Kötülüğü bilmek

Herhangi bir siyasi tarih kitabının sayfalarını karıştırdığımızda, gözümüze rastgele çarpan savaşlar, katliamlar, şiddet dolu uygulamalar bizi karamsar olmaya kolayca itebilir. Karamsar bir kişi, dünyada genellikle kötü şeyler olduğunu ve nihai olarak da kötülüğün egemen olacağını düşünür. Bir başka deyişle, iyilik ya da doğruluk yaşasa bile, soluk ya da cılız bir ahlaki ilke olarak kalacaktır; dünyayı sevgi ya da merhametin ne değiştirmesi ne de kurtarması mümkündür.

Dünyamız iflah olmaz karamsarlarla dolu; özellikle de sanat ve felsefe gibi bilginin daha üst biçimleriyle uğraşan insanların müzmin karamsar rolleriyle daha fazla okur ya da takipçi kazandıklarına da tanık olabiliyoruz.

İyi de aksi durumu, yani kötülüğe karşı iyilik ve doğrulukla savaşmanın mümkün olabileceğini ya da iyilik ve doğruluğun nihai olmasa bile bazı tarihsel anlarda zafer kazanabileceğini düşünebilir miyiz? Yani iyimser olmak için bir nedenimiz var mı?

Aydınlanma düşüncesi, aklın ve bilimin rehberliğinde daha iyi bir toplum ve siyasal düzen kurulabileceğini öngördüğünden iyimser bir bakış açısını içinde taşıyordu. Ne var ki, bir yandan Avrupa’da yaşanan faşizm ve ardından iki dünya savaşı deneyimi, öte yandan sosyalist düşlerin bürokratik bir devlet ile sonlanması, aydınlanmanın en değerli öğelerinden olan iyimserliğin ne denli kırılgan olduğunu gösterdi. Aydınlanmanın çocuğu olmasa da başka bir güç ve ivme kattığı akıl ve bilim, savaş fabrikaları ile en geniş ve en örgütlü şiddetin yaratılmasında etkili araçlar haline dönüştürüldü. Bir yanda Fordist ve Taylorist üretim tarzıyla kapitalizmi örgütleyen, Hitler ile Stalin’e silah teknolojisi ihraç eden ABD, öte yandan toplama kampları ve Gulaglar ile insanlık dışı bir çalışma düzenin en büyük ceza haline getirildiği ve daha nice işkence, zulüm ve kitlesel cinayetin gerçekleştirildiği Nazi Almanya’sı ve Stalin dönemi Sovyetler Birliği. Ve nihayetinde en karmaşık ve en ince deneysel çalışmaların ürünü olan atom bombası. Elbette, kimilerinin haksız yere iddia ettikleri gibi, bunun suçu ne akıl ne bilim ne de aydınlanmadaydı. Ama insanlık yirminci yüzyılın ilk yarısını kan ve gözyaşı ile kapatmıştı.

Avrupa kendi topraklarından savaşı uzaklaştırdı, ama bu güçlü kapitalist ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda sıcak çatışmaları ve savaşları başka coğrafyalara serpmeyecekleri anlamına gelmiyordu. Dışarıdan emperyalist çıkarlarla yönlendirilmiş ya da ülkelerin kendi içlerindeki etnik ve dinsel ayrımların yarattığı kanlı çatışmalar sürdü gitti. Cezayir örneğinde olduğu gibi sömürgecilik karşıtı hareketlerin ve isyanların acımasızca bastırılmaya çalışılması, CIA destekli askeri darbeler, üçüncü dünya ülkelerinde demokratik ve sosyalist hareketler ile bunların lider kadrolarına yönelen yok edici harekâtlar, siyasi davalar ya da düşünce suçları ile haksızca süren tutuklamalar; sonra iç savaşlar ve Bosna’da olduğu gibi soykırımlar, saymakla bitmez… Irak işgalinden sonra Orta Doğu’da başlayan dram ise sayfalara sığacak gibi değil. Sadece Ebu Gureyb hapishanesinde Amerikalı askerlerin yaptıkları işkencelerden söz etmek yeter.

Bu makro düzeyde tanık olunan gelişmelere, bir de hayatın gündelik akışı içinde mikro düzeyde yaşanan kaba, hoyratça ve şiddet dolu eylemler eşlik edip durdu: Kadına, farklı cinsel yönelimi olanlara veya aykırı görülen her kişi ve eyleme yönelen dışlama ve şiddet gibi.

Sonra insanın kendi egosunu doyurabilmek için doğaya ve hayvanlara yönelik sonu gelmez sömürüsü…

Kötülüğün sonu gelmiyor. Zaten kötülüğün sona erdirilebileceği gibi bir düşünce, insanın en temel düşünme kalıpları ve yöntemlerine aykırı bir durum değil midir? Kötü yoksa iyi de yoktur. Tıpkı aydınlığın karanlık olmadan olamayacağı gibi. O halde bu, insanın başlangıçtan beri yüz yüze olduğu ortadan kaldıramayacağı, kendisini aşan bir gerçeklik olamaz mı?

İnsanın cennetten kovulmasının nedeni de Tanrı’ya ait olan iyinin ve kötünün bilgisini içinde taşıyan ağacın yasak meyvesini yemiş olması değil miydi? İnsan olmak da burada başlıyordu: İyi ve kötü hakkında bir bilgiye sahip olmak; ikisi arasında bir tercih yapma durumunda olan ahlaki bir canlıya dönüşmek ve yaptığı tercihlerin sorumluluğunu taşımak…

Peki ama, insan gerçekten iyinin ve kötünün bilgisine sahip mi? Elbette, bu soruya, “soyut bir insan” kategorisinden söz edilemeyeceği, böyle bir sorunun örtük olarak soyut ve evrensel bir insan doğası düşüncesini imlediğini söyleyerek itiraz edilebilir. Burada bence önemli olan, kendimiz hakkında düşünebilecek sorular sorabilmek. Belki de tam anlamıyla yanıtı olmayan sorular. Soru sormak, kendimizi sorgulamaya başladığımız ve değiştirebilme olanağımızın doğduğu andır çünkü.

Aksi takdirde, insanın düşmanlık, kindarlık, sevgisizlik, ahmaklık ile başkalarına karşı, özellikle de kendinden olmayanlara karşı geliştirdiği acımasız, hoyrat, zalimce eylemleri anımsar, anar, ağlar ve orada kalırız. Bu bir anımsamanın ötesine geçmez. Oysa bizim ahlaki yükümlülüğümüz sadece anımsama ve anma değil, aynı zamanda acı geçmişten dersler çıkararak bir daha aynı şeylerin yaşanmaması için önlemler alabilmek, değişiklikler yapabilmektir. En zoru ise, sadece anma ve ağlama ile yetinen alışkanlıklarımızı değiştirebilmek, daha ötesine uzanabilmek için kendi içimizde bir duyarlık ve bilinç yaratabilmektir.

kotulugu-bilmek-749708-1.
Benzer bir biçimde, Sivas Katliamı’nı gerçekleştirenleri haklılaştırmak ya da maruz göstermek için, o dönemde ana akım medyada, kendilerini demokrasinin savunucuları gibi gören kalemlerin yazdığı yazıların en hafif deyimiyle birer insanlık ayıbı olduğunu görmek gerekir. Sırf dini hassasiyetlere dokunduğu için belli düşünceleri yasaklamayı, onları açıklayanları yakmayı ya da yakma eylemine girişenlere göz yummayı mazur gösterecek hiçbir insani, akli ya da hukuki gerekçe olamaz.

Genel tutumlardan birisi, “Sen de haklısın, o da haklı!” yaklaşımıdır. Bu tür bir ahlaki görecelik; yalan, hile, zulüm, bağnazlık, kayırmacılık, yaltakçılık, hangisi olursa olsun kötülükle mücadele edebilme yolunda bir dolu engebe yaratır. Giordano Bruno ile düşüncelerinden ve bilimsel çalışmalarından dolayı onu yakan Engizisyon mahkemesi aynı kefeye konamayacağı gibi, “Engizisyon mahkemesinin de kendine göre haklı nedenleri vardı!” denemez. Benzer bir biçimde, Sivas Katliamı’nı gerçekleştirenleri haklılaştırmak ya da maruz göstermek için, “Ortada bir tahrik var!” “Aziz Nesin de çok ileri gitti!” gibi o dönemde ana akım medyada, kendilerini demokrasinin savunucuları gibi gören kalemlerin yazdığı yazıların en hafif deyimiyle birer insanlık ayıbı olduğunu görmek gerekir. Sırf dini hassasiyetlere dokunduğu için belli düşünceleri yasaklamayı, onları açıklayanları yakmayı ya da yakma eylemine girişenlere göz yummayı mazur gösterecek hiçbir insani, akli ya da hukuki gerekçe olamaz.

Bu tür bir ahlaki göreceliğe karşı tutum almak, kitlesel bir cinayet için değil sadece, en küçük olay ve eylemlerimiz için dahi geçerlidir. Ahlaki tutumların gerekli olduğu olaylarda, “içimizdeki ses”, aslında kimin haklı kimin haksız olduğunu genellikle söyler; ama korkularımız, çıkarlarımız, yeterince önem vermeyişimiz, düşünme ve yargılama tembelliğimiz çoğu zaman bu sesi bastırır.

İnsanlığın kadim bir meselesidir bu, en eski metinlerde, anlatılarda, felsefe ve sanat eserlerinde çokça anlatılır, belki de bir uyarı olsun diye. Bana göre, bunun en iyi örneklerinden biri Osiris mitidir. (Mitin farklı anlatımları var; Mircea Eliade’nin Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi kitabındaki anlatıyı temel alıyorum. Eliade ise, Plutarkhos’un [MS II. Yüzyıl] İsis ve Osiris adlı eserinden yararlanır).

Söylenceye göre, Mısır Kralı Osiris, yöneticilikteki ve savaşçılıktaki başarıları kadar adaletli olmasıyla da ün kazanmıştır. Kardeşi Seth, aslında tahtı kendisinin hak ettiğini düşünür ve Osiris’i tahttan indirmenin planlarını yapar. Karısı İsis, Seth’in planları konusunda onu uyarır, ama Osiris bu uyarılara kulak asmaz. Sonunda Seth tarafından öldürülür. İsis, ölen kraldan hamile kalmayı başarmıştır; kocasının cesedini gömdükten sonra Nil deltasına gider ve orada papirüs ağaçlarının arasına gizlenerek oğlu Horus’u dünyaya getirir.

Horus amcasının babasını öldürdüğünü bilmektedir ve erişkin olduğunda ona saldırır. Seth, Horus’un bir gözünü çıkarır; yine de Horus amcasını yenmeyi başarır. Gözünü geri alır ve onu Osiris’e vererek onu hayata geri döndürür.

Buradaki göz imgesi önemlidir; çünkü hakikati görmeyi, tanımayı ifade eder (göz imgesi daha sonra uyanmayı, aydınlanmayı ifade edecek şekilde pek çok metin ve tasvirde kullanılacaktır). Osiris’in dirilişi ise yeni bir var oluş biçimine karşılık düşer. Osiris, genellikle bitkin ve uyuşuk bir biçimde görünür; Horus kendi gözünü vererek onu canlandırır. Ona “bilgi gücü”nü sunar.

Osiris, Seth’in gerçek doğasını, “kötülüğün doğası”nı bilmediği için kurban olmuştur. Yeniden dirildiğinde ise artık bilen kişidir, erginlenmiş “tinsel” bir varlıktır. Bu mitsel anlatı aynı örüntü etrafında başka edebi metinler içinde tekrarlanır durur.

Elbette sadece insanın kendi varlığına yönelmiş bir kötülük bilgisi değildir bu ve olmamalıdır. Kendimizden başka bir varlığa ve hatta hayvanlara ve doğaya yönelmiş bir kötülüğün bilgisine sahip olmak anlamına da gelir. Bu bilgidir ki adaletin aranmasını ve yerine getirilmesini mümkün kılar.

Kötülük ortadan kalkar mı söylencede? Hayır! Seth yaşamaya devam eder. Yine de onunla mücadele etmenin araçları vardır şimdi: Onun doğası, gerçek yüzü bilinmektedir, tanınmaktadır. Neyin kötü, haksız, adaletsiz olduğuna dair bir bilinç uyanmıştır.

Bu bilinç ya da bilgi tek başına yeterli midir? Kötülükle mücadele edebilmek için “güç” de gerekmez mi?

Buna benzer sonu gelmez sorular sorabiliriz:

Kötülüğü yok etmek için daha büyük bir kötülük kullanmak ahlaki ve meşru mudur?

Kendi dışımızdaki kötülüğü bilmek ve suçlamak yeterli midir?

Kendimize sormamız gerekmez mi: “Kendi içimdeki kötülüğü yeterince bilebiliyor muyum? Kendimde yakaladığım kötücül duyguların üstesinde gelebilmek için yeterince çaba gösteriyor muyum?”

Kaynak: BirGün Pazar, 28 Haziran 2020

Filiz Zabcı