Halepçe…

“Me goti Hitleri miriy, care şin na bitın
Me nızani de kure wi Bexda mezin bitin…” [1]

Tarih: 16 Mart 1988… Irak savaş uçakları Halepçe’yi bombaladı. Ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar kokuya doğru koştu. Son sözleri “Dayê bêhna sêva tê” yani “Anne elma kokusu geliyor” oldu. Sonra da birer birer öldüler.

Halepçe bir insanlık utancıdır, insanlığın vicdanında kapanmayan derin bir yaradır. Halepçe tüm dünyanın suç ortağı olduğu bir insanlık kabahatidir. Halepçe, insanlık tarihine düşen eşi ve benzeri görülmemiş kara bir lekedir. Halepçe, Kürt halkına yapılan soykırımın ne ilkidir, ne de sonuncusudur!

16 Mart, Kürtlerin kara günüdür. 1988 faciasından sonra Nevroz bayramı Saddam’ın Halepçe’de uyguladığı insanlık ayıbı ve vahşetinin, binlerce Kürt’ün ve doğadaki canlıların kimyasal gazla yok edildiği zehirli bir gündür. 5.000’i aşkın insanın ve binlerce hayvanın 10 dakika içinde elma kokulu zehirli gazla hayatını kaybettiği, binlercesinin sakatlandığı, binlercesinin de yerinden ve yurdundan olduğu kıyamet günüdür.

Halepçe, 3 tarafı İran dağlarıyla çevrili ve kent nüfus 70.000, il nüfusu 200.000’in üstünde olan, iklimi ılıman ve Sirvan nehrinin geçtiği cenneti andıran güzel bir kenttir. İran sınırının 15 km. batısında, Süleymaniye’nin 60 km. güneydoğusunda, Bağdat’ın 240 km kuzeydoğusunda yer alır. Halepçe eyaletinin başkentidir. Yönetim olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlıdır.

30 yıl önce bugün, yani 16 Mart 1988 tarihinde Halepçe’de büyük bir katliam yaşandı. Elma kokusu içerikli zehirli gaz bombalarını taşıyan 8 MİG-23 uçağı, Irak sınırları içinde yer alan Halepçe kentini köyleriyle birlikte bombaladı.

En az 5.000 kişinin zehirli gazla öldürüldüğü ve 17.000’den fazla insanın ağır derecede yaralandığı Halepçe katliamı, İran – Irak savaşı sırasında, Saddam Hüseyin tarafından 1986 tarihinde Kürtleri hedef alan El-Enfal Harekâtı adı verilen soykırım operasyonlarıdır.

Bombardımandan önce Celal Talabani’ye bağlı güçler de, İran askerleriyle birlikte hareket ediyordu. İran-Irak savaşı tüm şiddetiyle sürerken, İran ordusu 15 Mart 1988’de ‘Zafer-7’ adıyla, Irak’ın içlerine doğru bir taarruz başlattı. Celal Talabani’ye bağlı güçler de, İran askerleriyle birlikte hareket ediyordu. İran ordusu ve Talabani’nin peşmergeleri Halepçe’yi geçerek, gece botlarla Derbendikan Gölü’nün güneyine çıktı ve Süleymaniye karayolunu tuttular.

Tüm iletişim hatları kesilmiş ve bölgenin Irak’la bağı kopmuştu. Bu bölgede 4.000 Irak askeri vardı. İran ordusunun bu kadar yaklaşması ve bölgenin Kürtlerin denetimine girmesi Baas rejiminde panik yarattı. Saddam Hüseyin, İran Ordusu’nun ilerlemesini durdurmak için “Kimyasal Ali” adıyla anılan Korgeneral Ali Hasan al-Majîd al-Tikritî’ye bir kez daha kimyasal saldırı emrini verdi.

Majîd, kimyasal saldırıdan önce, hava bombardımanı, ardından topçu atışı ile Halepçe’yi vurdu. Ancak Halepçe sakinleri fazla umursamadı. Saldırıyı, yıllardır süren savaş nedeniyle, artık yaşamlarının bir parçası olarak algıladı. Evlerine ve sığınaklara girdiler. Irak ordusu önce bölgeyi konvansiyonel silahlarla bombalayarak camların kırılmasını sağladı. Bununla ikinci harekâtın önünü açtı. Sonra da kimyasal bombalar devreye girdi.

İkinci bombardıman başladığında ortaya kesif bir koku yayıldı. Hayatta kalanların çoğunun “elma kokusu” dediği kokuya kimse anlam veremedi. Kokuyu genizlerinde hissedenler birer birer ölmeye başladı. Camlar kırık olduğu için kimyasal silahların gazları kısa sürede evlerin içine kadar girdi. Kimileri evlerinin içinde, kimileri, eve koşarken kapı önlerinde, kimileri bahçede ve çölde 10 dakika içinde cansız bedenleriyle toprağa yattı [2].

Bombardımanda kullanılan kimyasal silahlar, hardal, sârin ve VX gibi gazlar içeren bombalardan oluşuyordu. Bu saldırıda ölen sivillerle birlikte peşmergeler ve İran askerleri de vardı. 19 Ağustos 1988 tarihinde Irak ve İran, ateşkes anlaşmasını imzaladı. Irak ordusu ateşkesten sonra Halepçe’yi geri aldı.

Kimyasal saldırıdan ölümler devam ediyor. 2013 yılı itibariyle kimyasal silahlar yüzünden yaralanıp da ölenlerin sayısı 43.760 kişidir. Halen tedavi gören sakat, yaralı ve yanık sayısı 61.250’dir. Bu sayı her geçen yıl artmaktadır. Bugün bile soykırımdan canlı kurtulanlar, normalden çok yüksek oranda sağlık sorunları ile boğuşmaktadır. 30 yıldan bu yana adeta genetik bir hastalık gibi görülmeye başlandı. 1995 yılında Halepçe çevresindeki 1.300 aile üzerinde yapılan araştırmada başta düşük ve özürlü doğum olmak üzere, solunum yolu enfeksiyonları, cilt ve göz hastalıklarındaki artışı ile nörolojik hastalıklarda oranların oldukça yükseldiği gözlendi. 2005 yılında ise başta kolon kanseri olmak üzere akciğer, mide ve diğer kanser türlerinde % 75’lik bir artışın olduğu gözlendi.

Süleymaniye Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Fuat Baban, 7 Aralık 2002 tarihli ‘The Sydney Morning Herald’ gazetesinde yayımlanan ‘Experiment in Evil’ başlıklı makalesinde, Halepçe’de özürlü doğum oranının Hiroşima ve Nagasaki’nin 4-5 katı olduğunu iddia etti. Amerika Birleşik Devletleri ise bu iddiayı suiistimal ederek Zayıflatılmış Uranyum mermilerini kullanmasını meşrulaştırmaya çalıştı.

Saddam Hüseyin, Halepçe katliamından dolayı yargılanmadı. 1982 tarihinde 148 Şii’nin katledildiği Duceyl olayıyla ilgili 19 Ekim 2005 tarihinde yargılandı ve 30 Aralık 2006 tarihinde idam edildi. Kürtlere karşı kimyasal silah kullandığı gerekçesiyle “Kimyasal Ali” lakabıyla anılan El Majîd, Kürt köylerinin yıkılması, köylülerin başka yere taşınması, köylerden ayrılmayı reddedenlerin öldürülmesi emrini verdiği itiraf etmiş, ancak kimyasal silah kullanılması emrini verdiğini reddetmişti. El Majîd, 25 Ocak 2010 tarihinde idam edildi.

Baas rejiminin Pan-Arabizm ideolojisinin tekçi, ırkçı ve faşist yönetimi, azınlıkları ve farklı din ve mezhepleri kabul etmediği gerçeği yadsınamaz. Öte yandan Irak’taki Şiî halk üzerinde son derece etkin olan Şiî İslam uleması, mezhebi açıdan Osmanlıya yakın olan diğer Arapların aksine emperyalistlerle işbirliği yapmamıştı. Emperyalistler askeri zaferlerinin ardından bu durumu çok iyi yöneterek, Şii ulemanın Irak’ın siyasal yaşamında belirleyici olmasına izin vermediler.

1 Nisan 1979’da İran’da resmen İslâm Cumhuriyeti kurulmasının ardından, bu ülke Amerika ve batı dünyası için bir tehditti. ABD ve yörüngesi ülkeler, İran’a askeri müdahale dâhil şah rejiminin geri getirilmesi için her türlü yola başvurdu. Atom bombası yapılıyor bahanesiyle askeri müdahale seçenekleri gözden geçirildi, silah, gıda ve ilaç dâhil tüm ihtiyaçlar için ambargo konuldu. İran – Irak savaşının bitiminden sonra bu ambargolar, temel gıda maddeleri ve ilaç hariç devam etti. Bu nedenle İran, batı dünyası için bir tehditti. Tüm emperyalist güçler, Irak’ı destekliyordu, Türkiye dâhil. Suudi Arabistan ve Kuveyt, savaşın finansmanını yönetiyordu. Savaş döneminde İran’a karşı sıklıkla kimyasal silah kullandı. Kimyasal silahların ham maddeleri, batıdan karşılanıyordu. Çünkü onlar için insan hayatı değil, çıkarları ön plandaydı. Halepçe’ye kimyasal atılmış, binlerce Kürt öldürülmüş, on binlerin üstünde insan yaralanmış, binlerce hayvan telef olmuş, Kürtlerin evleri başlarına yıkılmış; batının umurunda mıydı sanki? Ve ne yazık ki başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve diğer AB ülkeleri Kürtlere yapılan soykırımı gündemlerine bile almadılar ve BM Genel Kurulu’na da taşımadılar.

Halepçe katliamını babasının kucağındaki bebek unutulmaz fotoğrafı ile tespit eden gazeteci Ramazan Öztürk’ün tanıklığını okuyalım: [3]

“Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine…

Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.

Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü.”

“Önce mis gibi elma kokusu hissedildi, sonra ölüm…

Memede çocuklar öldü, Pirinç tarlasında kadınlar öldü, Çiçekler öldü, Kuşlar öldü…”

Ömer Havar’ın Dramı

Ömer Havar Halepçe’nin mazlum Kürtlerinden biriydi. Onun acı bir hikâyesi vardır.

Saddam Halepçe’yi bombalamadan önce Ömer Havar’ın kendi halinde huzurlu bir yaşamı vardı, 7 kız çocuğunun ardından bir erkek çocuğu olsun diye dua ederdi.

7 kız çocuktan sonra ikiz erkek çocuğu oldu Ömer’in. Saddam Halepçe’yi bombalarken, Ömer Havar ailesi ve çocukları yemek üstündeydi. Bomba seslerini duyunca o panikle hemen erkek bebeklerden birini alıp dışarı koştu, eşi de geride kalan erkek ve kız çocuklarını alıp akrabalarının getirdiği kamyona binerek Halepçe’den çıkmaya çalıştı.

Ama ikisi de fazla uzağa gidemeden oracıkta, 5.000’den fazla insanla beraber can verdi. Ömer Havar kucağına aldığı erkek çocuğuyla bir merdiven dibine düştü, kolunu bebeğin üzerine ağırlık yapmasın diye sarmalamıştı ve bir daha uyanmadılar.

Geriye, bebeğine sıkı sıkı sarılmış görüntüsü kaldı Ömer’in. Ona yapılanlar, diğerleri gibi bir insanlık utancıdır ve bu utanç yalnız Saddam’a değil, aynı zamanda sessiz kalan tüm dünyaya aittir.

Sonuç

1 Mart 2010’da Irak Yüksek Ceza Mahkemesi, Halepçe Katliamını soykırım olarak tanıdı. Bazı Avrupa ülkeleri de benzer kararlar aldı. Son yıllarda ise, Baas rejimine silah satan ülke ve şirketler aleyhine de davalar açıldı. Kürt yöntemi de Enfal’den dolayı, merkezi hükümetten tazminat talep etti.

Geçmişten günümüze sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte toplu katliamlar gündemden düşmemiştir. Köleci toplumdan Sömürgecilik dönemine ve günümüz uluslararası finans kapitalizmine varıncaya kadar yeryüzünde mazlum uluslara ve halklara bu vahşet yaşatılmıştır. Köleci toplumda kölelere, feodal toplumda köylülere, yoksul devletlere, halklara, modern kapitalist çağda işçi ve emekçilere, üçüncü dünya ülkelerine bu zulüm yaşatılmıştır. Yahudi’sinden, Arap’ına, Kürt’ünden, Ermeni’sine, Kızılderili’sinden Afrikalısına varıncaya kadar ne varsa katliam ve soykırım adına, tüm ezilen halklar ve uluslar yaşamıştır, tanıklık etmiştir.

Çocukları sevindirerek öldürmenin nasıl bir vahşet olduğunu uluslararası finans kapitalistlerinden ve onların emrindeki tetikçi faşist ülkelerin yöneticilerden daha iyi bilen yoktur. Bu olgu belki de sadistliğin çok ötesinde bir duygudur. Yeryüzünde vahşet saçan tetikçi yöneticilere baktığımız zaman bunu görüyoruz. Bir Hitler, bir Mussolini, bir Pinochet, bir Saddam, bir Evren ve onların takipçileri bu sadist ötesi duyguyu yaşamışlar, yaşattıkları zaman da nasıl bir zevk duyduğunu onlardan başkası bilmez, bilemez de…

İşçilerin, köylü ve kentlerin yoksullarının üstüne bombalarını bırakıyor sermaye düzeni. Hangi ülke, hangi ulus olursa olsun, değişmiyor; sermaye-para-çıkar-hayınlığına dayalı sistemde ölenler hep emekçiler ve mazlumlar oluyor.

Halepçe’nin Anısına…

Doğuda bir yerde,
tepesi karla kaplı dağların ardında
yemyeşil,
bereketli topraklar uzanır.
Yıldızlarımız vardı üstümüzde.
Ve etrafımızda,
bizi ısıtan ateşimizin dansa tutuştuğu,
derme çatma evlerimizin çamurdan duvarları.

Kim bilir,
hangi hayallerimizi kazıdık oraya!
Direnmekten çökmüş gözlerimizin,
içindeki fırtınalarla!
Hep saklandık.
Koskoca ülkemizin başak kokan uçsuz bucaksız ovaları dururken,
yükseklere çıktık hep.
Geride umutlarımız,
geride hayallerimiz
ve geride çığlık atan yarınlarımız.
Her yanımız mezar dolmuş.

Ne kadar da çok ölü bırakmışız ardımızda!
Toprağı kazsan,
tırnaklarına yarım kalmış özlemlerin acı dolu yaşları dokunur usulca.
İlk sevincin doğduğu bu diyarlar,
şimdi bir özlem mezarlığına bürünmüş.

Ne insanlar doğurdu bu diyarlar!
Ve tanrılar yarattı bu insanlar!
Bilmem ki,
hangi dil anlatabilir seni!
Kutsanmış ölümlerine mi yanayım şimdi,
yoksa hiçleştirilmiş evlatlarının dramına
mı?

Soluduğumuz hava zehir kokuyor artık.
Oysa ki bir zamanlar,
tatlı ilahilerin sesi çankılanırdı kulaklarımıza.
Ve ektiğimiz çiçeklerin kokusuydu içimizi fetheden.
Ağlama Sorani çocuk,
ağlama dilê min!
Seni bir Kurmanc’ın gönlüne gömeceğim.
Ve üstünü,
vatanımın kuzey rüzgârları ile örteceğim.

Ve sen ey düşman!
Her nerden geliyorsan
ve her kimsen!
Ey iyimserliğe bürünmüş canavar!
Ve ey yalanlar sarayının sultanı!
Gönlümü yarıp,
bir sır gibi sakladığım mezarı açamazsın.
Gözlerimdeki nehirlerin üzerinden uçan fırtınayı tutacağını mı sandın?
Yoksa
kalbimi diri tutan közlerin tetikte bekleyen ilk alevlerini söndüreceğini mi?
Bir dev oldum artık!
Toprağıma özlem göme göme büyüyen,
Ve isyanlarımı dağlardan ovalara taşıran bir devim.
Bir uyansam,
seni bir nefeste cehennemlerin en soğuk yerine gömerim.
Çilelerle geçirdiğim on bin yılı,
sen orda bir günde tüketirsin.
Ve sarayların,
tıpkı yalanların gibi,
seni asla ısıtamayacak!

Edip Bedirhan


[1] Kürt sanatçı Eyaz Yusuf’un Halepçe katliamı için yaptığı şarkıdan iki dize (Hitler’in öldüğünü, şimdilik yeşermeyeceğini zannettik Oğlunun Bağdat’ta büyüdüğünü bilemezdik)
[2] Mahmut Bozarslan, Aljazeera Turk, 16 Mart 2014 (Irak Kürdistan Özerk Bölgesi)
[3] http://devrimciproletarya.net/once-mis-gibi-elma-kokusu-hissedildi-sonra-olum/

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)