Hayvan Kuramı – Eleştirel Bir Giriş

BİR ANTROPOSANTRİZM TARİHİ Mİ? ANTİKİTE VE AYDINLANMA

Batı felsefesinin tarihi, hayvanların kapasitelerinin ne olduğu, onlara nasıl muamelede bulunulabileceği ve genel olarak insandan (ya da daha açık olmak gerekirse, “erkek”ten) daha aşağıda varsayılan konumlarına dair düşünüşte başat bir etkide bulunmuş olan antroposantrik (insan-merkezli) düşünme biçiminde hayvanların esaretine dair çok sayıda örnek sunar. Bu kitabın ele aldığı çeşitli düşünürlerin devraldığı felsefi mirası anlayabilmek için, hayvanların ve hayvanlık durumunun kuramsallaştırılmasının gelişiminde çok büyük ölçüde önemli iki döneme dönüp yeniden bakmak gerekir: Klasik felsefecilerin hayvan hayatını sistematik olarak ilk defa ele almaya başladıkları Eski Yunan ile Aydınlanma’yı etkilemiş olan bir dizi felsefecinin insanın doğadaki konumunu kavrama gayretlerinde yüzlerini gelenek ve inançtan bilim ve akla döndükleri 17. yüzyıl Avrupası. Bu iki dönem; sadece insan dışı hayatın kavramsallaştırılma ve ele alınma yöntemini biçimlendirmede büyük ölçüde etki sahibi olacak antroposantrik varsayımları teşhir ettiklerinden dolayı değil, insanlık durumunu merkeze almayan bir düşünüş imkânına dair bir açıklık sağlayan marjinalize edilmiş sesleri içinde barındırdıklarından dolayı da hayati öneme sahip. Antroposantrik düşüncenin tarihi içinde, hayvanlar ve hayvanlık durumuna daha az antroposantrik ya da hatta antroposantrik olmayan yaklaşımların alternatif tarihine dair tohumlar da mevcut.

Zihinler ve Makinalar

Aristoteles (MÖ 384–322) Politika’da, çokça referansta bulunulan, “erkeğin” diğer hayvanlardan “doğası gereği politik bir hayvan” olduğu için ayrıldığı (1995: 10) önermesini ortaya koyar. Aristoteles’in bununla kastettiği, erkeğin, dil, mantık ve ahlâki uslamlama kapasitesiyle erkek olmayan dünyadan ayrıldığı polis ya da “şehir-devleti”nde doğal gelişimine kavuştuğudur. Muhakkak, başka bazı hayvanlar da kendi ortak toplumlarını oluşturabilirler, fakaterkek

arılar ya da diğer sosyal hayvanlardan daha üstün bir derecededir . . . hayvanlardan sadece erkek dil ayrıcalığıyla donatılmıştır. Sadece ses çıkarmak haz ve acıyı ifade etmeye yarar, dolayısıyla genel olarak bütün hayvanlara ait bir yetenektir: Doğaları, haz ve acı algısına sahip olabilecekleri ve bu algıyı birbirlerine belli edebilecekleri bir noktaya kavuşmalarını mümkün kılar. Fakat dildir ki neyin üstün neyin tam tersi olduğunu beyan etmeye yarar ve bu, diğer hayvanlarla karşılaştırıldığında erkeğin ayırt edici özelliğidir: Sadece o iyi-kötü, adil-adil olmayan ve benzer başka niteliklere dair bir algıya sahiptir.Erkek, bu niteliklerde birleşerek bir aile ve bir şehir kurar. (s. 11)

Dil, mantık ve ahlâki uslamlama, erkeği haz ve acı deneyiminin ötesine yükseltir. Bunun için Aristoteles, erkekle hayvan arasında, zekânın bedensel kapasitelerden daha önemli olduğu doğal bir hiyerarşik ilişki görmektedir: “Doğallıkla yöneten öge ile doğallıkla yönetilen öge arasında, her ikisinin de korunması için, zorunlu olarak bir birlik olmalıdır. Bedensel gücü sayesinde fiziksel işleri görme yeteneğine sahip öge, yönetilen ögedir: Doğal olarak, kölelik konumundadır.” (s. 8). Hayvanlara doğrudan referansla, aynı ilkenin, “evcil hayvanların vahşi olanlardan daha makul bir doğaya sahip olduğu” durumlar için de geçerli olduğunu ekler: “Bütün bu hayvanların erkek tarafından yönetilmesi onlar için daha iyidir, çünkü böylece korunuyor olmanın faydalarından yararlanırlar.” Aristoteles’in yinelenen “erkek” kullanımı anlamlıdır, çünkü hayvan türleri arasında ve içinde, “erkeğin dişiyle ilişkisi”ni, “doğal olarak üstün olanın aşağıda olanla, yönetenin yönetilenle ilişkisi” olarak görür (s. 16). Hayvanlarla ilgili bakış açısı, onların, kadınlar gibi, erkeklere hizmet etmek için yaşadığı yönündedir: “Bitkiler hayvanların, bazı hayvanlar da diğerlerinin faydalanması için vardır” (s. 23). Öyle görünüyor ki antikitede ya erkek olmalı ya da başkasının faydası için var olmalısınız.

Modern Avrupa’da hayvanlar hakkında günümüze değin en etkili olmuş önerme, René Descartes’ın ilk olarak 1637’de yayımlanan ve düşünen insanları otomatikleşmiş hayvanlardan ayıran Yöntem Üzerine Konuşma’sına atfedilir. “Düşünüyorum, öyleyse varım”, Kartezyen felsefenin “ilk ilkesi”dir ve buradaki –“bedenden bütünüyle ayrı aklı” ifade eden– “ben”e erişimi olan yegâne varlık insandır (1968: s. 53–4). Akıl ve beden, insan ve hayvan arasındaki yarılmaya dair bakış açısını ifade eden ve pek de iyi şöhret sahibi olmayan bir pasajında Descartes,

“bir maymunun ya da başka herhangi bir irrasyonel hayvanın organlarıyla görünümüne sahip olan türde makineler olsaydı, bu hayvanlarla tam olarak aynı doğada olmadıklarını ayırt etmemizin bir yolu olmayacaktı,’ diye yazar. Bunun yerine, ahlâken mümkün olduğu ölçüde, bizim bedenlerimize benzeyen ve davranışlarımızı taklit eden makineler olsaydı, yine de bunların gerçek insanlar olmadıklarını ayırt edebilmemizin iki kati yolu olacaktı. Bunlardan ilki; bizim, düşüncelerimizi başkalarına ifade etmede kullandığımıza benzer biçimde, sözcükler ya da başka işaretleri hiçbir zaman kullanamayacak olmalarıdır. . . . İkincisi, bazı şeyleri bizim kadar hatta belki bizden daha iyi yapabilseler bile, başka şeylerde hiç şüphesiz hata yapacaklardır. Fark edilecektir ki, bilgi vasıtasıyla değil, basitçe organlarının istidatları doğrultusunda hareket ediyorlar: Zira mantık her durumda kişiye hizmet eden evrensel bir aygıtken, bu organların, her bir özel fiil için özel bir istidada gereksinimi vardır; dolayısıyla, mesele o ki, bir makinede -mantığımızın bizim için mümkün kıldığı gibi- hayatın her hadisesine karşılık vermeye yetecek ölçüde farklı organ bulunması ahlâken olanaklı değildir (s. 73–4).

Aristoteles gibi burada da vurgunun, “ussal-olmayan hayvan” karşısında, dil ve bilgiye erişimi olan ussal “insanlar” üzerinde olduğunu görürüz. Descartes, bütün hayvanları, “en akılsız insanlar”dan dahi daha aşağı seviyede değerlendirir (s. 74). İnsanı, toplum içindeki geniş kapsamlı rolü vasıtasıyla serpilen politik hayvan olarak gören bakış açısını çağrıştıracak biçimde, Kartezyen insan, birçok şeyi öğrenmeye ve aralarında bağlantı kurmaya yetecek kadar zekidir. “Saksağanlar ve papağanlar”ın konuşmalarının anlam ya da bir tür düşünüş ifade eden işaretlerin bir örneği olabileceğine dair herhangi bir olasılığı ya da her ne nedenle olursa olsun konuşamayan insanların varlığını bütünüyle göz ardı eden Descartes, “farklı kelimeleri bir araya getirip düşüncelerinin anlaşılabilmesini sağlayacak olan konuşmayı meydana getirme kabiliyetinden yoksun olacak kadar ahmak ve aptal bir tek insan bile yoktur, embesiller bile böyle ahmak ve aptal değildir” sonucuna varır ve yine Descartes’a göre, “doğumunda sahip olduğu istidat ne denli mükemmel ve ne kadar harika olursa olsun, benzerini yapabilecek başka tek bir hayvan bile yoktur”. Descartes tarafından çizilen sınırlar katı ve açıktır; mesele “sadece hayvanların insanlardan daha az uslamlamaya sahip olması değil, buna hiç sahip olmamalarıdır”, onların “akılları yoktur” (s. 74–6). İnsanın ölümsüz ruhu ile bedenin otomatikleşmiş işlevleri arasındaki yarılmadan nasibini alan hayvan, insanın olmadığı her şey tanımına hapsolmuştur.

Antroposantrizm (ve bu metinlerde “erkek” çok sık bütün insanların yerini aldığına göre androsantrizm [erkek-merkezlilik-ç.n.]), hem Politika hem de Yöntem Üzerine Konuşma’da hayvanlar ve hayvanlığın kuramsallaştırılmasında açıkça başattır. Bu iki kavram, çağdaş hayvan kuramcılarınca da sık sık birbirine koşut biçimde ve felsefenin insan-olmayan hayatı tarihsel olarak göz ardı etme biçimlerinin kanıtları olarak tartışılırlar. Bu pasajları bir arada okumak bütün bir Batı düşüncesinde hayvanların insanlardan hiyerarşik bir düzenleme içinde ayrıştırılmış olduğu izlenimini verse de hesaba katılması gereken önemli farklar vardır. Felsefeci olduğu kadar biyolog da olan Aristoteles, insanı aşkın bir alana yüceltmektense, insan yaşamının, farklı biçimlerde ifade edilse de hayvanlarla paylaşılan yaşamsal işlevlerine odaklanan maddeci bir bakış açısı sunar. Bu bakış açısının açık kanıtları, geniş bir hayvan bedenleri ve yaşam biçimleri yelpazesinin dökümünü sunma girişiminde bulunduğu ve hayvanların duyulara, özellikle de “dokunma” deneyimine sahip olduğunun altını çizdiği Hayvanların Hareketleri Üzerine’de mevcuttur (2005: s. 7). Dokunma üzerindeki bu vurguya, hayvanları salt makineler olmaktan öte konumlandırdığı Ruh Üzerine’de de rastlanır: Hayvanlar “idrak kabiliyeti” ve “arzu”ya sahip oldukları gibi, “acı ve haz”zı da deneyimleyebilirler (1986: s. 162). Bununla beraber, sahip olmadıkları şey zekâ ya da düşüncedir: Hissetmek ve idrak yeteneğine “bütün hayvanlar sahiptir, fakat düşünmek hatalı olmayı kabulü de gerektirir ve bu yeteneğe aynı zamanda ussallığa sahip olmayan hiçbir hayvan sahip değildir” (s. 197–8). İnsan olmayan hayvanlar “algılara dayalı imgelem”e sahipken, insanlar, “bir şeyi ya da bir diğerini yapma kararını vermek üzere akıl yürütme”ye dayalı olan “bilinçli imgelem”e sahiptir (s. 216). Aristoteles’in insanlar gibi hayvanlar ve bitkilerin de ruhu olduğunu öne sürmesi önemlidir: “Ruh, deyim yerindeyse, yaşayan varlıkların ilk ilkesidir.” Bu durumda, Aristoteles’in ruha ilişkin soruşturması, insanın ayrıcalıklı konumuna karşı durur: “Ruh hakkında konuşan ya da ona dair bilgi edinmeye çalışanlar öyle görünüyor ki sadece insan örneğini dikkate alıyorlar” (s. 126–7). Aristoteles için ruh, şu durumda, tinsellik ya da kişisel kimlikle ilgili değildir; daha ziyade, bedeni içeriden yaşamla besleyen bir “yaşamsal ilke” ya da “yaşam ilkesi”dir (Thacker 2010: s. 11). Ruh, burada, Descartes’ta olduğu gibi tinsel bir cevher, ya da Platon’un kavramsallaştırdığı gibi bedeni yönlendiren ve insanı “yeryüzünden göksel âlemlere doğru” yükseltecek “rehber bir töz” değildir (1965: s. 131). Aristoteles için ruh, yeryüzüne sıkı sıkıya tutunmuş kalır: Hayvan, “canlandırılmış beden”dir (1986: s. 218).

Hayvanların felsefede kavramsallaştırılmalarına dair bu miras üzerinde duran Gilbert Simondon, Two Lessons on Man and Animal’da (İnsan ve Hayvan Üzerine İki Ders) Aristoteles’in, nasıl “gözlemin ilk objektif natüralist doktirini” olan “gerçeklik üzerine bir yargı” sunmakta olduğunu yazar (2011: 42–4). Hal böyle olduğunda, Aristoteles bize, “insanda ortaya çıkanla hayvanlarda ortaya çıkanın karşılaştırılabilir olduğu”nu gösterir ve ne aynı ya da özdeş ne de tümüyle karşıt olduklarına işaret eder (s. 58). Aristoteles insanlarla hayvanlar arasında kendi karşılaştırmalarını yaparken, yakinen gözlemlediği cisimleşmiş gerçekliklere yaslanır. Politika’ya dönersek, “hem hayvanlar hem de insanlar arasında çok sayıda farklı yaşam tarzı”nı tartıştığı birçok örnek arasında birine denk geliriz:

Besin maddeleri olmaksızın yaşamak imkânsızdır. Hayvanlar arasındaki besin farklılıklarının farklı yaşam tarzlarıyla neticelendiğini görürüz. Besine ulaşma amacına uygun olacak biçimde -kimileri etobur, kimileri otobur, kimileri de hepçildir- bazı vahşi hayvanlar sürüler halinde yaşarken, diğerleri birbirinden yalıtılmıştı. Doğa, böylelikle, konforlarını daha yüksek düzeye çıkaracak ve bu maddeleri daha kolay elde etmelerini sağlayacak biçimde, yaşam tarzlarını ayrıştırmıştır: Gerçekte, aynı türde besin bir sınıfın bütün mensuplarına doğal olarak uygun olmadığı ve farklı çeşitler farklı türlere uygun olduğu için, etobur hayvanlar sınıfı içinde ve aynı biçimde otobur hayvanlar sınıfı içinde bile farklı yaşam tarzları mevcuttur. Aynısı insanlar için de geçerlidir. Yaşam tarzları büyük ölçüde farklılaşır (1995: s. 22).

Burada hayvanlarla insanlar arasındaki karşılaştırma belirgin bir ayrıştırma çizgisi çekmek için değil, münhasır yaşam tarzlarındaki farklılaşmaları çoğullaştırmak içindir; vurgu hem türler arası hem de tür-içi farklar üzerindedir. Bu bakış açısı, Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşma boyunca yaptığı türden, insanları bir kategori ve hayvanları bir diğer kategori olarak alıp aralarına tek bir çizgi çizdiği karşılaştırmalardan farklılaşır. Descartes’ın öğretileri, Simondon’un açıkça gösterdiği gibi, “doğrusu bütünüyle sistematik ve ikilikçi doktrinlerdir . . . insan için doğru olan, hayvan dikkate alındığında hiçbir açıdan doğru değildir” (2011: 59; 62). Kartezyenizm, insanlara hayvanlara karşı ilgisizlikleri, dahası onlara yönelik zulümleri için bir mazeret sunar.