Kadıköy sokaklarının eskicilerini, antikacılarını, kitapçılarını dolaşma isteğim bu aralar takıntı haline geldi. Ha bir de balıkçılar çarşısını. Ne yazık ki bir süre daha İstanbul’a gidecek ortamım olmayacak, biliyorum. İnsanın hayal edebilme özelliği çok işe yarıyor bu gibi durumlarda. Gözlerimi duvara, bir minik eşyaya, aniden okumayı bıraktığım kitaba sabitleyerek Kadıköy’ü hayal edebilmek…
Söğütlüçeşme’den, (kış olduğuna göre şimdi) gri çamurlu caddeden Altıyol’a doğru yürürken üzerime yürüyen insanların omuzuma çarparak ve hatta özür bile dilemeden geçmelerini tekrar deneyimlememek için tüm kıvraklığımı kullanıyorum. Bir sağa çekiyorum bedenimi, bir sola hatta bazen aniden durup sırtımı duvara yasladığımda oluyor. Bazen de bir omuz darbesiyle sarsılıyorum.
Bahariye caddesinin kalabalığını bir süre, arkadaşlarla aramızda “öküz” dediğimiz boğa heykelinin önünden izliyorum. Kararlıyım Bahariye’nin kalabalığına karışmayacağım. Aşağıya rıhtıma doğru yürüyorum.
Balıkçılar çarşısına yaklaştıkça, çiğ balık, sebze ve kavrulan leblebi kokuları burnuma geliyor. Caminin yanından kıvrılıp balıkçılar çarşısına dalıyorum. Gürültü daha da artıyor. Balık tezgahındaki adamlar en taze balıkların onlarda olduğunu ilan ediyorlar. Parlak grili balıklara bakarak geçiyorum. Çiğ balık kokusunu bir tek ben mi seviyorum acaba?
Ara sokaklardaki eski kitapçılara girip, eski kitapların kendine has kokusuna karışıveriyorum. Kitap alıp çıkıyorum. Birden çok sık girmediğim belki de hayal ettiğim o sokaklara dalıyorum, birinden, öbürüne. Arnavut kaldırımlı sokaklar, eski evler, altlarında eski eşya satan dükkanlar. Kapı önlerindeki tezgahlara yığılmış, tozlu-topraklı lambalar, radyolar, tabaklar, bakırlar, şamdanlar, plaklar, pikaplar, fotoğraflar, koltuklar. Aklınıza gelen-gelmeyen her şey…
Kaçıncı dükkanı dolaşıyorum bilmiyorum, elimi sürdüğüm her objeden sonra parmaklarımdaki tozu çaktırmadan siliyorum. İki koltuk arasına üst üste yığılmış, öylesine katlanmış elbiselere gözüm takılıyor. En altlarda bir paltonun kolu dışarı sarkmış halde. Paltonun kolunda ağaç oyma düğmeler dikili. Yaklaşıyorum, düğmeler el yapımı sanki. Üzerinde minik geometrik motifler var. Dükkan sahibinden o paltoyu çıkarmasını rica ediyorum. Giysilerin arasından çekip çıkarırken nedense yüzünü ekşitiyor. Siyah bir palto. 1930-40 yıllarının modası olabilir, belki 50’ler kestiremiyorum. Uzun, arkası bele kadar yırtmaçlı, yırtmaçların iki yanında genişçe plileri var. Cepleri büyük. Kolları eprimiş, dirseklerinin kumaşı dokunsan dağılacak gibi. İlk işim giyinmek oluyor. Tam üstüme göre. Paltonun kokusu ciltli, eskimiş kitaplar gibi. Hafif küf, hafif toz ve naftalin kokusu.
Üzerimde palto olduğu halde eski eşyalar arasında geziniyorum. Ne palto bana yabancı ne de ben ona. Ne palto, ne de ben birbirimizi yadırgıyoruz. O günde değil de yıllar öncesinde gibiyiz. Pikap ve plakların olduğu sehpanın yanındaki, siyah beyaz fotoğrafların doldurulduğu kutuyu karıştırıyorum. Elimi kutuya atıp rastgele bir fotoğraf çekiyorum. 40 yaşında olabileceğini düşündüğüm bir kadın, Marcel dalgası ile şekillendirdiği ve omuzlarından aşağı dökülen saçlarıyla objektife bakıyor. Yüzünde tatlı bir gülümseme var, biraz da mahcup. Bir sandalyede, uzun ince parmaklı ellerini kucağında birleştirmiş oturuyor. Bacaklarını çapraz yapmış, şık ayakkabılarının üzerinde kocaman fiyonklar var. Üzerindeki palto dikkatimi çekiyor. Benim üzerimdeki eski paltonun benzeri, yok bence aynısı. Düğmeleri dikkatimi çekiyor, evet aynısı. Tuhaf bir heyecan duyuyorum. Heyecanımı sokaktan geçen bir fayton dağıtıyor. Görmüyorum. Ama atın nallarının ve tekerleklerin sesi kulağımda. Sokaktan iki kişi “tramvaya yetişelim” diyerek koşuyorlar. Şaşırıyorum. “Tramvay?” diyorum adama bakarak. Dükkan sahibi duymuyor, belki duymazdan geliyor. O anda karar veriyorum eski paltoyu satın alıp, üzerimde, aceleyle sokağa çıkıyorum. Aklıma fotoğrafı almak geliyor. Tekrar geri dönüp siyah-beyaz fotoğrafın da fiyatını ödeyip, kapıdan adımımı atıyorum. Telaşlı ayaklarım Arnavut kaldırımlarıyla buluşuyor.
Eski fotoğraf elimde, iskele meydanına inerken siyah-beyaz bir zamanın içinde olduğumu anlıyorum. Meydanda tramvaylar bekliyor. Kaymakamlık binasının tam karşısında sıralanmışlar. Haydarpaşa tüm heybetiyle karşımda. Arabalı vapur iskelesi, adalar iskelesi inip binen insanlarla dolu. Uzun süre, kelimenin tam anlamıyla aptal aptal etrafıma bakıyorum. Sahil doldurulmamış. Büyük postanenin önü deniz. Balıkçı kayıkları sıra sıra. Kasalardaki balıkları, karaya bırakıyorlar. Hamallar taşımak üzere hazırlanıyorlar.
Bu siyah-beyaz düş ne kadar sürdü bilmiyorum, bir kornanın sesiyle kendime geliyorum. Gerçek olan tek şey ben ve o eski palto. Eski paltomla en zamana uymayan benim sanki. Oysa gün bugün. İçim ürperiyor. O yaşadığım kısacık şey de neydi? Eski paltomun önünü ilikleyip minibüslere doğru yürüyorum. Minibüs kalkmadan yetişiyorum. Boş koltuğa kendimi ağır bir çuval gibi bırakıyorum. Camına başımı dayadığım minibüsten dışarı bakıyorum. “Benim Kadıköy’üm?” diyorum ahlanarak.
Şoför radyoyu açıyor. “Gamzedeyim deva bulmam, garibim yuva kurmam…”
“Hadi canım, yok artık!” diyerek koltukta şöyle bir doğruluyorum.
Gerçekten radyoda çalan şarkı bu muydu?
Başımı eğip eski paltonun kokusunu içime çekiyorum. İçindeki ben miyim? İçindeki ben olmasam da, artık o benimdi. Böyle düşünürken minibüs şoförünün “ücretler lütfen” komutuyla, elimi eski paltomun cebine sokuyorum. Elim bir şeylere değiyor. Bir eski metal para ve şeffaf kağıda sarılmış akide şekerine bakarken, gülümsüyorum. O eski parayı ve akide şekerini avucumda tutarken, bir yandan da fotoğrafa bakıyorum. Eskici dükkanından kurtardığım için ve kimbilir kimin paltosunun “teşekkürü” kabul ediyorum akide şekeri ve eski maddeni parayı.
Minibüs Kadıköy sokaklarında yol alırken, üzerimdeki eski paltoyu ısıtmak istercesine kollarımla sarmalıyorum, içimde bir hüzün ve kulağımda ud’dan bir keman taksimiyle.
- Duygular Don Kişot - 12 Haziran 2020
- Romen Rakamıyla Düşünceler - 11 Haziran 2020
- Corona Manyak Manyak Etti Bizi - 27 Nisan 2020