Seçimler (ya da biat/kulluk hali) Üzerine Bir İddia!

Bu kısa yazının yegâne iddiası olası seçimlerin iktidardaki klik tarafından kazanılacağına dairdir.

Soru; sonuçları itibarıyla konumuzla doğrudan ilgisi olabilecek bir soru ile başlamak istiyorum; yanıtını beş-altı ay içinde bulacağımız… Hemcinslerine açıkça küfür eden bir iktidara/mantaliteye kadınların yüzde kaçı oy verecektir?

İddia durumuna dair; bu bir iddia yazısıdır; yapılma olasılığı hala var olan seçimler üzerine ya da bu seçimlerin sonucu üzerine bir iddianın tümüyle “kişisel deneyimlerin ve vargıların” yol göstericiliğinde girilecek bir iddianın dillendirilmesidir. İddialılık öznelliktir. Kuşkusuz bu yazıda dile getireceğim örnekler ile seçim sonucuna dair “iddialı” tahminlere ulaşıyor olmam en başta akademizm hastalığından muzdarip –ki emin olun tamamına yakını öyledir/kibrin iki yüzü- akademisyenler tarafından politik/teorik doğruculuk kıskacında yadırganacak, eleştiriye, üstelik en ağırı tarafından, tabii tutulacaktır. “Biz(ben) kim oluyoru(m)z ki?” Bunu hepsi doğrudan söylemeyecektir; hepsinin söyleyeceği şeylerden biri, belki de en başta geleni, şu olabilir: “kitlelerin, halk ya da halkların seçimlerdeki davranışı ile günlük politik/pratik tepkileri arasında farklılık vardır; ikisi birbiri ile ilişkilendirilemez… vesaire” İddiamı onların bu savları destekler: ben hem ilişkilendirilebileceğini hem de aksini söylüyorum; her iki durumda paradoksal olmayan bir biçimde sonuca dair iddiamı destekler.

Bir saptama: Saptama bana ait; sol ya da muhalif partiler ya da akademisyenler eğer sokağa inerlerse, çarşıya pazara vs., karşılaşacakları ve şaşıracakları “şey” şudur. “Halk” ekonomik krizin daha da derinleşmiş haliyle içine düştüğü derin yoksulluğu-yoksunluğu-açlığı kanıksamış, benimsemiş ve bu duruma/durumuna alışmış görünmektedir. Ve kurtarıcı olarak kendilerini bu çukura iteleyenleri görmektedirler. “O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Onlarca yıldan bu yana uygulanan sadece ekonomik saldırı/yıkım programları ile değil çok daha etkin kültürel yozlaşma/soysuzlaşma programları ile bugün gelinen noktada dilenci topluluğu- (kesinlikle topluluk; toplum değil; güruh vurgusuyla!) şükür kültürü ile karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Çöp toplayıcılık bir gerçekliktir ve o kadar gerçekliktir ki artık haber bile değildir!

Efsane değil gerçektir; bir kilo nohut onun beş senede bir yaptığı seçim tavrını belirlemesine aracı olur. Birkaç gün önce dolabına giren ve önceki gece karnının doymasını sağlayan nohut (vesaire)  onun oyunun rengini de belirleyebilir. O gün karnı doymuştur, ona yeter, yarınına gelince “kader planı” nasıl belirlendiyse öyle. Sessizce kabullenir kendisi hakkında yapılan “planları”; “Allah devlete millette zeval vermesin” argümanına sığınır; araştırılması zorunlu bir tür carpe diem halidir onun ki. Bu paragrafa özgü iddiam odur ki, o bir ya da yarım kilo nohut olmasa da bundan böyle “aynı” partiye oy verecektir. Yobazlığı, muhafazakar körlüğü tanımlayan en önemli unsurlardan birisi de insanın insana, insanlığa ya da en azından olmak kaydıyla kendi varoluşuna saygısının olmaması değil midir?  Diğer taraftan bırakın toplum olmayı topluluk olabilmeyi bir kimi durumlarda zar zor becerebilen “kitle” her zaman güce meyillidir.

Siyasi katılım nedir? Bu soruya yanıt tümcesi çoklukla “bir siyaset bilimi terimidir” diye başlar. Biraz konu dışı ama “siyaset bilimi” ya da “siyaset bilimci” ne demektir? Bunca yıllık ömrümde net/doğru bir şekilde anlayamamışımdır; naçizane! Devamında “halkın, kitlelerin ya da bireylerin –kim kastediliyorsa o- siyasi karar alma mekanizmalarına katılım şeklini niteler” diye devam eder tanım. Nelerdir bunlar? Politikaya atılma, yazılı sözlü düşünce paylaşma, örgütlenme ya da siyasi partiye katılma, mitingler, sivil itaatsizlikler ve protestolar, demokratik hak arayışlarına aktif katılım ve “diğerinin”, “ötekinin” özgürlüğünü ve haklarını savunmak için yapılan tüm eylemler, ideaları temsil eden tüm varoluş halleri; ve tabii seçim, onlarcası arasında diğerlerinden nitelik farkı olmayan bir biçimde “seçimler”.

Halkın “siyasi katılım” konusunda alabildiğine isteksiz ve duyarsız, umurasamaz olduğunu söyleyebiliriz. Başlıca iki siyasi katılım şeklini tercih ederler: 1-Seçimler 2-En hevesle katıldıkları ise “linç” durumudur. Sosyalist gençlere dayak atma konusundaki istekli halleri ve muhbirlik heyecanları, coşkusu ülkemizin –ve benzer ülkelerin- siyasi katılım örneklerindendir! İhmal edilen ya da yüzleşmek istemediğimiz bir realite var: halkımızın yüzde seksen beşi dinci ve ırkçı faşizme meyillidir, bir kısmı buna itiraz etse bile hemen her gün karşılaşma olasılığı olan bir durum, olay vs. onların gerçek rengini ortaya çıkaracak turnusol işlevi görmektedir. Geri kalan on beşin on üçlük kısmı ise ayrı bir tartışma konusu (!), artık en iyimser tahminle yüzde iki ile ne olursa o. Ne var ki halkımızın “demokrasi kültürü ve geleneği” ile hiçbir şey olmaz!

[Kirlenen ortamlarda diğer canlılara göre daha fazla yaşama ve var olma uyum becerisine sahiptir. Ancak onun bu becerisinden çok asıl sorulması gereken onun bir beyine ve kalbe sahip olmadan yaşamını nasıl oluyor da sürdürebildiğidir!]

Bu kısa yazı için anılara ulaşmada çağrışımların kapısını aralamak amacıyla son birkaç ayın matbuatını gözden geçirirken –ülkenin sakil siyasi ortamı hakkında bir ön fikir sahibi olmak için emin olun yeterlidir- 1977 seçimlerine ait bir anı bu yazıda paylaşılacaklar listesinde ilk sırayı aldı. Olay Zonguldak ilinin hemen yanıbaşındaki bir kasabada geçiyor; “karaoğlan” sıfatlaması ile sıkı ve gerçek bir faşistten sol’a ait efsanenin kurgulandığı yıllar… On üç-on dört yaşlarındayım, liseli bir devrimci genç. Kasabamızda iki sol grup hakim! Dev-Yol ve Halkın Kurtuluşu! CHP ve Ecevit çifti miting alanındaki otobüslerinin üstünde ve kasaba o zamana dek yaşanan en katılımlı mitinge şahit oluyor. O konuştukça herkes coşuyor; sanılıyor ki “devrim kapıda” ulu önderlerden birisi de o ancak konuşmasında sanki unuttuğu bir şey var gibi geliyor olmalı ki alandaki bir grup genç “tek yol devrim” diye slogan atma “gafletinde” bulunuyor, unutulanı anımsatmak üzere. O konuşmasına devam ederken, yıllar sonra birkaç mizansen fotoğrafın desteği ile neredeyse “romantizm tanrıçası” ilan edilecek olan eşi Rahşan yanındaki “sivilleri” çağırıp –pek dostça- eliyle tek tek göstererek slogan atan gençlerin göz altına alınmasını sağlıyor; alanda bir alkış bir alkış. Alanı dolduran binlerden onları savunan bir kişi bile çıkmıyor; tercih “muhafazakar” güçten yana. Gülümsüyerek kötücüllüğünü dışarı vurmakta sakınca görmüyor pek romantik çiftimiz. Kasabada ve ülkede seçimi CHP kazanıyor…

Ecevit(ler) olayı kuşkusuz sadece siyasetin değil sosyal-politik psikiyatrinin ve doğrudan doğruya psikiyatrinin de konusudur ama bu “millet” ya da bir kısmı gerçekle yüzleşmek yerine onu solcu ya da sosyal-demokrat zannetmekte bir beis (sorun) görmemiştir.  Bireyin ideolojik yapısını açığa vuran bütün gösterge örnek olaylarda Ecevitler bunca deşifre hallerine rağmen ölümlerine kadar bu demokrat-romantik ve hatta sol maskelerini koruyabilmişlerdir. Halk ya da seçmenleri bu maskeye biat etmiştir.

Biat bilincin teslim edilmesidir; biat yozlaşmışlık kuyusunun dibine körlemesine atlayış halidir. Bir toplumdaki biat kültürünün niceliksel yeğinliği siyaset terminolojisi açısından bakıldığında toplumsal dekadansı gösterir. Biat olan yerde çöküş/dekadans kaçınılmazdır.

Peki 2023 seçimini kim kazanacak?

(Ecevit için onu seven ve sevmeyen, oy veren ya da vermeyen de denilebilir, herkesin ortak fikri –işte biat kültürünün bir örneği- onun “kemalistliğinin” tartışılmayacağıdır. Bir soru: Ecevitçi ve ulusalcı kemalistler hep Lozan mevzu üzerinden iktidardaki dinci-ırkçı faşist klikle çatışmaya girerler. Onlara şunu sormak isterim Ecevit hükümeti sırasında çıkarılan, uluslararası sermayeye kesin bir boyun eğiş anlamı da taşıyan “tütün yasasının” Lozan’daki yeri nedir?)

Fatsa; “Fatsa’da ne oldu?” Böyle bir başlığı var gazetedeki “inceleme” yazısının; yazı belli ki ülkedeki geleneksel sol eğilimlerden birinin kalemleri tarafından hazırlanmış. Bu “geleneğin Türkiye’deki sola son kırk yıl içinde yaptığı tek katkının bir ufuksuzluk hali olduğunu not düşerek devam edelim; soru kanımca yanlış soruluyor; “Fatsa’da ne olmadı?” şeklinde sorulmalı ki, belki derlenip toparlanmaya zemin oluşturulmasına yardımı dokunabilir. Fikri Sönmez, Fatsa’nın o saygıdeğer belediye başkanı, naif bir proje başlatmıştı Fatsa’da. 12 Eylül’le birlikte tutuklandı ve ağır işkenceler gördü cezaevinde ölümüne dek… 7 Kasım 1982 yılında yapılan referandumda Fatsa halkı, birkaç yıl önce seçtikleri belediye başkanının ölümüne ağır işkencelere tabi tutulduğu saatlerde faşist anayasaya, işkencecilere/işkencecilerine %93 “evet” dedi. Kimse referandum sonuçlarını korkuya vesaireye bağlamasın, seçim tarzı analizi yapmasın; 12 Eylül referandumu yobaz ve faşist biat kültürünün coşkun bir şahlanışıdır. Hayır demeye cesaret edemeyenlerin kendilerini savunmaya ve onları savunmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu vaka da uyumsuz olan Fikri Sönmez’dir, halk –ve özelinde Fatsa- hep aynı durduğu yerdedir. 12 Eylül sürecinde 750.000 kişi (resmi kayıtlar ortalaması) tutuklandı –işkence gördü- 1980 nüfusunun 45 milyon olduğu anımsanırsa ülkede yaşayan her kişinin ailesinden ya da yakından tanıdığı bir kişi bu süreçte “cezalandırıldı”. Referandum sonucu ise % 91.3.

Fatsa olgusu seçimler bağlamında Ordu ilinin irdelenmesine yol açtı! Son yirmi yılına bakalım; bakacağımız yer, CHP’yi içimiz elvermese de dışarıda bırakarak “seçmen” davranışının en açık –ve tek- göstergesi olan seçim sonuçları olsun; sonuçlar derken, dinci-ırkçı faşist partilerin ve benzerlerinin aldıkları oy oranlarının toplamını izleyelim: 2011 de %78, 2015 de %72 ve %78, 2018 de % 85… ve her sene istisnasız özellikle ağustos ayında aynı zırıltı aynı kuru gürültü; fındık taban fiyatlarının “beklentileri karşılayamaması” üzerine “elim kırılsaydı da oy vermeseydim” nidaları… 2023 için şimdiden iddiaya girerim; tekrarlanacaktır ve oy/seçmen davranışında da herhangi bir değişiklik olmayacaktır, onlarca yıl önce bırakıldıkları yerde otlamaktan başka bir edimi olamayacak biçare sol ise tüm sevecenliği, halksever/halkofili sığıntısı ile Ordu’nun “devrimci” halkının bu kronik hastalığına birkaç sayfalık gazete işgali ile çare bulmaya çalışacaktır; hamalat bir beklenti.

[Akıntı ile hareket ederler, bazı türlerinin gidecekleri yeri belirleyen akıntıdır. Vücutları hidrodinamik olmadığı için yavaş hareket ederler. Yassılaşmışlardır, bu şartlarda var olmaya uyum sağlamışlardır.]

Halkla yüzleşme yolunda biraz cesaret; bu bağlamda en azından bir modacı kadar cesur olması gerekiyor sol’un; halkı ile halk ile yüzleşebilme konusunda, ona bu durumda “hak ettiğinin ne olduğunu” söyleyebilme konusunda. Akademik maval okumak ya da derin derin durum analizi yapmak yerine bu yüzleşme kimbilir belki toparlanmanın ya da yüzde birin altındaki toplam oy oranını –öyle ya seçim endeksli bir düşünce/davranış doğrulaması değil mi bu- yüzde bir buçuk hadi bilemedin ikiye çıkarmak mümkün olabilir.

On binde birlik tıbbi-bilimsel gerçek ya da “insanlık halini” saymazsak aynı oranda değerli halkında kalbi sol’da olmakla birlikte yaşamı niteleyen organ beyindir… soru kalp var mı? Romanesk anlamda!

Son iki üç ayın gazetelerini gözden geçirirken bu soruya da bir yanıt verme yolunda adım atılabileceğini düşünüyorum. Kendisini-emeğini savunan avukatların onlarca yılla cezalandırılmasına alkış tutma eğilimde olduğu görülen, yerlerde tekmeleniyor olmasına “şükredebilen” Soma ilçesinin seçim sonuçlarına tıpkı Ordu iline baktığımız gibi dinci-ırkçı faşist partilerin toplam oy oranlarıyla bakalım: 2011 de %70, 2014 de –maden faciasından iki ay önce- %75; (Mayıs 2014’de yüzlerce maden işçisinin ölümü ile sonuçlanan ve kimsenin sorumluluğunu üstlenmediği ve kimsenin sorumlu tutulmadığı, tutulamadığı facia meydana gelir) faciadan bir sene sonra 2015 de %80, 2019 da %75… Tekrar: işverene ve devlete ait sorumluluklar yok sayılarak, tümüyle yok sayılarak takdir-i ilahi / kader planı, işin fitratı vesaire denilecek, neye itiraz ettiğini pek bilmemekle birlikte itiraz edenler yerlerde tekmelenecek ve büyük çoğunluk bu süreci alkışlayarak sabretmenin cennete giden kapıları açtığına inanarak sabredecek… (Okurlara maden işçileri arasında yapılan oy tercihi/siyasi eğilim araştırmalarına bakmalarına öneririm. Hiç şaşırmasınlar!)

[Yaşamlarını idame ettirecek gerçek besinlerin azalması ve aksine çöp ve atıkların artması onların yaşamlarını etkileyen bir unsur olmamıştır. Çöp olan bölgelerde ya da akıntının atıkları sürüklediği bölgelerde daha çok görünürler. Besin zincirlerinin en önemli halkasını bu kirlilik oluşturmuştur.]

Söz konusu kasaba, maden işçileri dışında –her ne demekse “tarım emekçilerinin” de yoğunlukta olduğu bir bölgede yer alır ve tıpkı zincirlerine kaybetmekten korkarcasına sımsıkı sarılan işçilerde olduğu gibi “tarım emekçileri de” geçerliliğini neredeyse yüzyıl önce yitirmiş bir sol argüman ya da retorik olarak üretimden gelen güçlerinin hiç ama hiç farkında değillerdir ve farkına varmak için de bir çabaları yoktur. Emin olun “birileri bana dışarıdan bilinç getirsinde devrim yapayım” gibi bir düşünceleri ise hiç ama hiç yoktur! Tarım emekçisi eşitttir köylülük; ve köy-köylülük her türden gericiliğin yıkılmaz kalesi olarak kalacaktır; kaderleri böyle yazılmıştır! Konu ile az çok ilgilenenler geçen yılın en büyük gösterilerinden biri olan şu HES meselesinde köylülerin ne dediğini anımsar; “neden bizim köye yapıyor, karşı köye yapsın… kendi köyüne yapsın…” Yüzlerce HES yapılmıştır, birazcık çaba ile HES öncesi ve HES sonrası seçim sonuçlarına bakılırsa köylümüzün göz yaşartıcı çevre duyarlılığına şahit olunacaktır! Tekrar: yegane siyasal tepkisi seçim ise –ki öyledir- bu önemli bir veridir, derin sosyolojik analize gerek yok. Belki “kültürel genetik kodlanma”

[Hayati olduğunu düşündüğümüz birçok organa sahip olmamakla birlikte diğer canlılara göre daha basit olan ışığa ve kokuya duyarlı sinir sistemleri vardır.]

Ülkede derin yoksulluk-yoksulluk ve yoksunluk insanlık dışı boyutlarda iken  onlarca yıldan bu yana sabırla üretilen-geliştirilen şükür toplumunun bu yoksulluk halinin nedenini sorgulamaktan aciz olduğunu siyasi katılım şekillerine ve “alanda” verdiği yanıtlara bakarak iddia edersek yanılmış olmayız. Bunun değişeceğine dair bir emare görülmemektedir; yakın tarihi bilmeden yakın geleceğe dair öngörü oluşturulamayacağını söyleyebiliriz. Aslında bu bağlamda yakın-uzak fark etmez…

Okurlardan onun Denizlerin idam oylamasında “evet” oyu verirken çekilmiş fotoğraftaki yüz ifadesine ilgili fotoğrafı bulup bakmalarını öneriyorum. Aziz Nesin’in deyimiyle “bir darbe daha olsa komünist olacak” dediği Süleyman Demirel’den söz ediyorum. Onca ekonomik krizin ve yoksullaşmanın mimarı, zamanında sermayenin vazgeçilmez gözdesi olan Demirel’in bunca yıl peşinde koşmadı mı bu “millet” “baba… baba… kurtar bizi baba” diye histerik bir hezeyan, delirium halinde-üstelik daha kanlı sömürgen Evren’e koşulsuz kulluk etmeye and içmesinin üzerinden birkaç yıl geçmeden;  şimdi “Millet İttifakı” tarafından ve hatta “sol” tarafından tıpkı Ecevitlerde olduğu gibi “demokrasi havarisi” ilan edilmemiş miydi; öyle sanılır hala biçare hafızalarda… açlıktan ancak birkaç nöronla idare edebilen beyinlerin hafıza merkezlerinde…  Tekrarlamakta ve kafalara vura vura anımsatmakta yarar var; korku nedeniyle değildir %92, gönlü faşist cuntadan yana olmasının göstergesidir bu sayı… demokrasi kültürünün hiç ama hiç umursanmamasıdır; demokrasinin önemsenmemesidir. Cumhuriyetin “demokrasi tarihi” kayıtsız şartsız ve koşulsuz biat ve aşmış bir “gönüllü kulluk” halini gösterir. Ve süreklilik gösterir, süreklilik göstermeye zorunlu ve bağımlıdır.

[Tomurcuklanmayla ürerler.]

İki Soru: konu ile pek az ilgili; aslı varken taklidine neden oy verilsin. Diğer taraftan… Ancak sorun aslı-kopyası/taklidi değil seçmen davranışlarındaki biat-bağnazlık başatlığı. Kuşkusuz bu durum doğrudan cehaletlede ilgili; okumuş olmak  cehalet tsunamisine-patlamasına engel değil, aksine destek.

Devam edelim; American boys faşistlerin arkasından kimin peşinden koştu bu millet bu cumhur: Özal, Çiller… Neden yarı yolda –evet yarı yolda- bıraksın şimdi bunları cumhur/millet?

Ya da bir yılda kârını beşe katlayan sermaye/finans kapital neden yarı yolda bıraksın milyonlarca kişinin açlığı sefaleti üzerine birkaç bin kişinin inşa ettiği bu şanlı şahlanışı? Neden kendisini böylesine ihya edenlerle yola devam etmesin? Zaten “sermaye” yerli ve yabancı –diğer adı uluslararası çevreler- sermayenin “millete” el vermediğini ve bu bağlamdaki gönülsüzlüğünü görmüyor muyuz. (Aslında bu “mesele” de iddiamızın esas argümanını oluşturmamakta.)

Yazıya başlarken seçimlerin yapılma “olasılığından” söz etmiştim. Velev ki –zannetmiyorum ama- “her zamankinden çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz bu günlerde seçimle buna zeval gelmesin” deyip yapmadılar seçimi, kim ne diyecek, var mı karşı koyacak olan? Velev ki –zannetmiyorum ama- hile yapıldı seçimlerde, daha seçim/oylama devam ederken “atı alan üsküdarı geçti” dendi, sonuç ilan edildi. Buna kim karşı koyacak; “vatan millet sakarya” üçlemesine sığınıp mücadeleden kaçacak olanlar mı. Ekmeleddin’i milletine karşısına çıkaranlar ve hala bunu savunanlar mı. Seçim yenilgisini yedi yıldızlı otellerin kral dairelerinde highland partisi yaparak kutlayanlar mı, barış kelimesini dahi ağzına almaktan korkanlar mı ya da kadını ikinci sınıf varlık saymaya devam edeceklerini açık açık söylemekten çekinmeyenler mi… ya da “yenilen pehlivan güreşe doymaz” misali –bu arada kendilerini pehlivan zannetmeleri ayrı bir konu- gerçek/reel muhalefetin pragmatik-popülist (sokak jargonunda karşılığı kaygan-kaypak denir) siyasetten geçtiğini sanan “ötekiler” mi? Ya da yüz parçaya bölünmüş ve her bir parçanın liderlik kadrosunun başında bir Lenin, Stalin ya da Troçki veya Mao bulunan ancak yüzünün toplamı seçimler dünyasında yüzde iki bile etmeyen “sol” mu?

Durum “bu halde” iken “o halde” seçim sonuçlarına dair iddiam o dur ki…