Dünyada artan göç dalgasıyla birlikte ırkçılığın boyutları da her geçen gün artıyor. Mücadele edilmezse yakın zamanda başta Avrupa ve Amerika olmak tüm dünyayı istila edecek ırkçılık salgını en çok da Müslüman göçmenleri mağdur edecek.
Şimdi nerden çıktı, böyle hassas bir dönemde bu ırkçılık konusu demeyin, yok edilen Dünya’da ‘çevre’ konusu ne kadar önemliyse, nüfusu sekiz milyara dayanmış dünyada ve kırk yedi farklı etnik grubun yaşadığı Osmanlı’nın bugünkü mirasçısı 84 milyonluk ülkemizde de bu konu o denli önemli.
“Ben aslında komik şeyler yazmak isterdim, ama hayat beni ciddi şeyler yazmak zorunda bıraktı” diyen Karl Marx da Das Kapital’i yazdığında mutlaka birileri çıkıp, ‘üstat şimdi zamanı mıydı, dış mihraklar falan’ demiş olmalı.
Konuya doğal olarak Friedrich Nietzsche’nin “üstün insan”ı Adolf Hitler ile başlamak gerek.
Birçok konuda olduğu gibi ırkçılık da, kendi halkının refahı için başka ulusları sömürgeleştirmekten çekinmeyen Batı’nın bir keşfi(!) Özellikle Nazi Almanyası’nda Yahudiler ve Çingeneler başta olmak üzere, Ari ırktan olmayanlar; geri zekâlı, yeteneksiz ve ahlaksız sayılıyordu. Oysaki, Yahudileri resim, müzik ve edebiyat başta olmak üzere, düşünce, sanat ve bilim tarihinden çıkardığımızda, geriye yeri doldurulamaz koskoca bir boşluk kalır. Yaşasın Yahudiler!
Hitler demişken, bu ismi duyduğu anda, ayağa fırlayıp, karın içerde göğüs dışarıda pozisyonunda, sağ kolunu kafa hizasında ileriye doğru uzatıp, “Heil Hitler!” diye selam çakıp Hitler’i uçuran, dünyayı kana bulamış idealist bir Alman kuşak da vardı…
İşin şakası bir yana; genetik olarak hiçbir ırkın diğerine üstün olduğunu gösteren bilimsel bir bulgu şu ana kadar yok.
Bir Türk’e “Senin Tanrın Gök Tanrı, peygamberin Oğuz Kaan, dinin Şamanizm, destanın Ergenekon, kökenin Orta Asya bozkırı, ilk atan bozkurt, kan grubun 0 RH (+), kafatasın brakisefal” demek onu sığlaştırıp kurak bir çöl haline getirmekten başka hiçbir bir işe yaramaz. Bir Türk bu üç-beş kavrama sığdırılamayacak kadar zengindir.
Elbette sözünü ettiğimiz, “faşizm” boyutundaki “kendi ırkını başka ırklardan üstün gören” ırkçılık. Yoksa herkes ait olduğu/hissettiği kültürü doyasıya sevebilir, yaşayabilir. Alt kimlik-üst kimlik anlamında barışçıl yöntemlerle tartışabilir.
Hollanda ve Almanya başta olmak üzere Avrupa’da göçmenler hala ırkçı saldırılara hedef olmakta, evleri ve camileri yakılmaktadır.
İnsan, kendi ırkını seçme hakkı elinde olmayan zavallı bir varlık ve hayat sürprizlerle dolu!
Bir gün siz de, Auschwitz (Oşvitz) toplama kampında açlıktan yarı baygın bir şekilde SS subayının vereceği kurşuna dizilme emrini bekliyor olabilirsiniz…
Ya da İngiltere Krallığı’nın 1788-1938 yılları arasında sömürgesi Avustralya’da sistemli bir şekilde katlederek yok ettiği Aborjin yerlilerinden biri olabilirsiniz…
Ya da Fransa’nın, 1945’te Cezayir’de, makineli tüfeklerle tarayarak soykırım yaptığı Araplardan biri olabilirsiniz…
Ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin 6 Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima kentine; 9 Ağustos 1945’te Nagazaki kentine attığı atom bombalarının altıda kalıp ölen yüzbinlerce Japon’dan biri olabilirsiniz…
Ya da 70’li yıllarda Kızıl Kmerler tarafından ölüm tarlalarında sudan sebeplerle kurşuna dizilen 2 milyon Kamboçyalıdan biri olabilirsiniz…
Ya da Saddam Hüseyin’in 16 Mart 1988’de Halepçe’de kimyasal silahlarla zehirleyerek katlettiği 5000 Kürt’ten elinde oyuncağıyla ölen küçücük bir Kürt çocuğu olabilirsiniz…
Ya da 1995’te Srebrenitza’da Sırplar tarafından katledilen yüzlerce Boşnak aileden bir aile olabilirsiniz…
Ya da Afrika’nın Ruanda adlı ülkesinde 1994’te Hutiler tarafından kafaları palalarla kesilerek katledilen Tutsi kabilesine mensup bir milyon insandan biri olabilirsiniz…
Ya da İsrail askerlerinin Filistinli sivillere yaptığı gibi, sizin de bir uzvunuz sizi “öteki” leyen birileri tarafından “hatıra” olarak saklanmak üzere kesilip yerinden alınabilir…
Ya da 2004’te Ebu Gureyb hapishanesinde Saddam Hüseyin’den işkenceyi devir alan ABD’li kadın askerin yaptığı gibi, birileri ellerini silah yaparak cinsel organınıza ateş eder pozisyonda “poz” verebilir…
Ya da 2003-2008 arasında Darfur’da Ömer el-Beşir’in emriyle katledilen 300 bin yoksul Sudanlıdan biri olabilirsiniz…
“Ya da” lar çoğaltılabilir ve maalesef bu “ya da”lara her gün yenileri ekleniyor ve “ırkçılık” denen illetle mücadele etmezsek eklenmeye de devam edecek…
İnsanlık çoğaltılabilir mi?
Belki de ilk önce, özenle içimizde büyüttüğümüz, şu kağıttan “ırk” canavarını ehlileştirerek işe başlayabilir ve ardından tarih kitaplarını düşmanlarımızla “empati” kurarak yeniden yazarak yolumuza devam edebiliriz…
İnsanlığı koruyacak, onu bireylerin ya da ulusların insafına bırakmayacak hiçbir ulusal ya da uluslararası mekanizma yok mu?
Var elbette… Mesela meşhur savaş suçlusu Slobodan Miloseviç’in yargılandığı, savaş suçlarına bakan BM’nin yargı organı Lahey Adalet Divanı var.
Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 1 var mesela: “ Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmış olup birbirlerine karşı bir kardeşlik anlayışıyla davranırlar.”
Yetti mi? Yetmedi, 82 Anayasanın 10. Maddesi var: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzer sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”
Var ama bu yasal düzenlemeler, dünyada hızla yükselen “ırkçılık” sorununu çözmeye yetiyor mu? Yetmiyor, yetmeyecek de. İş yine dönüp dolaşıp bu maddeleri uygulayacak insan faktörüne geliyor.
Toplumun çimentosu sadece dil, din, ırk veya siyasi düşünce midir? İnsanlar arasında ortak payda olabilecek; sevgi, dostluk, hoşgörü ve kardeşliği geliştirebilecek başka alternatifler de üretilemez mi? Bu ve benzer soruları hepimiz kendimize sormalıyız. Vereceğimiz cevaplar, belki de hepimizin gelecekteki yaşam kalitesini etkileyecek türden cevaplar olacaktır…
Irkçılık, toplumu atomize etme potansiyelini içinde taşıyan, en az terör kadar tehlikeli bir hastalık… Her an, vatan sevmenin ölçüsü kaçıp yerini “ırkçılık” canavarına bırakabilir. Kimileri vatanı sevmeyi, “vatanın ırzına geçmek, onun kaymağını yemek, işi bilip işe gitmemek” olarak algılayabilir. “Vatanseverlik”, dürüst, namuslu ve duyarlı yurttaşlık temelinde yeniden tanımlanmaya muhtaç bir kavramdır.
“Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır…” (Atatürk) yüzyılda yaşayan bireyler olarak ırkçılık tehlikesine karşı hiçbir şey yapmamak, bir gün ırkçılığın kurbanı olmayı kabul etmekle eşdeğerdir.
Bireyler olarak, sivil toplum örgütlerinde örgütlenerek örgütlü bir toplum olmak; etnik milliyetçilik yapan ve kandan beslenen yapılardan uzak durmak; mensubu olduğumuz ırkla değil kendi kişisel kazanımlarımızla övünmek; başkalarına saygılı olmayı öğrenmek ve hepsinden de önemlisi bizim dışımızda nesnel bir dünyanın varlığını kabul etmek acil görevlerimiz arasında sayılabilir.
Yine, barıştan ve silahsızlanmadan yana olmak; sivil toplum örgütlerinin çalışmalarını desteklemek; ağır ve sistematik insan hakları ihlallerine göz yummamak; fetihleri değil kurtuluş savaşlarını kutlamak başta olmak üzere ülkeler ölçeğinde de pek çok şey yapılabilir.
Hiçbir bilimsel gerçekliği olmayan “ırkçılığın” bir gün hipodromda Arap atları ve İngiliz taylarıyla sınırlı nostaljik bir imge olarak kalması dileğiyle…
- Kuran kimin sözü? - 1 Aralık 2022
- Daha özgür metinlere - 20 Kasım 2022
- Eğitimde ‘etik’ sorunsalı - 11 Kasım 2022