Homo Sacer: Agamben’nin Egemenlik Mefhumu

Bu yazıda, Giorgio Agamben’in ‘Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat’ kitabında ele aldığı egemenlik yani modern biyosiyaset kavrayışını değerlendirmeye çalışıyorum. Mitchel Foucault’nun ve Judith Butler’ın yaklaşımlarını da tartışmaya dahil ediyorum. Foucault’nun ‘Biyopolitikanın Doğuşu’ kitabı ve ‘Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar’ yazısı ile  Butler’ın ‘Süresiz Alıkoyma’ metnini temel referanslar olarak ele alıyorum.

En baştan, Agamben ve Butler’in günümüzde iktidar formları ‘yönetimsellik ve egemenlik biçimlerini birlikte işletir’ yani Foucault’nun belli tarihselleştirmeler içinde, Batı toplumları için yaptığı hükümranlık (imperium), disiplin (disciplinary power) ve yönetimsellik (governmentality) şeklindeki üçlü iktidar teknikleri hattının bugün içe içe geçtiği ve eklemlendiği şeklindeki vurgularının önemli olduğu söylenebilir.

Bununla birlikte Agamben’in böylesi bir tarihselleştirme yönteminden ziyade ve her türlü büyük dönüşümden azade; örneğin ulus-devletlerin çıkışı, şehirlerin büyümesi, savaşların ve salgınların baş göstermesi, liberalizmin doğuşu, kapitalizmin gelişmesi gibi büyük kırılma-değişim dönemlerinden azade bir iktidar-egemenlik kavrayışının Foucaultcu perspektifle kıyaslandığında daha sınırlı bir çerçeve çizdiği söylenebilir.

Agamben’in yaptığı, bir şekilde çekirdek biçiminde hep var olan, her türlü iktidar kipinde yerini hep korumuş sovereignhomo sacer yani egemen- çıplak hayat şeklinde formül bulan bir öneridir. Oysa Foucault böylesi genel geçer hatlar ve hep var olduğu düşünülmüş özlerden uzak durmaya çalışan bir yöntemsel kavrayışı önerir ve tarihsel-inşacı bir yönteme sahiptir.

Yine de Agamben’in, Foucault’nun kendi dönemi ve eleştirel tutumu içinde anlam bulan fakat bugünün kavrayışında eksik kalacak ‘devlet’i yok sayarak bakma şeklinde büktüğü çubuğun yönünü değiştirmesi de manidardır. Yani erekselci-yoğunlaşmış bir merkez olarak devlet mefhumunu ve eski zamanların hükümranından daha fazla şey ifade eden egemen mefhumunu tekrar siyasal sahneye taşıması önemli görünmektedir. Nitekim  devlet-egemenlik vurgusunun Butler’da da Wendy Brown gibi günümüz iktidar biçimleri üzerine yazan düşünürlerde de olduğunu görmekteyiz.

Agamben’nin Egemenlik Nosyonundaki Temel Kavramlar 

Zoe-Bios ayrımı

Agamben egemenliğin yapısına odaklanarak, en başta egemenliği çıplak hayat ile olan ilişkisiyle, istisna/dışlama ilişkisi çerçevesinde ele alır. Egemenliğin soykütüğünü, Eski Yunan’daki zoe ile bios kavramları arasında ayrım yaparak başlatır. Birincisi yalın doğal hayata/canlılık olgusuna, ikincisi bir birey ya da grubun yaşama biçimine işaret etmektedir. Zoe sadece oikos alanına, ev hayatına (üreme hayatı olarak) ait görülürken polisten, siyasal nitelikli hayattan ayrılmaktadır. Burada, biyolojik, çıplak hayat zoe alanına ait olmasıyla bios’un dışındadır.

Batı siyasetinin temel ikiliğini, dost-düşman ikiliği değil, çıplak hayat-siyasal varoluş, zoe-bios, dışlamaiçleme gibi ikilikler olduğunu belirtir. Egemen

iktidarın saklı da olsa, orjinal çekirdeğini oluşturan şey, çıplak hayatı –zoe’yi- siyaset alanına sokmasıdır. Egemen iktidarın ortaya koyduğu ilk etkinlik de biyosiyasal bir beden yaratmaktır.

Agamben’in biyosiyaset kavrayışı, Foucault’daki gibi modern devletin kuruluşu ve nüfus olarak inşa edilen topluluklar ile sınırlı değil. Ona göre biyosiyaset  egemen istisna kadar eskidir ve toplulukların belirsiz mıntıkalarına sürelenler üzerinde işler.

Egemenlik, hukuk, istisna (exception)

Agamben egemenlik mefhumuna bakarken,  hukuksal alanı da dahil eder. Ona göre

Foucault, iktidarı kurumsal-hukuksal modeller dışında, öznelere bakarak, onların bedenlerine ve hayat tarzlarına nüfus eden yolları, kendilik teknolojilerini araştırır.

Fakat bunların nerede bir araya geldiği net değildir Agamben’e göre. Bu noktada hukuksal kuramsal iktidar modelleri ile biyosiyasal iktidar modelini bir arada düşünmeyi önerir.

Agamben için hukuk tartışması, egemenliği anlamak için önemlidir. Egemen tanımını hukuk bağlamı içindedir. Bu nedenle hukukla birlikte anayasal güç ve onu koruyan şiddet, halk egemenliği gibi kavramları ele alır. Burada Benyamin, Schmitt, Kafka, Scholem’in tartışmalarına bakar.

Agamen’de egemen, aynı anda hukuk düzeninin hem içinde hem de dışındadır. Egemen,  hukukun geçerliliğini askıya alma konusunda yasal yetkiye sahiptir ve kendisini yasal olarak hukukun dışında tutmaktadır. Burada Schmitt gibi istisna durumuna önem verir. Ona göre egemen istisnai durumunda dolayı hukuku ve yürürlükte düzenin geçerliliğini askıya alabilendir.

Burada istisna (exception) bir tür dışlamadır (exclusion). İstisna olarak dışlanan şey, kuralla ilişkisini kuralın askıya alınması biçimde sürdürmektedir. İstisna kendisini kuraldan dışarı çıkarmamakta, bunun yerine kural,  kendi kendisini askıya olarak, istisnaya yol açmakta ve kendisini istisna olarak sürdürerek öncelikle kendisini kural olarak tesis etmektedir. Agamben dışlanma yoluyla içerilmeye, istisna ilişkisi demektedir. Yaşadığımız çağda, istisna durumunun her geçen gün biraz daha temel siyasi yapı haline geldiğini düşünür.

Hukuk özünü exceptio olarak görür. Buna göre kurallar sadece istisnalarla vardır. Hayatın hukuk alanına sadece excepito olarak girebileceğini söyler. Buna göre egemen nomos’un (hukukun/yasanın), mekânı cezaevleri değil kamplardır. Kampları yöneten yasalar, sıkıyönetim yasaları ve kuşatma altındaki bir toprağın yasalarıdır. Burada olağan hukuk kuralları geçerli değildir. Hukuk/yasa mevcudiyeti olan fakat, gerçekleşmeme biçiminde olan bir şeydir. Hukukun statüsünü, -Kafka’daki gibi- anlamı olmadan yürürlükte olan olarak görür.

Hukukun şiddetle ilişkisinde ise Benjamin’in izinden gider. Şiddet ve hukuk arasındaki ilişkinin altını çizer. Yasa-koymanın amacı yasa olarak tesis edilecek şeydir ve bu süreçte kullanılacak araç ise şiddettir. Ancak yasa tesis edildikten sonra da şiddetten vazgeçilmemekte, şiddetle mecburen ve yakından bağlantılı bir amaç olarak yasa konmuş olmaktadır.

Agamben’de egemenlik ne tamamen hukuksal bir kategori ne hukukun dışında bir güç ne de hukuk düzeninin üstünde bir kuraldır. Egemenlik,  hukukun hayata gönderme yaptığı ve hayatı tam da askıya almak suretiyle içe aldığı orjinal yapı olarak görür. Hukuk burada kendi yokluğuyla hüküm sürer. Yasaklı kimse yani belirsizlikler mıntıkasına terk edilen kimse, hukuk tarafından terk edilen, yani hayat ile hukukun içerideki ile dışarıdakinin birbirinden ayırt edilemediği eşik alanda bırakılan kişidir. Yani homo sacer’dir.

Egemenliğin ilk etkinliği olarak çıplak hayatın üretimi: Homo sacer

Agamben için çağımızın egemenlik formunu, modern biyosiyasetin  özünü anlamak için homo sacer  kilit önemdedir. Homo Sacer (kutsal insan) Roma hukukunda yer alan bir şahsiyettir. Agamben, Pompeius Festus’tan aktararak homo sacer’i şöyle tarif eder:

‘Kutsal insan, bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kişidir. Bu kişinin kurban edilmesine izin verilmez. Fakat bu kişiyi öldüren birisi cinayet işlemiş sayılmaz. Gerçekten de tribuna hukukunun ilk yasasında şöyle denmektedir:

“Birisinin, plebisite/kamuoylamasına göre kutsal olan bir insanı öldürmesi cinayet sayılmaz”. Bundan dolayı da kötü ya da murdar (impure) bir adama kutsal demek âdettendir.’

Homo sacer özgüllüğünü oluşturan şey iki temel kriter vardır: öldürülmesinin ceza gerektirmemesi ve kurban edilmesinin yasak olması.

Bununla beraber homo sacer çelişkili anlama sahiptir. Sacer, sacratio kutsal kelimesinden gelir. Murdar ya da Tanrı’nın malı olan birisi kutsal sayılır ve dolayısıyla onu öldürmek saygısızlık-kirlenmek olur. Kurbanlar kutsaldır, törenle ölürler ve bu ölüm ceza gerektirmez. Öldürülmesi ceza gerektirmeyen homo sacer’in törensel uygulamalar eşliğinde kurban edilememesi ise bir çelişkidir. Homo sacer hem kurbanlıktan dışlanan hem de ceza gerektirmeden öldürülendir.

Kutsal insanın kutsallığı nereden gelmektedir diye sorar ve kutsal ile profanın (din dışı), dinsel ile hukuksalın ayrılmadığı bir mıntıkada sacratio’yu yorumlar.

Sacratio’nun kutsal-lanetli olmak üzere iki anlamı bulunmaktadır. Lanetin taşıyıcısı olarak da toplumdan dışlanmış yasaklı adam olan homo sacer bir tabudur, tehlikelidir.

Homo sacer’in statüsü hem beşeri hukuk hem ilahi hukukun dışında tutulan,  öldürülen fakat kurban edilememe statüsünün kesişiminde bulunur.  Yani homo sacer sınırsal bir kavramdır ve iki hukuk biçimi içinde kalındığı sürece tanımlanamaz. Dolayısıyla homo sacer, bir  exceptio oluşturur. Homo sacer durumunda kişi ilahi hukuk alanına alınmadan insani hukukun da dışında bırakılmaktadır ve homo sacer’e uygulanan şiddet bir saygısızlık teşkil etmektedir.

Homo sacer’in statüsünü tanımlayan şey, kendisine ait olduğu varsayılan kutsalın orijinal müphemliği değil; içine atıldığı kendine has çifte dışlanma özelliğiyle maruz kaldığı şiddettir. Buradaki şiddet ne kurban edilmedir ne de cinayet. Hem beşeri hukuk hem de ilahi hukuk dışında kalan bu şiddet yeni bir eylem alanı yaratmaktadır ve bu ne kutsal eylemdir ne de profan eylem. İstisna ilişkisi içinde sınırsal bir eylemdir bu. İstisna durumunda hukuku askıya alan ve çıplak hayatı kendi içine çeken egemen hükümün/kararın alanı.

Homo sacer egemen yasaklamaya dahil olan ilk hayat figürüdür, siyasal boyutun ilk olarak yaratılmasını sağlayan ilk dışlamadır. Egemenlik alanı, kurban edilme ile katledilme  arasındaki belirsizlik mıntıkası biçimini alan çifte dışlama aracılığıyla oluşur. Egemen iktidarın ilk/birincil içeriğini oluşturan hayat çıplak hayattır.

Yani  egemenliğin ortaya koyduğu ilk etkinlik çıplak hayat üretme işidir.[1] 

 ‘Kurt adam’: yasaklanma, terk edilme, herkese açık olma

Agamben homo sacer benzeri şahsiyetlerin Hint-Avrupa, Cermen toplumlarında da olduğunu söyler. Orta çağda eşkıya, haydut denilen kişiler öldürülebiliyordu. Bu

eşkıyalar kurt adama benzetiliyordu. Kurt adam, hayvan-insan karışımı, şehirden yasaklanan bir figürdür. Eşkıya hayatı ne tam olarak insan ne de hayvan

kategorisindedir, bir belirsizlik mıntıkasıdır.  Agamben’e göre kurt adamın mıntıkası, şehir yasalarının dışında değil, tam da şehri kuran istisna ve eşiktir. Egemenliğin her zaman geçerli olan ön varsayımı vardır burada: ne sadece doğal hayat ne de toplumsal hayat olan, bunun yerine çıplak hayat ya da kutsal olan eşiktir.

Agemben; kurt adamı değerlendirirken Hobbes ve Rousseau’nun yaptığı tartışmalara değinir ve toplum sözleşmesi gibi fenomenleri anlamsız bulduğunu söyler. Burada Hobbes’un, egemen iktidarın temeli tebaanın kendi doğal haklarından el çekmeleri değil, hükümdarın herkese her şeyi yapma hakkını muhafaza etmesi önermesinde aranması gerektiğini ifade eder. Egemen şiddetin temeli, sözleşme değil devletin çıplak hayatı dışlayarak içermesidir, der. Devlete geçiş sözleşme ile değil, yasaklama ile olmuştur. Yasaklamanın gücü, terk etmedir. Yasaklı olmak  birinin merhametine kalmak, herkese açık, serbest olmak demektir. Hem egemenliğin sınırlarına hem de toplumsal kovulmaya işaret etmektedir. Her şey kendi ayrılığına terk edilmektedir, aynı zamanda kendisini terk edenin merhametine bırakılmaktadır.

Agamben’e göre yasaklamanın bu yapısı bugün de geçerlidir. Egemen iktidarın esas yapısı baştan beri yasaklamadır, egemen yasaklamada öldürülebilir olan kişidir.

Biyosiyaset ve insan hakları nosyonu

Agamben modern biyosiyaset altında, ‘insan hakları’ nosyonun gelişimine vurgu yapar ve Batı demokrasi tarihinden ayrılamaz olan insan hakları bildirgesine değinir.

Kralın Tanrı’dan aldığı egemenlikten, ulus egemenliğine geçişi tamamlandığı insan hakları bildirgeleri, tebaa’nın vatandaşa dönüştüğünü gösterir. Burada haklar insanlara ancak ve sadece vatandaş sıfatıyla verilmektedir. ‘Her insan elindenalınamaz ve iptal edilemez haklarla doğar. Agamben buradaki doğum ifadesinin, bireyin doğrudan doğruya bir ulusun parçası olması anlamına geldiğini söyler. Kişi doğdu anda vatandaştır  ve bu nedenle kimi haklara sahiptir.

İnsan hakları söyleminin ortaya çıkışının tesadüfi değildir. Ona göre bu vatandaşlık, egemenliğin kaynağı ve temeli olarak hayatın yeni statüsüne işaret etmektedir. Bununla birlikte modern demokrasinin temeli sayılan 1679 tarihli fermanda  habeas corpus ile ifade bulan şey, citoyen (vatandaş) değil corpus’tur (beden). Bu bildirgelerde, siyasetin öznesi özgür adam/vatandaş, onun statüsü ya da ayrıcalıkları değildir; tam da ileri sürülen ‘beden’dir. Avrupa demokrasisi, mutlakiyetçiliğe karşı verdiği mücadelenin merkezine biosu değil zoe’yu yani bedeni/çıplak hayatı koymuştur.  Modern demokrasi kutsal hayatı ortadan kaldırmamakta ancak onu parçalamakta ve bütün insanların bedenlerine dağıtmaktadır. Kutsal hayat, siyasal çatışmanın merkezine yerleşmektedir.

Agamben burada, Arendt’in mülteci meselesi üzerinden, insan hakları kavramının radikal krize girdiğine dair yaptığı tartışmayı sürdürür.  Mülteciler,  insan ile vatandaş, doğum ile ulus arasındaki farklı ortaya çıkarmakla, siyasal alanın gizli önvarsayımını –çıplak hayatı- sürekli gözler önüne sermektedir. Buna göre, ulusdevlet sisteminde insanların güya kutsal ve ellerinden alınamaz olan haklar, bir devletin vatandaşına ait haklar biçiminden çıktıları anda korumasız kalır. Çünkü vatandaşılık nosyonunun merkeziliği beraberinde başka bir soruyu gündeme taşır: kimin vatandaş olup kimin olmadığını da tanımlamak, insan ile vatandaş arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanması meselesi. Nitekim çocuklar, deliler, reşit olmayanlar, kadınlar, mahkumlar vatandaş değillerdir.

Modern biyosiyasetin karakteristiklerinden biri, içeridekiler ile dışarıdakileri teşhis ederek, bunları birbirinden ayıran hayat-eşiğini yeniden tanımlama gereksinimidir.

Agamben, egemen yaşatma ve ölüm üzerinde gittikçe daha fazla selamete sahip olduğunu söylerken, 1920 yılında Almanya’da yayınlanan ‘yaşanmaya değmeyen hayat’ kavramı üzerinde durur. Burada can almanın mübahlığına değinir. Cinayet işlemeksizin öldürülme eşiği… Toplama kamplarından yola çıkarak,  bugünün iktidar formuna nasıl bakılması gerektiğini açar.

Modern biyosiyaset mekanı olarak ‘kamp’

Agamben, modernliğin siyasal mekanının gizli paradigmasının hapishane değil kamp olduğunu söyler. Arendt’i dikkat çektiği bu kavrama, Focaultcu biyosiyaset anlayışıyla yaklaşır.

Kamp, mutlak ve geçit vermez bir biyosiyasal mekandır.

Agamben kamp’ı içinde yaşadığımız, siyasal mekanın gizli kalıbı matrisi ve nomosu  olarak görür. Sömürge dönemindeki kampları da, Nazi kamplarını da sıradan hukuktan değil, istisna durumundan doğduğunu söyler. Ona göre kamp, istisna durumunun kural dönüşmeye başladığı zaman açılan bir mekandır.  Tehlike durumu gerekçe gösterilerek, hukuksal yönetimin geçici olarak askıya alınması olan istisna durum, kampta daimi yer düzenlemesinin şeklini almaktadır.  Burada insanların her türlü hak ve ayrıcalıkları tamamen ellerinden alınmaktadır. Çıplak hayat ile hukuk kuralı belirsizlik eşiğidir.

Hayatın siyasallaştırılması: liberalizmden totalitarizme değişmeyen özler

Agamben ulus-devlet çağında yani mutlakiyetçilikten liberalizme geçişte ve yirminci yüzyılda totaliler devlete geçişte, egemenlik-iktidar tartışması yapan Foucault ve Arendt’in tek başlarına eksik kavrayışlara sahip olduğunu söyler. Ona göre Foucault, eski dünyadan modern dünyaya geçiş sürecinde biyosiyasete bakarken, bireylerin bir yandan kendi kendilerini özneleştirmelerini, öte yandan da kendi benliklerini nesneleştirmelerini doğuran özneleştirme süreçlerini araştırmakla yetinmiştir.  İçgörülerin yirminci yüzyılın büyük totaliter devletlerinin siyasetiyle bağlantılandıramamıştır. Aynı biçimde Arendt de savaş sonrası dönemin totaliter devletlerine bakarken biyosiyasal perspektiften yoksun tahliller yapmıştır. Oysa Agamben’e göre tam da, siyasette bugüne de eşi benzeri görülmemiş bir derecede totaliter siyaset haline gelmesini mümkün kılan tek şey,  çağımızda siyasetin tamamen biyosiyasete dönüşmesi gerçeğidir.

20.yüzyıl parlamenter demokrasilerinin kolayca totaliter devletlere dönüşebilmesi, biyolojik hayatın ve gereksinimlerinin siyasal alanın belirleyici olgusu haline gelmesidir. Agamben’e göre ikisi arasındaki fark, çıplak hayatın gözetimi, denetimi ve kullanımı için en uygun örgütlenme biçiminin ne olduğu olan bağlamıdır. Sağ-sol, liberalizm totalitarizm bir gönderge olarak çıplak hayatı seçtikleri andan itibaren ise keskinliklerini yitirmektedir. Yani hayatı siyasal alana dahil ettikleri andan itibaren yönetim aynı öze sahip olmaktadır.

Modern devletler hayata hükmederken, ölüme de hükmetmektedirler ve bu hat sürekli hareket halindedir. Bu, egemenin sadece hukukçular değil aynı zamanda doktorlarla bilimcilerle uzmanlarla daha yakın biçimde ilişkili olduğu alanlara kayarak gerçekleşmektedir. Nasyonal Sosyalist öjenik örneğinde olduğu gibi, biyolojikbilimsel ilkelerin siyasal düzene hiç olmağı kadar sokulmaları ve yaşanmaya değmeyen hayatları öldürmesi, ölüm kriterinin normatif olarak belirlendiğini göstermektedir.

Foucault, Butler ve Agamben’de Ortaklıklar ve Farklılıklar

Agamben, Foucault’dan farklı olarak egemenlik okumasını hukuk üzerinden yapar. Yasaklama-hukuk-egemenlik formunu önemli bir icraat olarak vurgular.  Oysa Foucault iktidarın yasak koyma anlamındaki icraatlere asla indirgenemeyeceğini söyler. İktidar aynı zamanda yapıcı kurucu ve çok daha fazlasıdır. Foucault yasalara değil, toplumsal normlara ve normalleştirmeye yönelik disipliner iktidar pratiklerine bakmayı önerir. Ya da güvenlik düzenekleriyle, dolaşımın serbestleşmesi için değişen yönetimsel-idari-etik biçimlerden bahseder. Pozitif iktidar teknolojilerinden, üretici iktidar biçimlerine eğilir. İnsanın tür varlık olarak ele alındığı ve yaşatılmaya çalışıldığı biyopolitik iktidarı öne çıkarır.  Aynı zamanda hükümranlık, disiplinci pratiklerin birbirleriyle iç içe geçtiğini ancak tarihsel süreç ve dinamikler içinde iktidar biçimlerinin farklılaştığını farklı özelliklerle öne çıktığını vurgular.

Agamben’e göre ise egemen, hukukun hem içinde hem dışındadır. Belirsiz bir mıntıkada hareket etme kabiliyeti vardır. Bu belirsizlik mıntıkası, istisnai durumlarda görünürdür en çok. Fakat iktidarın gerçek karakteri tam de bu istisna durumlarında ortaya çıkar. İstisna her şeyi genelinden kendisinden çok daha iyi açıklar.

Agamben, olağanüstü halin aslında, kendi olağanlığı olduğunu yani iktidarın aslında hep bir olağanüstü hal rejimini koruduğunu, yasayı askıya aldığını, belirsizlikler mıntıkası yarattığını anlatır. Egemenin yasa koymak için yasaya ihtiyacı yoktur ve bu çelişki yıkıcı şiddete/öldürme ‘hakkı’na kadar giden bir imkanlar dizisi sunar.

Foucault’nun anlattığına göre ancak kendi varlığını tehdit altında gördüğünde öldürme, ölüme atma kozunu kullanan hükümranlık şeklindeki iktidar biçimi Agamben’e göre aslında yönetmeye içkin bir icraattır. Bugünün siyasal egemenlik formlarını da biçimlendiren budur. Buna göre egemenliğin özünde bu öldürme potansiyeli vardır. Farklı yönetim/iktidar kiplerine değil, bunlardaki ortaklıklar peşinde gider.

Bu noktada Agamben liberal ve onunla akraba bakışlara cepheden karşı gelir. Buna göre en ileri, demokratik Batı ülkelerinin de insan hakları-vatandaşlık haklarına riayet etmeden hem dışarıda hem de içeride çıplaklaştırdığı hayatlar üzerinden egemenlik biçimlerini işletir. Burada egemen iktidarın biyosiyasal bedenler yarattığını ve bunun Foucault’nun söylediği gibi yönetimsellik çağında başladığını değil en eski çağlara kadar uzandığını söyler.

Öldürülebilen fakat kurban edilemeyen, yani öldürüldüğünde herhangi bir ceza ya da yaptırımla karşılaşılmayan homo sacer’ler her dönemde olmuştur. Burada Agamben hayatın kutsallığı dogmasını sorgularken, dışlamanın eski biçimlerinden örnekler verir. Hem kutsal olup hem korkulan lanetlenen arketiplerden bahseder. Köleler, kadınlar, oğullar, kurt adamlar bir biçimde öldürülme hakkı olunan, aslında nomos’un dışında yer almayan ama diğerleriyle de aynı olmayan farklılaşmış kişiler-gruplar olarak belirir. Bunlar kutsal ile profanın, dinsel ile hukuksalın dışında, tüm bunların muğlaklığında yer alırlar.

Agamben’e göre homo sacer’i yaratan siyasal alan bir anda ortaya çıkmamıştır. Bu zaten var olagen bir şeydir. Yirminci yüzyılın parlamenter demokrasileri de liberal demokratik ülkelerdeki siyasal yönetimler için de böyledir. Siyaset uzun bir zamandır biyosiyasete dönüşmüştür –eski komünist ülkelerde de Avrupa’da da böyledir ve bu anlamda Agamben aslında sağ-sol ayrımlarını, liberalizm-totalitarizm ayrımlarının anlamlılıklarını yitirdiklerini söyler.

Liberal-demokratik kapitalist devletlerin nasıl hızlıca ve kolay biçimde yirminci yüzyılın totaliter devletlerine dönmesi şaşırtıcı değildir. Bu noktada cevabı nettir: tüm iktidar kipleri -yıkıcı olmayan, ölümü ve sert cezalandırma pratiklerini kullanmayan iktidar kipleri de- son kertede dışlama-içerleme biçiminde bir egemenlik forumuna sahiptir, yani egemen en özünde zaten öldürme-yaşatma hakkına karar verendir.

Öldürme-yaşatma konusunu Butler da gündemine alır; süresiz alıkoyma gibi edimlerin istisna gibi sunulsa da genelleşmiş durumlar olduğunu ve istisnanın nötrleşmiş norm olarak tesis edildiğini söyler. Butler Agamben’ci perspektifle çıplak hayatlara yani kendi kavramsallaştırmasıyla kırılgan hayatlara bakar. Butler 11 Eylül sonrasında Amerika’da yaşayan koyu tenli, Müslüman nüfusun nasıl muğlak biçimde, her türlü yasal düzenlemeden muaf ve yargılanmadan tüm haklarından mahrum kaldıklarını – yani biyolojik çıplak bir hayata dönüştüklerini-  uzunca anlatır.

Butler günümüz iktidarını bir iç içe geçiş, çoklu biçimler üzerinden okumayı önerir. Süresiz alıkoyma, yeni savaş hapishaneleri örneği üzerinden günümüzde iktidar şekillenişinin okumasını yapar. Burada egemenliğin yeniden canlandırılmış bir anakronizma olarak ortaya çıkma olasılığına vurgu yapar ve Foucaultcu bakış açısına daha fazla bağlı kalarak egemenliğin yönetimsellik sahasında ortaya çıktığını söyler.

Butler da Agamben gibi, egemenliği hukuk birlikte tartışarak ele alır.  Mevcut durumda hukuk araçsal olarak kullanılmakla kalmamakta; adalet, yaşam ve ölüm gibi temel meselelere dair kararlar verirken kendi muhakeme yetkilerine dayanmaları istenen kişilerin takdir yetkileri kullanmak için askıya alınmaktadır. Butler’a göre tam da hukukun askıya alınmasıyla birlikte egemenliğin dirilişine alan sağlanmış olmaktadır. Fakat Agamben’den ayrılarak, aynı zamanda hukuka indirgenemeyecek yönetimsellik özelliklerinin öne çıktığını vurgular Foucault’a gönderme yaparak, yöntimselliğin yasalardan ziyade taktiklerle ilgilendiğini söyler. Sağlık, eğitim, hapishane, hastane, ordu, piyasa kurumları ile birlikte söylemsel düzey de iktidarı var kılan nüfusun üretilmesine yönelik biçimlere vurgu yapar.

Butler burada egemenliğin yöntimsellik sahasında ve nüfusun idaresinde işlediğinin altını çizer. Nüfus gözetlenir, alıkonur, teftiş edilir, sorgulanır. Fakat burada sadece itaatkar özneler üretmek, insanlık normunu kendi kurucu ilkesi sayan özneyi üretmek dışında onları hak sahibi olmayan, insan olarak tanımayan bir nüfus olarak da kuran bir egemenlik/yönetimsellik ilişkisinden bahseder. Burada bu nüfusu oluşturanların kimler olduğu, kimlerin bu nüfusa dahil olup-olamayacağı soruları oldukça önem kazanmaktadır. Çünkü Butler’ın da altını çizdiği gibi hangi nüfus üzerinde yaşatmayönlendirme-selamet kazanıldığı önemli bir sorudur. Agamben’in kökensel olarak sorguladığı halk kavramının içerleme ve dışlama biçimleri bu bağlamda oldukça yerindedir.

Bunlarla birlikte Agamben’in egemenlik anlayışının oldukça kapalı olduğu söylenebilir. Tarihsel olarak, farklı coğrafyalarda egemenliğe özcü bir yaklaşım getirir. Homo sacer nosyonu bu anlamıyla kendi içinde oldukça kapalı ve iktidar karşısında en başından yenik bir şahsiyet olarak belirmektedir. Oysa homo sacer olarak görülen ya da ilan edilen dışlanan kişinin/kesimlerin bu tanımı nasıl zorladıkları, eğip büktükleri, toplumsal alanda nasıl var oldukları, performans ve söylem alanında egemenin pratiklerini nasıl tersine çevirdikleri ele alınmaktadır. Bu anlamıyla direniş-hayatta kalma gibi sorunsalların Agamben’de olmaması, kitabında bahsettiği nihilizme giden yola açık kapı bırakmaktadır.   Focuault ve özellikle Butler’ın siyasal perspektiflerinin bu açıdan daha oyun bozucu olduğu, ya da oyun bozmaya teşvik edici olduğu söylenebilir.


Kaynakça

Giorga Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, 2.b, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013.

Judith Butler, ‘Süresiz Alıkoyma’, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev.

Başak Ertür, 2.b, İstanbul: Metis Yayınları, 2013, 64-107.

‘Kırılgan Hayat, Yası Tutulabilen Hayat’, Savaş Tertipleri, çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015, 9-37.

Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, College de France Dersleri, 1978-1979, çev. Alican Tayla, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015.

‘Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar’,  Cinselliğin Tarihi, çev.

Hülya Uğur Tanrıöver, 7.b, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016, 96-114.

Wendy Brown, Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik, çev. Emine Ayhan, İsyanbul: Metis Yayınları, 2011.

[1] Agamben burada egemen istisna ile homo sacer arasındaki yapısal benzerlik üzerinde durur. İkisi de hem beşeri hem ilahi hukukun dışında siyasal alanın sınırlarında yer almaktadır. Egemen iktidarın karakteristik ayrıcalıklarından biri, hayat ve ölüme karar verme hakkıdır. Hayat ve ölüm üzerindeki hak, Roma hukukunda geçen vitae necisque potestas ile ifade bulmaktadır.  Egemenin bu yetkisi imparator-baba’ya aittir. Oğlunu öldürme ve yaşatma hakkına sahip olan baba-imparatordur. Oysa kimse yargılanmadan öldürülemez, Roma Hukuku’nda bu açık bir çelişkidir.