Seçimlerimiz ve özgürlük kavrayışımız, dünyayı kendi kendini yiyip bitiren bir canlıya; insanı, kendi bindiği dalı kesen bir ahmağa dönüştürdü.
Enformasyon bolluğu nedeniyle adeta bilgi bombardımanı altında yaşıyoruz. Ne kadar bilgiye sahipsek, o kadar güçlü zannediyoruz kendimizi. Ancak bilgiden beslenmiyor, içinde boğuluyoruz. Edindiğimiz bilginin ne kadarı yanlış, ne kadar doğru olduğunu seçme fırsatımız bile olmuyor çoğu zaman. Bir olgu/olay gerçekleştikten sonra, kurulu düzenin faklı “mezhep”lerinin temsilcileri iletişim araçlarına kurulup, daha biz ne olup bittiğini anlamadan “bilinçlendirme” faaliyetine başlıyorlar. Böylece doğruyu yanlışı seçme şansımız sakatlanıyor.
Artık her şey fabrikasyon. Toplum, bilgi ve algı profesyonelleri tarafından belli konularda duyarlı, belli konularda duyarsız kılınıyor. Görüntü, ses ve resimle desteklenen kolaj tek gerçek olgu olarak takdim ediliyor. Parçaları birleştirme özgürlüğümüz daha başından elimizden alınıyor. Bu durumda bize de tribündeki yerimizi almak kalıyor. Böylece görsellikten, sesten oluşan bir hapishane inşa ediliyor bize. Seçimlerimiz ve özgürlüğümüzü gerçekleştireceğimiz zemin tam da burası oluyor.
Diğer taraftan bize, seçme özgürlüğümüz olduğuna dair bilgiler veriliyor. Oysa seçtiğimiz şey, başkaları tarafından seçilmiş, belirlenmiş seçenekler… Böyle olunca bizim seçme ve seçimlerimizi özgürce yaptığımız düşüncesi bir şehir efsanesi oluyor. Bu durumda, özgürlüğümüzü, kimliğimizin bir uzantısı, kişiliğimizin bir parçası gibi algılayamıyoruz. Hazır, üretilmiş, fabrikasyon seçeneklerden birini seçmeye zorlanıyoruz. Hâkim ekonomik ve politik sistemi bu koşulların ürünü olarak yaşatıyoruz. Siyasal sistemin niteliğini belirleme anlamındaki seçimlerimiz dört, beş yılda bir sandığa atılan oyla “doruk” noktasına ulaşıyor. Oysa asıl seçimlerimizin daha sandığa gitmeden hayatın içinde yapmış olduğumuz seçimler olduğunu pek düşünemiyoruz.
Özgürlük ve seçim ilişkisi anlam dünyamız açısından, bizi başkasının gözüyle tanımlayan, belirleyen bir ilişki. Verili durumda kitleler, özgürlüğünün koşulunu ölçülebilir, sayılabilir şeylere sahip olmakta görüyor. Ahlâk, adalet, zekâ gibi soyut değerleri ölçecek bir baza sahip değilse toplum, doğal olarak ölçülebilen şeylere yöneliyor. Tanımlanmış, standartlaşmış şeyler cezbediyor onu.
İnsan sürekli seçim yapmak durumunda olan bir varlık. Toplumsal gelişmenin dinamiği bunu emrediyor. Yukarıda belirtilen çerçevede, bir gruba, sınıfa, kültüre ait oluyor. Seçimler, tercihler değiştiğinde, bunların tümü veya bir kısmı değişiyor. Çoğu zaman aleyhine olan seçimlerin de yapıldığı bir vakıa. Ekonomik, sosyal, politik koşullar insanların seçme özgürlüğünü belirliyor. Her konuda önümüze konan seçenekler, bizi bağlıyor; böylece toplumun en yüce kolluk kuvveti olup çıkıyor. Kapitalist sistemin en can alıcı yaptırımı belki de bu.
Bu nedenle günlük yaşamdaki seçimlerimizin ne kadarı gerçekten bizim, tam belli değil (aslında belli). Zira, sürekli, devlet, tüketim alışkanlıkları, ideolojiler, dinler tarafından kandırılıyoruz. Seçimlerimiz tüm bu kurumlar tarafından kutsanıyor. Elbette insan “seçme özgürlüğünü” kullanmadan yapamıyor, ancak bir başka açıdan da “seçme özgürlüğü” dediğimiz şeyin “bölücü” bir yanı da var. Bu, bir şeyi, bir arkadaşı, bir halkı, bir inanışı seçerken diğerini reddetmeyi gerektiriyor. Büyük bütünle kucaklaşmamıza ket vuruyor. Evet, özgürlük bir reddetme eylemidir ama aynı zamanda bir kucaklaşma eylemi de olabilmelidir.
Ama sonuçta özgürlük bir ruh halidir. Soyuttur. Onu seçimlerimizle somutlarız. Maddileştiririz. Bizi güven içinde tutacağına inandığımız duyguları, kişileri, nesneleri seçmekte anlam ararız. İnsanları sömürmek, doğayı yağmalamak da günümüz insanı için anlamlıdır. Ama bu etik midir? Davranışlarımızı ahlâki olarak doğrulama ihtiyacımız olmadan nereye kadar gidebiliriz? Seçimlerimizi ahlâki olarak doğrulama yoluna gitmeden nasıl yeryüzüyle barış içinde yaşayabiliriz? Özgürlük, olabildiği kadar farklı bileşen tarafından onaylanıp doğrulandığında gerçek anlamına kavuşacaktır.
Tabii yapıp ettiklerimiz bizi taraf olmaya da itebilir; yıkıcı bir enerjiye de dönüşebilir; yapıcı bir enerjiye de. Galibiyete de yol açabilir, mağlubiyete de; mağduriyete de, sevince de yol açabilir. Ama yaşamın kutsallığından yana seçimlerimizin tarafı yoktur. Çünkü o, evrensel bir ahlâktan beslenir. Yaratıcıdır. Yıkıcılığa pirim vermez. Öç almaktan ve muhalefet etmekten yana değildir. Tıpkı edebiyatı, şiiri, müziği, mimariyi seçenin tarafı olmadığı gibi. Şayet bir taraf aranacaksa evrenselden yanadır. Özgürlüğü, adaleti, doruk noktasına ulaştırmak seçimlerimizi ve özgürlüğümüzü ahlâki anlamda evrenselleştirmekle mümkündür.
Zira insanın en temel değeri yaşamdır. Bu seçim değildir, içine doğulan şeydir. İşten güçten arta kalan zamanın kısıtlılığından, hangi gömleği giyeceğimizi, onun altına nasıl bir pantolonun uyacağını, hangi çantanın daha şık duracağını düşünmekten bizi doğuran yaşamı düşünmeye vaktimiz kalmıyor.
Kaldı ki tarih boyunca insan insanı öldürmeyi, diğerinin özgürlüğünü kısıtlamayı seçti. Bunu kendi mutluluğu adına yaptı. “Özgürlüğü” için yaptı. Ama şimdi evrensel bir mutsuzluk içinde çırpınıyor. Temel olanı, tali olana feda ediyor.
Farkında mısınız bilmem, seçimlerimizle, doğayı ve insanı talan ediyor; sömürüyor, hakaret ediyor, işkenceye tâbi tutuyor, tecavüz ediyoruz. Onları aşağılıyoruz. Kendimizi düşünürken tümümüzü yok edecek canavara kan taşıyoruz. Seçimlerimizle özgürlüğümüzün koşullarını ortadan kaldırıyoruz.
O halde şimdi, seçimlerimizde devrim yapmanın zamanı. Bunu yapmanın, devrim fikrinde devrim yapmak olduğunun farkında mısınız?
Sahi, seçimleriniz ve özgürlüğünüz neyi eleştiriyor, neyi kabul ediyor? Tekrar düşünür müsünüz bunu? Belki o vakit, seçim ve özgürlük kavrayışımıza yeni bir elbise dikeriz.
- Sol Siyaset Saatleri Yeniden Ayarlanabilir mi? - 14 Aralık 2024
- Özgürlük Güzergâhı - 16 Kasım 2024
- Bir İdeoloji Olarak Bilim - 17 Ekim 2024