Enes’in Çığlığı…

Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Enes Kara’nın kaldığı cemaat evinde intihara sürüklenmesinin ardından, geriye Enes’in çığlığı kaldı. Gencecik bir insan, umutsuz bir haykırışla sesini duyurmaya çalışıyordu, bu dünyadan ayrılma nedenini açıklarken. Bana dar ettiğiniz bu dünya, alın sizin olsun dercesine… Bir insan olarak irademin hiçe sayıldığı bu dünyada yaşamanın anlamı yok dercesine…

Bazen bazı anlar vardır, bastırılmaya çalışan bir çığlık, tıpkı bastırıldıkça daha fazla bir gerilimle yükselen bir yay gibi fırlar yatağından. O gerilimin basıncında nice çığlıklar duyulmadan yok olur. Toplum duymaz, görmek istemez, çünkü toplum iki yüzlüdür, kendiyle yüzleşmek istemez. Toplum aynadaki yansımasından korkar, bu korku sessizce kabullenmeye sürükler. Ama bazı anlar vardır, toplum bu yüzleşmeden kaçamaz. Vakti geldiyse eğer, bu yüzleşme kendini dayatır.

Enes’in intiharının ardından sosyal medyada yapılan yorumları takip ettim, okudum. En çok ilgimi çeken cemaat taraftarlarının söyledikleri oldu. Cemaati savunanlar şaşkın. Özetlersek durum şu aslında, “bu olaylar sürekli oluyor, niye şimdi bu tepkiler.” Öyle ya, bugüne kadar nice kelli felli adamlar, bu psikolojik baskı yöntemleriyle susturulmuş, zapt-u rapt altına alınmıştı. Şimdi “bir velet çıkıp” video çekip duygularını anlatmış ve restini çekip intihar etmişti. Üstelik hiç ummadıkları bir toplumsal karşılık bulmuştu. Bu kez otoritenin baskı aygıtı işlevini yitirmişti. Enes’in çığlığı bu çarkın dişlisine çarpmıştı. Bu çığlık o çarka çomak sokmuştu, hem de canı pahasına. Bu defa cemaatin attığı çamurlar, Enes’in çığlığını bastıramıyordu, bilakis bu çığlığa yeni sesler ekleniyor ve çığlık büyüyordu. Bu çığlık kar tanelerinin kudretine sahipti. Tek başına düştüğünde buharlaşıp yok olan kar taneleri, biraraya geldiklerinde bir çığ olup yerle yeksan ederler koca dağları. İşte bazı anlar vardır, kar taneleri bir çığ olarak düşer dağların yücelerinden.

Enes’in çığlığı tarikat ve cemaat gerçeğini tüm çelişkileriyle ve en keskin haliyle önümüze getirdi. Tarikat ve cemaatlerin tarihçesi, Cumhuriyet tarihinin çok öncesine dayanır. Ne yazık ki tarikat ve cemaatlerin toplumsal karşılığı var ve bu yüzden mürit bulmakta pek zorlanmıyorlar. Her halükarda kendilerine inanacak bir kitle buluyorlar. Hani bir deyim var ya; “Şeyh uçmaz mürit uçurur” diye. Bu deyim toplumsal gerçekliği anlatır aslında.

Tarikat ve cemaatler kapatılsın yahut tarikat ve cemaatlerin toplumsal karşılığı olduğundan kabullenmek, denetlenebilir hale getirmek… Bu iki görüşün etrafında dönüyor tartışmalar. Oysa Enes’in çığlığı çok şey anlatıyor. Otoritelerin baskıcı gücüne karşı bir haykırış. Aile baskısı, mahalle baskısı, cemaat baskısı… Tıp Fakültesi öğrencilerinin yaşadığı zorluklar… Laik ve bilimsel eğitim sisteminin gerekliliği… Kamusal, parasız ve nitelikli barınma hakkı talebi… Demokratik, laik, özgürlükçü, eşitlikçi bir ortamın hava ve su gibi yaşamsal bir ihtiyaç olduğu gerçeği.

Elbette insanların dini inançları olabilir yahut bir dünya görüşü olabilir. Sorun bu görüşlerin dogmatizme dönüşmesinin ardından başlıyor. Özgürlükçü olmanın kıstası rakı içmek olmadığı gibi yobazlığın kıstası da bir dini inancı benimsemek değildir. Bir dini görüşe inanıp ya da inanmamak insanların özgür iradesine bırakılmalı. Sizin inancınız, dünya görüşünüz baskı aracına dönüşüyorsa orada büyük sorun var demektir.

Tersinden bir örnek vereyim, şu an ben kendi halinde bir ateistim. Ama bir gün ateizm tarikatı kursam, bu örgütlenmenin dışındaki yapılara ve insanlara yaşam hakkı tanımasam, otoriter despotik bir anlayışla hareket etsem, bu örgütlenmenin içindeki insanların özgür iradesini hiçe saysam, onlara baskı uygulasam, bir süre sonra iyice kök salıp sermaye ve siyasi güç elde edip, (hatta şansım yaver giderse iktidarı da ele geçirebilirim) kendi taraftarlarımdan başkasının hakkını gözetmesem, bu yönetim anlayışının sonucu bir dizi yolsuzluk ve yozlaşma boy gösterse ve ben bunun üstünü örtmek için daha fazla despotlaşsam, ateizmi benimsenize rağmen bir süre sonra benden ve taraftarlarımdan kaçacak delik ararsınız, hatta beni destekleyenler bile sabah akşam bana içinden küfür eder. Bu örnek kıssadan hisse olsun.

Hangi dünya görüşünü benimserseniz benimseyin ama kabul etmeniz gereken şu ki, 21. yüzyılın insanı tek bir kalıba sığmıyor. Bugünün gençleri farklı kültürlere açık, geleneksel kalıpların dışında düşünüyor. Marksizmi benimseyen bir genci de tek kalıba dökemezsiniz, milliyetçiliği, bir dini inancı benimseyeni de tek kalıba dökemezsiniz. İster cemaat yönetin, ister sol bir örgüt yönetin, ister devlet yönetin bu gerçeği görmek zorundasınız. Neyse konuyu çok dağıtmayayım.

Enes’in çığlığı hepimizi etkiledi, öfkeliyiz. Lakin sadece öfkelenmek yetmez. Yeni olan inşa edilecekse hep beraber inşa edilecek. Duygularımız kabarır öfkeleniriz sonra dinginleşir. Bu duygusal salınımlar bizi realiteden koparır. Bu yüzden ayan beyan ortada duran sorunları gündem yapmalıyız. Birincisi sosyal devletin oluşturulması. Laik, demokratik, özgürlükçü eğitim sistemine geçilmesi. İkincisi yurttaşlık bilincinin gelişmesi.

Yurttaşlık bilincinin gelişmesi, dogmatik düşünüş tarzı ve alışkanlığına bariyer olacaktır. Siyasette ve sosyal yaşamda hala devam eden tebaa kültürü ancak bu bilincin oluşmasıyla geriler. Lidercilik, kült lider tipolojisi, güce tapınmacılık anlayışı devam ettikçe AKP gider diğeri gelir, hatta bu her renkten muhalefet için de böyle. Farklı bir siyaset yapma anlayışı, farklı bir uslup ve dil geliştirilmeli. Özgür bir birey, özgür yurttaşlar daha doğru kararlar verecek ve daha seçici olacaktır. Bu da niteliksel olarak gelişimi tetikler. Niteliksel ve kültürel olarak gelişen bir toplumun bireyleri zaten cemaat, tarikat ve katı örütsel yapılara (sol ya da sağ) çok fazla ilgi göstermeyecektir. Toplumsal karşılığını yitiren bu yapılar süreç içerisinde sönümlenir. Sönümlenmese bile siyasi güç haline gelemez.

Yurttaşlık bilincinin gelişmesinde önemli bir faktör ise demokratik kitle örgütleri olacaktır. Demokratik haklarını savunmayı bilen bir toplumu kolay kolay kimse dağıtamaz. Hani bugünlerde sıkça dile gelen “dış güçler” meselesi var ya. Türkiye için dış güçler varsa Fransa içinde “dış güçler” var, bu her ülke için geçerli. Bir de halkların demokrasi, eşitlik, özgürlük talebi var. Bu taleplere kulak tıkayan yönetim anlayışları yok olmaya mahkumdur.

Yurttaşlık bilinci, demokratik kültürü geliştireceğinden, insanlar arasındaki din, mezhep ayrılıkları yahut farklı ulusal kimlikler kavga sebebi olmayacak tam aksine birlikte yaşam kültürü gelişecektir. Laikliğin ana felsefesi “vivre ensemble” yani birlikte yaşamdır. Laiklik aynı zamanda tek değil çok kültürlü bir toplumsal yapıyı benimsediğinden farklı kültürlerle birlikte yaşamanın garantisidir. Bu yüzden laiklik gerçek anlamda uygulanmalı ve laikliğin felsefesi kavranmalıdır.

Bir de bizim sorunumuz her şeyi kaba saba anlamak, kavramak. Bu da bizi dogmatizme götürüyor. Artık bu kaba saba anlayış ve yaklaşımlardan kurtulmamız gerekiyor. Dış çerçeveyi bilmekle yetinen anlayışı terk edip öze inmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Kendi adıma ben buna gayret ediyorum. Önce kendimi yontuyorum. Tabi bu kendini yontma işi süreklilik gerektirir. Bundan dolayı birçok meşguliyetimin yanı sıra kendimi yontmakla da uğraşıyorum.

İnsan olmakta olandır. Toplumlarda olmakta olandır. Yaşanan tüm can sıkıcı gelişmelere rağmen umutsuz değilim. Yeni nesillere daha yaşanılabilir bir dünya bırakma sorumluluğumuz var ve kimse kendini bu sorumluluktan muaf tutamaz.