Joe Biden, Küresel Köy ve Bağımsızlık

Geçen hafta bizler Türkiye’de Joe Biden’ın iç işlerimize karışmasını tartışırken, Amerika’da da ilginç bir rapor gündemdeydi. “Senato İstihbarat Komitesi”nin yayınladığı bu raporda, Rusya’nın, 2016 başkanlık seçiminde Trump lehine müdahalesi açıklanmıştı. Üç yıldır devam eden araştırmanın son bölümünde çarpıcı bilgiler vardı. 2016’da Trump’ın seçim kampanyasını yürüten Paul Manafort ile Rus ajanı Konstantin Kilimnik’in kuşkulu ilişkileri ilk kez “ciddi bir karşı-casusluk tehdidi” olarak kabul ediliyordu. Üstelik 2016’da Trump Tower’da yapılan bir toplantıya damat Kushner ve büyük oğul Trump Jr da katılmış ve “Rus istihbarat örgütüyle yakın ilişkileri olan iki kişiyle” görüşmüşlerdi! Bu tespitleri N.Y. Times yazı kurulu şu satırlarla özetledi: “2016 seçimlerinde Donald Trump’ın seçim kampanya ekibi (…) Rusların yardım önerilerini kabul etti ve onlara, gizlice, anahtar niteliğinde anket verileri verdi. Sonra da bazı çalınmış bilgilerin ifşa zamanını, Hilary Clinton’un kampanyasına zarar verecek şekilde ayarladı”. (19 Ağustos 2020).

Geçtiğimiz günlerde bir yandan ABD gazetelerinde bu haberleri okurken, öte yandan da aynı konuda bizde yapılan tartışmaları izliyordum. Öyle ki, bizim de iç işlerimize karışılmıştı; fakat bu kez bir başkan adayını seçtirme değil, seçilmiş bir başkanı düşürme söz konusuydu. Bizler de tek ses olmuş, böyle bir niyet beyan eden Joe Biden’a haddini bildiriyorduk!

Olayı herkes kınadı ve en keskin sözler de İbrahim Kalın’dan geldi. Başkanlık sözcüsü, Biden’ın “saf bir cehalet, kibir ve ikiyüzlülüğe” dayanan sözlerine meydan okuyordu: “Türkiye’ye emir verilen günler geride kaldı; ama hala deneyebileceğinizi düşünüyorsanız buyurun deneyin, bedelini ödersiniz!”.

Yanıt yerindeydi; ama yine de Kalın’ı okurken ikna olamadım ve “acaba?” diye düşündüm? Acaba gerçekten de o günler geride mi kalmıştı? Yoksa çok yakınlarda da böyle “emir”lerle karşılaşmış mıydık? Örneğin daha iki yıl önce, “Rahibimi ver, yoksa ekonomini mahvederim!” diyen ve rahibini alan Devlet Başkanı kimdi? Acaba o günlerde Rahip Brunson’u PKK destekçisi ve Türk düşmanı diye mahkûm eden hâkimler ve hakkında belgeseller hazırlayan gazeteciler neler düşünmüşlerdi?

İyi de şimdi durup dururken, Biden’ın sekiz ay önce, Kasım 2020 seçimleri için partisinin yirmiden fazla “aday adayı”ndan biri olarak söylediği sözlerin bugün Türkiye’de böyle bir heyecan yaratmasının nedeni neydi?

Şuydu: geçen sekiz ay içinde Joe Biden rakiplerini birer birer saf dışı etmiş ve Trump’la baş başa kalmıştı. Dahası, tüm anketlere göre seçilme şansı da çok yüksek görünüyordu. Bu durumda Erdoğan’ın da bir yandan kendisini devirmek isteyenleri kınarken öte yandan da ihtiyatı elden bırakmaması lazımdı. Öyle de yaptı. Yanıtında hem Türkiye’de “darbe ile yapamadıklarını muhalefeti destekleyerek gerçekleştirmeyi” düşünenleri “faşist niyetli” ilan ediyor, hem de eski dostluğu hatırlatarak, “oturup konuşmuşluğumuz var, en azından oturup çay içmişliğimiz var, böyle bir ifadeyi bizim için nasıl kullanırsınız?” diyordu.

Aslında Erdoğan’ın “siyaset felsefesi” daha çok Trump’la uyuşuyordu; fakat Biden iktidarı ile de iyi geçinmek zorundaydı. Dört yıl önce Trump’ı eleştirenlere de “durun bakalım, sandıktan çıktı; saygı duyun!” demişti. AKP yönetiminin iktidar anlayışı ve sınıfsal dayanakları itibariyle ABD’yi karşısına alma gibi bir lüksü yoktu. Bu nedenle Trump’ın İslamofobik konuşmaları hakkında da, “biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız; bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir!” demişti. (23 Kasım 2016).Bu yüzden Joe Biden’a karşı yükselen “bağımsızlık” çığlıklarını da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyordu.

Aslında Türk demokrasisi, 75 yıl önce, korkular içinde ve bu korkuları yönlendiren Sam Amca’nın vesayeti altında doğdu. Korku “Moskof”tan geliyordu; Sevr korkusu içindeydik ve bu kaygıyla Milli Şef Amerikalı generalleri İstanbul’da karşılıyor, Missouri gemisinin ziyareti ülkede bayram havası yaratıyordu.

Demokrat Parti iktidarı bu ilişkiler içinde doğdu ve bu ilişkileri perçinledi. Bu bağlamda “Moskof korkusu” da yabancı şirketlerin temsilcisi olmak için birbiriyle yarışan yerli burjuvazinin etkili bir aracı oldu. Bir ayağı Prusyalı “junker” özentili toprak ağalarında, öbür ayağı da Varlık Vergisi ve karaborsa ile palazlanmış tüccarlarda olan Demokrat Parti zaten bu koşullardan yararlanarak iktidara gelmişti. Ne var ki böyle bir bloğun ülkeyi hak ve hukuka dayanarak yönetmesi de kolay değildi. Nitekim “her mahallede bir milyoner yaratma” politikası, plan ve program düşmanlığı, politik tarım kredileri, karşılıksız Merkez Bankası emisyonları vb derken ipin ucu kaçtı, baskılar arttı ve balon patladı.

DP saltanatı on yıl sürmüştü ve yeni bir dönem başlıyordu. Adı yıllar sonra “vesayet rejimi” olarak kondu. Oysa gizli mutabakatın altında yine Amerikalı “boss”ların imzası vardı.

Aslında Türkiye’nin nasıl yönetileceği Amerika’nın umurunda bile değildi. Onlar için önemli olan “istikrar” ve “sadakat” idi. Öyle ki, yeni durumun kuramını da onlar yapmış, dönemin gözde sosyologu Edward Shils gelişmekte olan ülkelere “vesayetçi demokrasi”yi (tutelary democracy) önermişti. Shils’e göre “vesayetçi demokrasi, halklarının demokratik kurumları fiilen işletebilme yeteneğine pek güveni olmayan (yani “bizde demokrasi yürümez!” diye düşünen, T.T) insanların ‘doğal teorisi’” idi.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve arkadan da Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile uluslararası ilişkilerde yeni bir dönem başladı ve “iki kutuplu” dünyanın yerini çok aktörlü bir dünya aldı. Emperyalizmin bu yeni aşamasında bir sürü oyuncu için de yeni fırsatlar doğuyordu. Üstelik komünizm korkusundan sıyrılan büyük sermaye coşmuş, tatlı beklentilerle etrafa para saçmaya başlamıştı. Bu dürtüyle, on beş yıl içinde, kalkınmakta olan ülkelerin üretimi (satın alma gücü paritesiyle) dünya üretiminin yarısını biraz geçti ve aynı yıl küresel büyümenin yarıdan fazlası da yine bu coğrafyada gerçekleşti. (The Economist, 21-27 Ocak 2006).

Bu arada Türkiye de araziye uymuş ve “Özalizm” ile pastadan payını almaya hazırlanmıştı. Ne var ki arkadan gelen koalisyon hükümetleri istikrarı sağlayamıyor, “yerli ve milli” burjuvazi bu koşullarda hakkını alamıyordu. Sakıp Sabancı’nın “tek parti iktidarı olsun da isterse komünist parti olsun!” dediği günlerdi ve “vesayet rejimi” son barutunu da o günlerde harcadı. 28 Şubat 1997 darbesi İslamcı harekette yeni bir stratejiye yol açıyor, “gömlek değiştirme” aldatmacasıyla yeni bir parti kuruluyordu.
Parti rekor bir hızla, bir buçuk yıl sonra iktidara geldi ve parti başkanı R. T. Erdoğan da seçimleri izleyen aylarda -henüz milletvekili bile değilken- Beyaz Saray’da G. Bush tarafından kabul edildi. Ünlü Neo-Con siyasetçi Richard Perle (Karanlıklar Prensi), bir konuşmasında, o sırada tanıdığı Erdoğan’ın Türkiye’nin (ve ABD’nin?) “ne zamandır ihtiyaç duyduğu” yeni lider olduğuna inandığını söyleyecektir. Görünüşe göre taşlar yerine oturmuştu.

AKP iktidarının on sekiz yıllık yönetimi küresel kapitalizmin iki aşamasına yayılmıştır. Aradaki kesintiyi de 2008 dünya ekonomi krizi oluşturdu. Sovyet sisteminin çökmesiyle başlayan dönemde finans kapital coşmuş, üretimi devreden çıkararak parayla para kazanmanın yollarını aramaya başlamıştı. 2001 yılında G. W. Bush, bu koşullarda, Amerika’da herkesi ev sahibi yapma vaadiyle iktidara geldi ve bankalar da kredi musluklarını açtı. Risk almanın değil, almamanın cesaret sayıldığı bir finans çılgınlığı yaşanıyordu ve yatırım bankaları (Goldman Sachs, Morgan Stanley, Lehman Brothers, Meryll Lynch), finans devleri (Citigroup, J. P. Morgan), menkul kıymet sigorta şirketleri (AİG) ve rating kuruluşları bir “saadet zinciri” oluşturarak kirasını bile ödeyemeyen insancıkları “ev sahibi” yapmaya başlamışlardı. Ne var ki zincir 15 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflasıyla kopuyor ve bir hafta içinde dünya borsalarında 25 trilyon dolar buharlaşıyordu.

Yeni bir döneme girilmişti; ortada 1929’u anımsatan bir kriz vardı; aynı hataları tekrarlamamak ve her şeyden önce de çöküşleri ekonomiyi de çökertecek (too big to fail) şirketleri kurtarmak lazımdı. Kapitalist metropollerin merkez bankaları bu koşullarda devreye girdi ve çöküşü önlemek için para basmaya başladılar. Oysa piyasaya sürülen trilyonlarca dolar beklenen canlanmayı sağlayamıyor, bunların önemli bir kısmı da yüksek faizlerle kalkınmakta olan ülkelere akıyordu. Böylece Türkiye de bundan yararlandı ve 2009 şoku atlatıldıktan sonra büyümeyi sürdürdü. Bu büyüme, Korona etkisiyle daha da kaygı verici hale gelen kırılganlığa kadar devam edecekti.

Geçen yılın başlarında, Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay, 17 yıllık AKP bilançosunu şöyle açıkladı: “Ülkemiz 1975-2002 arasında sadece 15 milyar dolar civarında bir uluslararası yatırım çekebilmişti. Buna karşılık, 2003-2018 döneminde bu rakam 204 milyar doları buldu. Aynı dönemde Türk müteşebbislerinin yurt dışındaki yatırımlarında da büyük artışlar görüldü. Bugün yurt dışındaki Türk yatırımları 38 milyar doları bulmuştur. En büyük gücümüz olan müteahhitlerimizin 123 ülkede üstlendiği projelerin toplam değeri 379 milyar dolara ulaştı. İş adamlarımız, dünyanın dört bir yanında başarıyla ülkemizi temsil ediyor” (Milliyet, 28 Ocak 2009).

Fuat Bey aslında az bile söylemişti. Başta sıcak para, çeşitli kanallarla bu dönemde ülkeye bir trilyona yakın dolar girmişti. Ve bu arada Türkiye’nin dış borcu da yarım trilyona yaklaşmıştı. Buna karşılık varılan nokta hiç de parlak görünmüyordu. Türk siyasal rejimi yine borcun borçla ödendiği, tüm komşularını kendisine düşman etmiş ve Sevr korkularıyla yönetilen bir noktaya gelmişti.

F. Oktay, çıkardığı bilançoyla aslında AKP icraatından çok uluslararası kapitalizmi (emperyalizmi) övüyordu. Oysa işsizliğin hızla arttığı bir ülkede “en büyük gücümüz” dediği müteahhitlerin dış ülkelerde milyarlarca dolar yatırması pek de övünülecek bir şey değildi. Daha iki yıl önce Erdoğan’ın Cezayir’i ziyareti sırasında, gazeteler, Türk şirketlerinin sadece bu ülkede 28 bin kişi çalıştırdıklarını yazmıştı. Buna karşılık Türkiye de yabancı sermayeye her türlü kolaylığı gösteriyordu. Aynı konuşmada, Oktay, “ülkemizin potansiyeline inanarak buraya yatırım yapan uluslararası şirketleri, kendi şirketlerimizden asla ayırmadık, ayırmayacağız!” demişti. Burjuva enternasyonalizminin bundan daha güzel bir ifadesi olamazdı.

Ne var ki küresel dünyada “merkez” ile “periferi”nin çıkarları da bu arada ayrışmaya başlamıştı. Metropolde negatif faizler bile beklenen canlanmayı yaratamıyor, işsizlik artışı bir türlü önlenemiyordu. Üstelik “kalkınmakta” olan ekonomilerde durum daha da kötüydü. Ucuz ve kolay para, yolsuzluk vakalarını da yaygınlaştırmış, halkta homurtular artmıştı. Bu durumda sermaye düzeni, “istikrar”ı sağlamak için bir yandan sopayı sallamak, öte yandan da günah keçileri bulmak zorundaydı. ABD’de 2016 seçimleri bu ortamda yapıldı ve bu iki silaha da sahip, ırkçı ve seksist bir milyarderi başkanlık koltuğuna oturttu.

Amerika’da Trump’ın başkan olması kendi ülkesinde olduğu gibi uluslararası planda da bir dönüm noktası idi. Dünya yeni ve çok daha vahim bir krizin eşiğindeydi ve Trump’ın seçimiyle irili ufaklı diktatör taslakları da rahat bir nefes aldılar. Onlar için önemli olan özgürlük ve bağımsızlıktan çok, iktidar ve oligarşik çıkarlarını koruyacak büyük bir güç idi. En beğendiği diktatörün Sisi olduğunu söyleyen Trump’la bunu bulmuşlardı ve kendilerine artık Beyaz Saray’dan ne insan hakları ne de yolsuzluk konularında eleştiri gelecekti. Zaten patlayan skandallerle Trump’ın da başı dertteydi. Seçim kampanyasını yürüten danışmanlarını (P. Manafort, S. Bannon, R. Stone vb) bile vergi kaçırma, banka hilesi, sahtekarlık gibi suçlarla mahkûm olmaktan kurtaramamıştı. Hatta Meksika sınırına duvar örme amacıyla halktan toplanan paralarla ilgili skandala oğlunun adı bile karışmıştı.

Bütün bunlar iki ay sonra ABD’de yapılacak seçimleri sadece bu ülke için değil, tüm dünya için de çok önemli bir konuma taşıdı. Üstelik bu seçimler için, Trump’ın, bu kez de Ukrayna başkanından yardım istediği ve bu ülkeye açılacak krediyi, oğlu orada iş yapan Biden’ı karalama şartına bağladığı da ortaya çıkmış bulunuyor. Yargılanmasına yol açan bu skandalın, Trump’ın iktidardan kovulması ile sonuçlanması da ancak Senato’da sahip olduğu çoğunluk sayesinde önlendi. İşte Türkiye’de Biden’ın densizliğine karşı “bağımsızlık” çığlıkları atılırken, yerli oligarşinin umut bağladığı iş adamının resmi de buydu. Bu koşullarda 30 Ağustos zaferini kutlamak yerine, bin yıl gerilere giderek Malazgirt’te teselli aramak herhalde “çağın ruhu”na daha uygun olacaktı.

Aslında Biden’ın pervasızlığı bizlere şu gerçeği bir daha hatırlattı: çağdaş emperyalizm “tam bağımsızlık” hayallerini çoktan ortadan kaldırdı ve tüm ülkeleri birbirine bağımlı kıldı. Ne var ki bu küresel dünyada, kimi oyuncular da, Orwell’in çiftliğindeki bazı hayvanlar gibi, diğerlerinden “(çok) daha eşit” koşullarda yarışıyorlar ve bu arada halkları asıl bağımlı kılan finans kapital de toplumları derinden derine biçimlendiriyor. Ne yazık ki, halklar, yalana dolana kanmayıp, finans çarklarının altında nasıl ezildiklerini görene kadar da bu karşı-devrim dalgası devam edecektir.

Taner TİMUR
Latest posts by Taner TİMUR (see all)