Dünyanın otoriter rejimler, savaş veya iklim değişikliği gibi “olağanüstü” kabul edildiği halde oldukça sık ve yaygın görülen durumlar nedeniyle, pek çok insan yerinden edilmesi, dünya sisteminin olağan halidir. Bir ülkenin ulusal sınırları içinde yer değiştirmek de ülkelerin sınırlarını geçerek göç etmek de aynı sistemin farkı parçaları. Göç etmek, yeni bir hayata başlama arzusu ile ilgili kabul edilir çoğu zaman. Halihazırdaki hayatı sürdürmek ve yeni hayatın potansiyelleri arasında bir seçim. Bir ülkenin sınırından geçtiğinizde, yeni bir yasal çerçeve, yeni bir gündelik hayat, yeni bir kültür, yeni bir dil, yeni bir topoğrafya ve iklim ve hatta yeni bir toplumsal kodlar sistemine gidiyorsunuz. Turist veya geçici görev ile gitmek ile yerleşmek üzere gitmek arasında dağlar kadar fark var.
Anthony Giddens, modernitenin doğası üzerine yazdığı eserlerde yaşanılan zamanın ve mekanın süreksizliğine ve parçalanmışlık hissi verdiğine vurgu yapar. Sözkonusu süreçleri süreksizlikler olarak nitelendirir. Marshall Berman’ın buharlaşan katılık olarak nitelendirdiği değişim ve yaşanılan mekanların kapitalizmin sürekliliğini sağlayacak şekilde iktidar ve yaşayanlar tarafından çatışmalı bir şekilde dönüştürülmesi yine aynı konseptin diğer yansımasıdır. Giddens’ın aktarımıyla zaman ve mekânın yeniden düzenlemesi ve yerinden edici mekanizmaların modernitenin önceki yerleşik kurumsal özelliklerini radikalleştirdiği ve globalleştirdiğini; bu süreçlerin gündelik hayatı ve toplumsal yapıyı da kökten dönüştürdüğünü aktarır. Zira iktidarın içinde karakterize olduğu sistem, varlığını mümkün kılan rejimleri mekansal düzeyde yaratmaktadır ve yaratılan mekansal düzenlemelerin gündelik hayatta karşılaştığı çatışmalar aracılığıyla ile kendi de dönüşmektedir.
Günümüz neoliberal düzenlemeleri, hayat boyu işgüvencesi veya mesleki yeterliliklerinin sürekliliği sorgulanır hale getirdi. Çalışma hayatındaki güvencelerin yerini esnekliğin alması, işin süresi, yapıldığı yer ve yapılma biçiminde radikal dönüşümleri gözlemlenebilir kıldı. Sabit süreli sözleşmeler, tüm sektörlerde güvenceli işlerin yerini aldı. İşlerin proje bazlı olması veya işin yapıldığı yerin dünya üzerinde herhangibir noktaya taşınabilir olması, çalışanların dünya üzerinde işe (veya iş potansiyeline) bağlı hareket etmelerinin de önünü açtı ve ulusötesi göçün konusu da kısmen bu hareketler üzerinden oluşur hale geldi. Dahası, Sennett’in pek çok eserinde bahsettiği gibi büyük oranda ‘nerede iş bulsa orada çalışmak’ üzere tüm ‘hayatını sırtında taşıyan’ bir göçmen grubu yaratmıştır. Ekonomik şartların getirdiği hareket halindeki sermaye, firmaların üretim, hizmet ve ticaret alanlarını daha uygun şartlara sahip olan ülkelere taşıması gibi, insanların da emek-güçlerini daha uygun şartlarda kiralayabilmesi şekilde ikili bir yapıyı meydana getirdi. Her iki anlamda da kapitalistlerin kar yükseltmek ve maliyetleri düşürmek hedefli olarak ülkeler arasındaki eşitsizliklerden yararlanarak mekansal olarak düzenleme yapma kabiliyetini de gösteriyor. Harvey’in mekansal ayar olarak tanımladığı bu sürecin kapitalistlerin krizlerine karşı bir cevap olabilmesi için, ülkelerin farklı düzeylerdeki eşitsizliklerinin sürdürülmesi temel koşul.
Bu kadar parçalanmış ama birbirine bağımlı hale gelmiş bir ekonomik yapı içinde, bazı devletlerin vatandaşlarının veya firmaların ticari ve üretim ağlarını devletlerin sınırlarını önemsizleştirecek kadar hızlı yer değiştirmesi, hem bir gerçeklik hem de çoğunluk için bir yanılsama. Sermayenin küresel hareketleri, yerel emek piyasalarının daha da parçalı ve bariyerli kılıyor çoğu kez, pek çok sektör için. Büyük sermaye gruplarının küresel çaptaki hareketi, yerel emek piyasalarındaki rekabeti körüklediği için, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı, halihazırdaki cinsiyetli olarak oluşmuş yapının önemli ir dinamiği haline getiriyor. Göçmen veya mültecinin gündelik hayatı, bu yüzden normalleşmiş, doğal kabul edilmiş, sıradanlaşmış ayrımcılıklarla dolu, geçici veya kalıcı olarak bulunulan coğrafyalarda.
Geçici olarak gidildiğinde, vasıflarınızı, deneyimlerinizi, sosyal sermayenizi taşımanız beklenirken; yerleşmek üzere gidildiğinde, sınırın diğer tarafına siyasal ve sosyal varlığınız gibi deneyimlerinizi de taşımanız imkansızlaşıyor. Sadece standartlara uygun olarak belgelenmiş niteliklerinizi ve diplomalarınızı taşıyabilirsiniz ki bu da devletlerin oyun alanında belirleniyor. Halihazırda belirsizleşen ve gelecek güvenceleri yitirildiği için insani hayat sürdürme olanakları aşındırılan insanlık durumunun düğüm haline gelmiş kablolarına bir de vatandaşlık bağlarının dönüşümü ekleniyor.
Davetsiz misafirler
Göçün çeşitleri içinde en zor olan, hazırlıksız, birdenbire, davetsiz olarak gerçekleşen hali, mültecilik. Dünyada genel olarak tüm ülkelerde neo-liberalizmin yarattığı risk ve güvencesizlik koşulları ortadayken, sınırlar, mülteciler gibi hazırlıksız ve birikimsiz olarak bir başka ülkeye giden, geri dönme şansı olmayan kişiler için ayrıca zorlu. Mültecilik koşullarını oluşturan durum, ekonomik ve sosyal anlamda kayıp yaşamak ve “kaçmak” ve sığınma ile başlıyor, en baştan. Bu başlangıç ve sonrasında oluşan hukuki statünün meydana getirdiği zorluklar, mültecilerin yeni yaşamlarının ana hatlarını belirleyen süzgece dönüşüyor, dezavantajları biriktiriyor.
Mültecilerin, Hannah Arendt’in de dediği gibi, fiilen devletsiz ve dolayısıyla vatandaşlık haklarından muaf edilmiş bir toplumsal katman olması, yerleşmek üzere girdikleri devlet karşısında daha da savunmasız kılıyor. Tam bir arafta kalma hali. Dün canlı yayında türkiye televizyonlarından verilen sınırda birikmiş mülteciler, öyle açık bir göstergesi ki çıplak hayatın. Sınırda sıkışmak, iki devletin siyasi pazarlıkları arasında sıkılmak demek. İki devlet arasında sınırı oluşturan tehlikeli doğa parçalarında eksilmek demek. Sınırı aşarken “güvenlik” paradigmalarının kurşunlarına hedef olmak demek. Bitmek bilmeyen kâbusun ortasında, yaşam umudunu kaybedip, intihar etmek demek. Yaşamını sürdüremediği için kaçıp, sığınmak zorunda kalanlara, sığınacak bir yerin olmadığı söylemek ve bu dünyaya sığamadıklarını hissettirmek demek.
Etiket
Sınırdan geçebilenler için ise etikete dönüşen mültecilik, beklentiler ve görevler bütünü ile taraflardan birinin sesini duymadığımız pazarlıklarla dolu. İltica sisteminin temelde ev sahibi ülkelerin politik elitlerinin mültecilere yönelik politik üç argümantatif beklenti üzerinden şekillendiğini iddia edilmiş Matthew Gibney tarafından: kişinin savaşmak üzere ülkesine geri dönmesi; yapamıyorsa ülkesinde risk ortadan kalkınca geri dönerek, kaldığı süre boyunca öğrendiği medeniyeti, özgürlüğü taşıması; ülkeye girebilmek için beklemesi. Kurgusal bir sıranın varlığı, bekleyen ve beklediğinde hayatı duran mültecilerin önündeki bürokrasi duvarının temel argümanı. Bu bekleme sürecinde çalışma ve yer değiştirme hakları yok mültecilerin ve bu yüzden sıkça bütçedeki mali yük ifadeleri ile suçlanıyorlar. Mülteciler, adı, geçmişi, mesleği, politik kimliği ve sosyal varlığı önemsizleşen silinenler. Onlar mülteci sadece, minnet etmesi gereken ve beklediklerinde ödüllendirilecek olanlar. Onlar mülteci, ne bildiği önemsenmeden, bir çocuk gibi herşeyi yeniden öğrenecek olanlar. Yaşı önemsenmeden ve gündelik hayat deneyimi, bir güvenlik görevlisinin bile öğretmen rolüne bürünebileceği dilsizler onlar.
Peki, Agamben’in işaret ettiği üzere siyaset felsefesini yeniden inşa etmek için mültecinin figürü ve kendisinden başlatmak mümkün mü? Bir mülteci gibi, ulusal, dinsel, soydan gelen veya toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden gelen, doğuştan edinilmiş tüm kimliklerinizden soyunup, hesaplaşıp siyaset yapamadığımız sürece, ege denizin altı ve üstü, dünyanın altı ve üstünü belirleyecek.
- Dış güçlerin seçimi - 25 Nisan 2023
- Yastayız, isyandayız, meydanlardayız - 10 Mart 2023
- Çoklu krizler dönemi - 19 Ocak 2023