecek bir güçten yoksunluğuyla ilgili olmaktan ziyade konjonktürel bir durumu resmettiği yargısına varmak hiç yanıltıcı olmayacaktır Neticede emperyalist hegemonya savaşının açık taraflarından biri olan, daha şimdiden dünyanın hemen tüm coğrafyalarında hatırı sayılır nicelikte ülke üzerinde söz sahibi bir güç haline gelmiş bulunan bir ülkeden söz ediyoruz. Bütün bunları nispeten uzun süre finanse edebilen çapta bir ekonomiden ve bu ekonomik potansiyelinin dünyanın ikinci büyük askeri yapısıyla tamamlandığı bir güçten söz ediyoruz.

Sonuç olarak… 

Bu faktörlere bakarak ve fakat elbette yukarıda belirttiğimiz özgüllükleri de göz önünde bulundurarak Rusya’nın, emperyalist ülkeler kategorisinde değerlendirilmesi en doğru saptama gibi gözüküyor. Daha doğrusu çevreleşme-yarı sömürgeleşme tehditlini de somut olarak yaşayan ve fakat aynı zamanda hegemonik emperyalist güçlerden biri olma potansiyellerine de sahip bir emperyalist güç… Saydığımız tüm zayıflık ve kırılganlıkları Rusya’nın emperyalist olmadığına dair belirtiler olarak okumak çok yanıltıcı olacaktır. Zira bu belirtiler daha ziyade Rus emperyalizminin çok daha saldırgan, agresif, her türlü riski göze alabilecek ve bu anlamda içinden geçtiğimiz süreçte ABD ile birlikte en tehlikeli iki emperyalist odaktan biri olduğuna dair belirtilerdir.

Bu analiz çerçevesinde Rusya’yı antiemperyalist bir güç olarak görmenin ve buna dayanarak politika izlemenin ilkesel olarak yanlışlığı bir yana siyaseten de bir hata, hatta ölümcül bir hata olduğunu söylemekte-hatırlatmakta bizim açımızdan kaçınılmaz bir görev haline geliyor.

Okumayı zorlaştırmaması için rakamları metin içinde vermeyi tercih etmedim.  Rakamları da görmek isteyenler Hayrı Kozanoğlu’nun Birgün gazetesinde yayınlanan ve en güncel kaynaklara dayalı olarak rakamları da verdiği Rusya emperyalist mi?-I ve Rusya emperyalist mi?-2 yazılarına bakabilirler…
Lenin, emperyalizmin 5 koşulunu şu şekilde sıralar: “Üretim ve sermayenin yoğunlaşması; Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin kaynaşması; Meta ihracından öte sermaye ihracının önem kazanması; Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması;  Yeryüzü topraklarının büyük kapitalist güçler tarafından paylaşımının tamamlanması…”

Mahmut ÜSTÜN