Bir Necip Fazıl Kısakürek şiiridir Oyuncak…
“Kırıldı oyuncağım, artık bir daha gülmem;
Toz olur, toprak olur, duman olurum ölmem!”
Yaşamı ciddiye alan insanın oyuncağı olur mu?
Benim hatırladığım hiç sabit bir oyuncağım olmadı… Üç plastik bebek hala dururlar… Sonra bir köpekli bebek İngiltere’den hediye gelen, o zamanlar buralarda bulunmayan ve birde çok sonraları bir Barbie… Ama en çok minik tencerelerim… Yaprak yemekler pişirdiğim… Gerçeğinin minik kopyaları… Benim için bebeklerle oynamak demek ona kıyafet dikmek demekti… Çok normal bir şey bu çünkü annem terziydi… Çok oyuncak kıymeti bilmezdim… Hala da neden oynanacak şeyin bozulmadan, tabu gibi saklanması gerektiğini anlamam zaten… Adı üzerinde “oynamak” içindir o… yolunmuş saçları, nasılsa uzar diye kestiğim tırnaklarıyla duruyor Ayşe…
Sakladığım iki üç oyuncağım var… Ama çocukluğumda yatağa alıp sarılıp uyuduğum bir oyuncağım olmadı hiç… Ben yatağa kitap alırdım…
Yani annem bizi yatağa yatırırken elimize kitap verirdi…
Bu aşı bende tuttu da kardeşte pek tutmadı…
Benim oyuncağım kitaplardı… Meydan Larousse, Yelpaze, Ayna, Tarih Mecmuası ve raflardaki bir sürü kitap… 12 yaşıma geldiğimde raftaki bir sürü klasik kitabı okumuştum… Sonra tekrar okuduğumda bazılarını bambaşka anladığımı gördüm çocuk kafamla… İlkokul biterken taktığım gözlük yat artık denildikten sonra yorgan altında minik fenerle okuduğum kitaplardan kalmadır…
Oyuncağı kitaplar olan bir çocuğunuz varsa emin olun başınız sağlam derttedir… Çünkü muhteşem bir hayal gücü geliştirir kitaplar… Hiçbir zaman Pollyanna olmayı beceremeyen ona öykünmeyen çocuk bünyem, Carmen’i okuduğunda kendini çingene zannetmeyi becermiş, Uğultulu Tepeler’de ki Heathcliff’e kitabın ilk yarısında âşık olmuştu… Hala da bir şey değişmedi… Ruhum hala göçmen… Ve hala düşler kuruyorum… Çünkü her biten kitap yepyeni bir düş dünyası demekti…
Düşleri olmayan güçsüzdür. Çocuklaşamaz. Oyun oynayamaz… Oysa düşleri olan kocaman masal kahramanıdır… Yıkamaz onu minnacık devler…
Aptalca sorular soramaz, aptalca soruların pesinden koşup kahramanlaşamaz düşleri olmayanlar…
Aklımın merakını mazur görün. Çünkü deneyimleyen zihin daha fazlasına meyletmekte her gün. Düşler insanın oyuncağıdır, gerçeğini oluşturduğu ölçüde yıkımının da mimarıdır…
Yalnızca kendi elimizle var ettiğimiz realitenin gerçeğine kararsız kalmış aklımızın oyuncağıdır düşler. Yaşayıp giderken nedeni, nasılı ve olması gerektiği hali es geçip kendimizce bir yol tuttururuz bazen…
İnsan denen canlı beşerin görüşü hayalleri kadardır. Ulaşabileceğimiz en üst tepe noktamız ise o düşlerin izin vereceği ölçüdedir, yıkımının alanı da olmayacak beklentiler üzerine bina edeceği gerçekliğinin sarsıcılığı kadardır.
Düşler ve hayal kırıklıkları; ruhun olgunluğa istikametidir. Yetişkin insanın oyuncaklarıdır düşleri… Ve kitaplar düş kurduruculardır her yaşta…
Kitapların dışında iki oyuncağımı çok sevdim. Minik bir film makinesi vardı diskli, çevirdin mi şehirler görünürdü… Yok oldu, gitti… Bir de hala çok sevdiğim renk / çiçek dürbünüm… Yeşil plastik konik bir boru… İçinde kırılan şekiller ve renkler… Simsiyah giyinen bir kadının renkleridir o dürbünde gördüklerim…
Yıllardır hep Kaliedoscope toplamaya niyetleniyorum ama artık çok az var… Dışardan gelen kime söylesem ya anlamıyor, ya bulamıyor… Oysa çiçek dürbünüyle hayaller kurarak saatler geçirmişliğim var benim…
Bütün oyuncakları ve oyunları düş üzerine olan bir kız çocuğundan “ben” oluyor işte…
Sokak oyunları konusunda hiçbir zaman iyi olamadım ben… Zayıf bir çocuk olmama rağmen hızlı koşamazdım, yüksek duvarlara tırmanamazdım, yakan topta illaki hedef olurdum, saklambaçta bir kez çok sağlam saklanmışlığım vardı… Genelde sobelenirdim… Sokak oyunlarındaki başarı kısmı erkek kardeşe aitti…
Sonra büyüdük ve sokaklar bana kaldı… Ve ben sobelenmemeyi öğrendim… Yakan toplardan kaçmayı, yüksek engelleri aşıp geçmeyi öğrendim…
O küçük naif kız çocuğunu bugün çantasında bıçak olmadan sokağa çıkmayan sert ablaya neler ve kimler çevirdi bilmiyorum. Babamın ölümü elbette sebeplerden biridir ama bir o kadar da insanlara duymakta zorlandığım güven etkilidir diye düşünüyorum.
Dün akşam kardeş dedi ki, ben çoktan sallamışım insanları sen hala çaba gösterip üzülüyorsun… Her zaman benden net oldu…
O kitapları okumayacaktım anne ben…
İnsanların büyüdükçe insanlarla oynadığı bu dünyaya alışamadım ben…
Evet üzülüyorum… Bence kardeşte üzülüyor çünkü biz sevgiyle büyümüş çocuklarız… Sadece çıktığımız dünyanın sevgisizliğine uyum sağlama şekillerimiz, kişiliklerimiz gibi farklı… Ama özlerimiz aynı odada gece ışık sönünce korkmamak isteyen iki çocuk hala… İkimizin de sağlam hayal kırıklıkları var insanlardan yana… Dostluktan yana…
Büyüdüğünde de insanlara oyuncak vermek lazım…
Oynamasınlar diye başka büyük çocukların güvenleriyle…
“sen hiç saçmalamak istemedin mi?” dedim,
“çünkü bana göre benimle olman bile saçmalık”. Sanırım kendisini övdüğümü sandı.
“hiç alakası yok, sen çok iyi bir insansın ve beni her zaman anlıyorsun, anlamasan dahi anlamak için çaba sarf ediyorsun” dedi…
Buydu işte benim iyiliğim… Bir boktan anlamasam bile anlamışım gibi ayak uydurmak, belki de yoluna çıkmamaktı. Ya da sessizce yola yoldaşlık etmekti…
“Ben seni hiç anlamadım ki” dedim.
“Sadece kendi haline bıraktım… Her bir insanın diğer insanlara yapması gerektiği gibi”…
Sanki bir oyunu kaybetmiş, ya da bir işte başarısız olmuş gibi bir hali vardı. Manevi bir çöküş değildi onun ki. Başarmak istediği bir şeyi başaramamanın verdiği rahatsızlıktı. Belki de ilk kez yaşıyordu bunu. İstediği bendim ama istenilen o değildi. Onun için çok zor olmalıydı. Oysaki benim çok iyi bildiğim bir duyguydu.
“Neden?” dedi tekrar. İşi çok zordu. Anlayamıyordu.
Hâlbuki benim için mükemmel biri olduğunu düşünüyordu. Evet, “benim için” mükemmel. Hatta benim için fazla bile olduğunu düşündüğü zamanlar olduğunu söyleyebilirdim. Sanırım ona en çok acı veren şeylerden biri de buydu. Benim için “bile” mükemmel olamadıktan sonra kendisine biçtiği değerde büyük bir düşüş olacaktı. Belki de bütün derdi buydu.
“Çok garip.” Dedi…
Bütün kaygılarının bencilce olduğunu şimdi fark ediyordum. Benden daha çocuk olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. Bütün istediği basit bir oyuncaktı. Hayatındaki bütün stresi unutturabilecek, derdi tasası olmayacak bir oyuncak. Oyuncağı kendi iradesiyle karşısına geçmiş onu terk ettiğini söylüyordu. Basit bir oyuncak kendisine stres yaratmıştı. Zaten birçok derdi vardı bir de oyuncağı ile baş edemiyordu. İnsan ne diyebilir ki?
Sessizliği seçti.
Ben de en iyi bildiğim şeyi yaptım sustum…”
Yaşamından büyük olamaz beşer, belki bir masumu eşer de eşer, bulunamayacak bir mücevherin hayaliyle bir başkasını deşer ya da bir sevgiliyi, bir dost kırar geçer… Kendine oyuncak eder…
Tez bir aynaya görün ki fark et hayatının değerini, aksi halde kendine kefen örmeye devam ededurursun. Uzak durmak gerek, oyuncak sanıp yakın durandan… Yoksa tek bir çaren var, celladına hürmet etmek…
O nedenle düş’e düşmemek lazım dostlukta, sevgide… Oyuncak etmemek lazım sevgiyi, güveni…
Hayal gücünüzle doğru orantılı olarak her şey potansiyel oyuncaktır. Tencere kapağı, tıraş makinası, bir adet sopa, terlik, karton kutu, kedi boku… Hatta zaman zaman insanlar bile… Zaman zaman insanlar bile…
Devletin elinde, ana babanın elinde, işverenin elinde, sevgilinin elinde, dostun elinde…
Bir bakmışsınız hayatınız “yakan top”…
Ne diyeyim…
Oyun oynayanlara, hayatı oyun sananlara, insanları oyuncak sananlara…
O top bir gün patlar… Patlamazsa da yan apartmanda ki huysuz ihtiyar keser o topu…
Gürültü yapmadan oynayın…
Neticede ” insan her yaşta çocuktur, düşler ve oyuncaklar değişir. ”
“Oyuncak, insan yavrusunun ilk kitabıdır; hayat dersi aldığı ilk kitap.” – Refik Halid Karay
- “Aidiyet” Ait Olmanın Tadının Kaçtığı Şeyler - 23 Aralık 2019
- Dedikodu - 17 Ekim 2019
- Anne var, anne var… - 19 Eylül 2019