Aristoteles, insanların söylencesiz yaşayamayacağını düşünerek insanın bir mitophilos olduğunu söylemişti. Mitophilos mitleri, masalları, gezi anlatılarını, öyküleri seven insan demektir. İnsanlar ezelden beri, sürekli hikayeler anlatıp mitler ve efsaneler uydurup duruyor. Destanlar, masallar, hikayeler günümüzde romanlar olarak sürdürüyor bu geleneği. Bir matematik sorusunun anlaşılması bile en iyi, bir öykü şeklinde sorulduğunda gerçekleşiyor. İnsan hep öykülere gerek duyan bir varlıktı. İnsanların hem kendilerini hem de başkalarını tanımaları hikayeler üzerinden gerçekleşir. Yeri, zamanı, olayı, kişileri olan bir anlatıya dönüşmedikçe insan için yaşam bilgisinden söz edilemez. İnsanların benliklerini çocukluklarından itibaren duyduğu ve yeniden yeniden kurduğu hikayeler oluşturur. Yaşamın belirsizliği ve karmaşıklığı ancak hikayeler sayesinde anlaşılır hale gelir; insan dünyayla ancak hikayeler sayesinde başa çıkabilir. William Randall, “doğamız gereği deneyimlerimizden, ilişkilerimizden, kendimizden anlam çıkaran varlıklarız.”diyor konuyu incelediği Bizi “Biz” Yapan Hikayeler[1] adlı kitabında.
Nobel Ödüllü yazar Le Clezio’nun Çöl adlı romanında çocukluğunda dinlediği hikayeleri yaşamı boyunca üzerinde taşıyan insanların hikayesini anlatıyor. Avrupalıların dünyayı yağmalama sürecinin Afrika çöllerine kadar genişlediği bir zamanda, 20. Yüzyılın erken zamanlarına götürüyor bizi. Çölde kum dışında hiçbir şeyin bolluğundan söz edilemez. Daima su kıtlığı, yiyecek kıtlığı ve ağır bir yaşam söz konusudur. Engin çöle uzaklardan gelen de çok olmaz; hayatı değiştiren çok az olay olan bu çöllerde hep uzak zamanlardan kalma mitler, hikayeler anlatılır çocuklara. Deneyim kıtlığının olduğu yerde, anlatı zenginleşmeye başlıyor. Binbir Gece Masalları’nın; Tevrat, İncil, Kuran gibi büyük din kitaplarının Arap çöllerinden çıkmasına şaşmamalı. Dini ya da ladini bu kitapların hikayelerle dolu olduğunu bilmeyen yoktur. Zamanla yalnız hikayeler baş edebiliyor demek ki.
Clezio diğer romanlarında olduğu gibi Çöl’de de Batı saldırganlığının hışmıyla yaşadıkları yerlerden edilen insanların hikayelerine yer vermiş. Çöl iki katmanlı bir roman; her iki katmanın da kesiştiği coğrafya ise Kuzey Afrika. Bu katmanlardan birinde Fransız işgal kuvvetlerinden kaçan bedevi topluluklarının çöldeki zorlu yolculuklarını Nur adlı bir gencin etrafında gelişen olaylarla izliyoruz. Diğer hikaye ise Fas’ta deniz kenarında yer alan bir gecekondu semti olan Site’de Lalla adlı genç kızın etrafında gelişiyor.
Çöl romanının coğrafi çöl ile ilgisi, babası bir kervanın kılavuzu olan Nur’un etrafında gelişen hikayeye dayandırılabilir. Bu göç hikayesi, 1909-1910 kışında El Hambra’da geçiyor. Hristiyanların (Bedevi topluluklar böyle bakıyor.) saldırıları ve sömürgeci işgalleri yerli toplulukların yaşamını alt üst ediyor. Hristiyan askerlerle baş edemeyen bedevi topluluklardan biri de Nur’un kabilesi. Onlar da hayatta kalabilmenin bir gereği olarak öğüt aldıkları şeyhin önerisine uyarak kuzeye göç etmeye başlıyorlar. Hikaye bu meşakkatli yolculuğun içinden geçiyor. Göç kervanı çölün ağır koşullarında güç bela ilerleyebilir. Hecin develeri, keçiler, koyunlar, çocuklar, yaşlılar, kadınlar bu yolculuğu sürdürmekte çok zorlanıyor. Kum fırtınalarına karşı da güçsüzler; adamların yüzleri peçeli, anaların sırtlarında kundaklı bebekler var. Nur’un babası, kervana omzunda bir eski tüfekle bir kılavuzluk. Dinlenme molalarında çadır kurup namaz kılıyorlar; yoğurt, tereyağı, hurma gibi yiyecekler çıkarıp karınlarını doyuruyorlar. Bu anlar fiziki toparlanma zamanları olduğu kadar bir sosyal toparlanma anlamına da geliyor. Sohbetler edilerek yaşananlar hatırlanıyor ve Hristiyan askerlerle yapılan çatışmaların hikayeleri anlatılıyor. Bu hikayeler onların dağınık yaşamlarını, ortak bir anlamda buluşturuyor. Bu ortak duygulanım da toplulukla bir aidiyet ilişkisi ürettiği kadar topluluk üyelerine dayanıklılık direnci sağlıyor. Bu sohbetler ve mücadele anlatıları grubun birliktelik ve gruba aidiyet duygusunu pekiştirecektir. Mavi elbiseli askerler haşhaş yaprakları sarıp içiyor, isli çaydanlıklarını kaynatıp çay yudumluyorlar.
Çölde tarım yapmak, bitki yetiştirmek ya da toplayıcılık yapmak olanağı pek olmadığından hayatta kalmak için geriye hayvancılık yapmaktan başka olanak yoktur. Bedevi toplulukların yaşamının ana ögesi de hayvancılık. Deve, koyun, keçi gibi çöl koşullarına dayanıklı hayvanlar yetiştirmek zorundalar. Bu hayvanlar onlara eşlik ediyor ve hayatta kalma olanağı da sağlıyor. Süt, peynir, yoğurt elde ediyorlar. Bunlar dışında yiyecek olarak kurutulmuş hurma yiyebiliyorlar.
Çölde mekanı tanımlayacak ve ayrımlar koyacak işaretler pek bulunmaz, bu bakımdan çöl ile deniz birbirine benzer. Yön tayin edecek yegane işaret, yıldızlar olur o zaman. Nesiller boyu çöllerde yaşamış bedevi topluluklar göğü iyi tanır bu yüzden. Nur’un babası da bütün yıldızları iyi tanır ve rotasını yıldızlara göre belirler. Göğün bilgisi ve işaretleri çok önemlidir bu yüzden. Bütün insanlık tarihi açısından gök bilgisi ve kozmoloji ayrıca üzerinde durulması gerekli bir konu ama şunu söyleyebiliriz; güzergahları dağların, nehirlerin belirlediği yerlerde gök bilgisi o kadar gelişmemiştir.
Bir çöl yolculuğu için en büyük sorun elbette su sorunudur. Bir su buldukları zaman her üyeye yetecek şekilde paylaştırıyorlar suyu. Yolculuk boyunca farklı topluluklara da karşılaşıyorlar. Bu topluluklar da yurtlarından göç etmek zorunda kalmış olan Müslüman toplulukları. Dillerini bilmedikleri bu toplulukların içinde Sudanlı köleler, başka dilleri konuşan kadınlar da var. El Hamra vadisinde verdikleri molada abdest alıp bölgede bulunan bir derviş türbesinde namaz kıldı Nur ve babası. Nur burada ilk defa, bağlı oldukları şeyhi gördü burada. Şeyh Ma el Aynin, yanındaki otağ reisleriyle birlikte geldiğinde, onlar içi dua etti. Çaresiz kalmış bu topluluktakiler için dua çok önemli. Deyim yerindeyse onların işi “Allah’a kalmış” durumda. Dua topluluğun üyelerine moral ve motivasyon sağlıyor. Yapılan yolculuk böylelikle daha da bir anlam kazanmış oluyor. Kurtuluş, dua ve dayanma gücüyle ilgili onlar için. Nur, Şeyh Ma el Aynin’in eline sarılıp kendisi için dua etmesini diler. Şeyh onunla konuşur ve soyunu sorar ve “Demek ki sen gerçekten şerif soyundan geliyorsun!” der ona.
Bu topluluk için müzik çok önemli; tamburlar, kemençeler, zurnalar bir Endülüs şarkısı çalar. Müslüman topluluklarda müziğe fazla yer verilmemekle birlikte bu bedevi topluluklarda müziğin önemi İslam öncesinden kalma ritüllere dayandığı söylenebilir. Bedeviler aşiret tipi bir örgütlenmeye sahip olduğundan din, üyeler arasında önemli bir bağlayıcı işlev de görmektedir. Şeyh ve otağ reisleri akşam otururken şeyh, Allah ve resullerine dair hadisler, dini hikayeler anlatıp ayetlerden söz eder. Romanda bu detaylara uzunca yer verildiği görülüyor. Anlatılar, topluluklara modelleme imkanı sunuyor; buradaki epizodik kavrayış, zorluklarla karşılaşıldığında ikilem yerine karar verme ve “gerekeni seçme” kolaylığı sağlayacaktır çünkü.
İnsan topluluklarının evriminde törenin apayrı bir önemi vardır; tören adeta topluluğun topluluk olmasını sağlayan bir işleve sahip de denilebilir: “Gerçekten de biz onun toplumun dokusuna nasıl incelikle işlendiğini pek fark etmesek de çağdaş toplumlarda tören hâlâ sembolik ‘eğitim’in merkezi bir ögesidir. Sembolik keşfin sorunu, dikkati somuttan soyuta kaydırmaktır, işaretler ve nesneler arasındaki ayrı dizin bağlarından işaretler arasında örgütlü bir ilişkiler dizisine geçmektir.” (Deacon’dan aktaran R.Bellah, s. 48) diyor Deacon. Ona göre tören ayrıca dil öğrenimi açısından zorunlu olan “dışsal destek sistemi”ni de sunar çünkü tören, belli bir duygusal yoğunluk sağlamaktadır. Bu duygusal yoğunluk, katılımcıları ilgili etkinliğe odaklama konusunda yardım eder. Bu bakımdan da Şeyh Ma el Aynin’in liderliğini yaptığı bir zikir, topluluğun ortak ritüel geleneklerini göstermesi bakımından önemlidir.
Kaval seslerinin eşlik ettiği toplu zikirde Allah övgüleri yapılır ve kalabalık “Allah, Allah sesleri eşliğinde raks etmektedir.” (s. 56). Zikirde erkekler hilal şeklinde dizilmiştir ve toplu bir esrime halidir bu. Dualar ve din uluları anılır. Böyle bir zikir, topluluğa “bir olma” duygusunu yaşattığı gibi içinde bulundukları felaketi de unutma imkanı sunar. Gece boyunca müzik eşliğinde yapılan bu zikir sonrasında ertesi sabah Simara yerleşiminden ayrılıp kuzeye doğru yönelir kervan. Bütün amaçları Hristiyan saldırılarının olmadığı, şeyhin vaat ettiği topraklara varmaktır. Yolculukta yıkılıp düşenler olur, kimse onlara yardım edemez, hayatlarını kurtarmak için herkes kendi başının çaresine bakmalıdır. Mavi Adamları çölden kovan bu yeni düzen (s.214) ne yazık ki böyledir.
Yaşam koşullarının çok zor olduğu çöllerde toplumun varoluş sorunu da temeldir; bundan dolayı da bir kabile reisine, dini öndere, ulu şeyhe biat önem kazanır. Çölde hayatta kalmak bilgiye ve biata bağlıdır biraz da. Bu yüzden de çöl insanlarının itaat ve dini bağlılıkları daha yüksektir çünkü hayata tutunma gündelik hayatın üzerinde bir umut ve disiplin gerektirir. Bu yüzden de Nur’un şeyhin elini öperek kendisi için dua etmesini istemesi aynı zamanda yüce bir kudret tarafından korunmaya alınma hissiyle ilgili olduğu söylenebilir.
Çöl romanının ikinci hikayesi ise Lalla adında bir genç kızın etrafında şekillenir. Lalla annesini ve babasını kaybettikten sonra halasının yanına getirilmiş ve onun sahiplenmesi altında yetişmiştir. Yaşadıkları yer Fas’ın deniz kenarında yer alan bir kentinin varoşudur. Site adındaki bu gecekondu mahallesi çok yoksuldur; lime lime elbiseli çocuklar, deniz kenarında oynarlar, zaman zaman da dalgalara kapılıp kaybolurlar. Ancak günler sonra çeşitli uzuvları yengeçler tarafından yenmiş ölü bedenler kıyılara vurur. Bu gecekondu mahallesinin çok uzağında olmayan dağlar, tepeler ve çayırların olduğu yerler bulunur. Buralarda çobanlar keçi ve koyun otlatır.
Lalla bu yüzden sık sık bu dağlık alanlara yolculuk yapar, orada Es Ser adını verdiği bir yere gider durur. Lalla sık sık Naman adında yaşlı bir Yahudi’nin yanına da ziyarete gider. Balıkçılık yapan bu yaşlı adam Avrupa görmüş, oradaki kentleri ve hikayelerini anlatır durur Lalla’ya. Lalla bu hikayeleri çok sever. Balıkçı Naman, Lalla’ya dini hikaye ve mitler anlatır.
Lalla’nın burada tanıdığı kişilerden biri de hiç konuşmayan hatta sağır olduğu söylenen Hartani adlı bir çobandır. Hartani tam bir doğa adamıdır; bütün bitkileri tanır, hayvanlarla iletişimi çok güçlüdür; onların dilinden anlıyor gibidir. Halası Aamma, Lalla’nın sık sık çoban Hartani’nin yanına gittiğini bilir ve onu uyarır. Hartani’nin kendisine uygun olmadığını, onun bir yabancı olduğunu dile getirir. Hiç konuşmasalar da Lalla, Hartani’nin yanına gidip durur, onun yanında doğaya çok daha yakınlık duymaktadır çünkü. Göğü, yıldızları, uzak tepeleri onun yanındayken duyumsar. İnsanlar hiç konuşmayan Hartani’den ürkse de Lalla ona bir yakınlık besler. Halası kendisini zengin bir adamla evlendirmek isteyince de onunla evlenmek istemez ve evden kaçıp Hartani’yi koca olarak seçer. Ama Hartani’yle de çok uzun süre kalamaz; bir Kızılhaç gemisiyle Fransa’ya kaçar ama ondan hamile kalmıştır.
Lalla’nın dünyası için asıl önemli olan hikayelerdir. Naman’dan ve halasından dinlediği hikayeler onun dünyası için belirleyicidir. Burada yoksunluklar içinde büyüyen çocukların hatta büyüklerin dünyasının şekillenmesinde hikayenin önemi büyüktür. Bu hikaye anlatma ve hayatı hikayeler üzerinden anlama insanlık tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir. Yazının bir kültür aktarma aracı olarak kullanılmadığı toplumlarda anlatıcılık geleneği önemli bir yer tutuyordu ve hikayeler insanların kendi hayatlarını konumlandırmaya ve açıklamaya yarıyordu. Her insan kendi hayatını bir hikayenin bütünleyici parçası olarak algıladığı müddetçe bir amaçlılık içinde ve içinde yaşadığı topluluğun bütünselliğine katılıyordu. Evlenme, çocuk yapma, çalışma, inançlar, gelenekler hep bu hikayelerin anlatısı çerçevesinde şekilleniyordu.
Lalla daha sonra kaçak olarak geldiği Fransa’da bütün öteki göçmenler gibi sadece sürünecektir. Lalla ve taşradan, çölden göçüp gelmiş insanar için kentler bir cehennemden başka bir şey değildir. Ancak buna mecbur kalmışlardır; yaşadıkları yerde tutunamayan insanlar hayatta kalmanın bir yolunu bulmak için kente gelirler ama kent, onların hayatlarını çalmaktadır. Le Clezio, Çöl romanında çölün zor yaşam koşullarında insanların kendilerine bir amaçlılık duygusu sunan hikayeler ve dini inanışların parçası olma hallerini hikaye etmiştir. Üç bölümlük romanın kentte geçen son bölümünün adının “Köleler Ülkesinde Hayat” başlığı taşıması da bu anlamda dikkate değer. Nur’un inançlarından destek alarak meşakkatli yolculuğa katlanan kabilesiyle yaptığı yolculuğa tanıklığımız ve Lalla’nın dinlediği hikayeler aracılığıyla yaşamın yoksunluklarını doğanın güzelliklerine karşı kazandığı duyarlılık bu anlamda önem kazanmaktadır.
Kaynak: Sanat ve Toplum
*J.M.G. Le Clezio, Çöl (3. Baskı), Çev: Ela Güntekin, Can Yayınları, 2020.
[1] William L. Randall, Bizi “Biz” Yapan Hikayeler Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme, Çev. Şen Süer Kaya, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1999.
- Bir Sosyalist Duruş - 20 Nisan 2023
- Aromatik Kültüre Karşı Bilim: Miandji’nin Aromatik Adam’ı - 27 Aralık 2022
- Bir Mikro İktidar Okuması: Plautus’un Tecimen’i (Mercator) - 12 Nisan 2022