Bu yazının başlığında yer alan soruya doğru bir yanıt vermek, Türkiye’deki İslâmî-faşist rejimin kalıcılaşma ve kurumsallaşma riskinin arttığı günümüz koşullarında büyük bir önem taşıyor. Bu konuya ilişkin yanlış yaklaşım, özellikle Rum, Ermeni ve Kürt milliyetçileri/ yurtseverlerinin ve onlarla dayanışma içinde olan Türk devrimci ve ilericilerinin önemli bir bölümünün siyasal tutumlarını sakatlamıştır ve sakatlamaktadır. Bu hata kendisini; Türkiye’nin ve Türkiye devrimci hareketinin tarihini tek yanlı, yüzeysel, statik ve subjektif bir tarzda ele alma biçiminde açığa vurmakta ve kaçınılmaz olarak sahiplerinin, güncel durum analiz ve değerlendirmelerini de sakatlamaktadır. Burada, Hristiyani bir renk de taşıyan bir tür ezilen ulus milliyetçiliği ile sistematik bir Türk ya da Türk/ Müslüman düşmanlığı biçimini alan bir çarpık bakış açısıyla karşı karşıyayız. Türkiye sol hareketini onyıllardır etkilemiş ve onu Kemalist ve sosyal şovenist bir çizgiye sürüklemiş olan hatalı ve oportünist eğilimin tersyüz edilmiş hâli olan bu hatanın birbirleriyle ilintili değişik dışavurumları bulunuyor.
Bu hatanın dışavurumları arasında, Türk/ Müslüman toplumlarında ilerici ya da devrimci dönüşümler yaşanamayacağı, Türk/ Müslüman toplumları içindeki ideolojik, sınıfsal, siyasal bölünme ve farklılıkların hiçbir önemi olmadığı türünden vargılar var. Bu yaklaşımı, “en iyi Türk ölü Türktür” sözcükleriyle özetlersek bir abartma yapmış sayılmayız. Ahmet Nesin’in artıgerçek‘in 16 Eylül 2017 tarihli sayısında yayınlanan “Sizinle aynı topraklarda yaşamak istemiyorum” başlıklı yazısında, Türk burjuva devletinin işlediği çeşitli suçları saymasının ardından söylediği ve TÜM Türkleri gerçek ya da potansiyel suçlu olarak gösterdiği şu sözler, bu ruh hâli ve bakış açısına örnektir:
“Böyle bir ortamda, ben sizlerle aynı topraklarda nefes almak istemiyorum.
“Hani Orta Asya’dan geldiniz ya, gidin oralara, bırakın buraları İNSAN olanlara, Taş Devri’nden yavaş yavaş geçiş yaparak yaşamaya çalışın, sizi kurt mu besler, ayı mı sever, artık o kadarını bilemem ama insan olmadığınızdan eminim… ”
Nesin gibi düşünenler, Türk burjuva devletinin, tüm dürüst ve namuslu insanları isyan ettiren tarihsel suçlarına ve onun alçakça ve iğrenç söylem ve eylemlerine karşı büyük bir öfke duymakta tümüyle haklıdırlar. Onlar; sivil Müslüman nüfusun bir bölümünün, Müslüman/ Türk egemen sınıflarının mimarı olduğu kıyımlara katılmasının ve Ermeni, Rum, Süryani düşmanlığının ve Kürt ve Alevi düşmanlığının bugün hâlâ canlı tutulmasının altını çizerken de haklıdırlar. Önemli bir bölümü başka halklara karşı nefret duygularıyla yoğrulmuş olan Türk halkının da, bu tarihsel suçlardan ve bugün işlenmekte olan benzer suçlardan ötürü kısmî bir sorumluluk taşıdığı tartışma götürmez.
Bir başka deyişle, her ideolojik-siyasal eğilimin olduğu gibi, bu ideolojik-siyasal eğilimin de tarihsel kökleri bulunmaktadır. Yinelemek gerekirse, bu eğilimin ortaya çıkmasında, özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanmış ve izleri hala silinmemiş olan insan kıyımlarının çok büyük bir rolü olduğu bellidir. O günden bu yana geçen süre içinde Türkiye’yi yönetenlerin bu ağır insanlık suçlarıyla hiçbir biçimde yüzleşmemiş, Türkiye devrimci demokratik güçlerinin ve aydınlarının son yıllara kadar bu suçlar üzerinde durmamış olması, Türk burjuva devletinin Kürt halkı ve ulusal hareketine karşı irrasyonel bir düşmanlık politikası sürdürmekte inat etmesi vb., sözünü ettiğim ideolojik-siyasal eğilimi beslemiştir ve beslemeye devam etmektedir. Bu ruh hâlinin özü; Türk/ İslâm gericiliğine ve faşizmine karşı duyulan haklı tepkinin -kısmen haklı olarak- Türk halkına karşı tepkiye dönüştürülmesi ve Türk halkının da hedef hâline getirilmesi ve sosyal-şovenizmin etkisi altında olduğu ya da sosyal-şovenizme karşı savaşım gerekçesiyle Türkiye devrimci hareketinin karalanmasıdır. Ancak ortaya çıkmasında, sözünü ettiğim bu tümüyle meşru faktörlerin varlığı böylesi bir anti-Türk/ Müslüman bakış açısını doğru ve bilimsel kılmaya yetmez. BİR HATANIN MEŞRU VE HAKLI KÖKLERİ OLMASI ONU HATA OLMAKTAN ÇIKARMAZ. Bu küçük- burjuva zihniyetin dışavurumlarına değişik yazılarımda yer yer değinmiş bulunuyorum. Burada, aslında daha, hattâ çok daha geniş kapsamlı bir çalışmanın konusu olması gereken bu hatalı eğilimi ayrıntılarıyla ele alacak değilim. Bu yazıda sözkonusu hatalı eğilimin, çalkantılı bir siyasal süreçten geçmekte olan Türkiye’de yaşanan güncel gelişmelerin yüzeysel ve subjektif değerlendirilmesine etkisi üzerinde duracağım.
Güncel siyasal savaşımın gerekleri açısından en önemli olanı, bu hatalı eğilimin bugün de varlığını sürdürmekte olmasıdır; emperyalist gericilik olgusunu neredeyse YOK sayan bu eğilim BÜTÜN kötülüklerin neredeyse biricik kaynağı saydığı İttihatçılık ve Kemalizmin bugün de dipdiri olduğu, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca olduğu gibi BUGÜN de baş düşman olmaya devam ettiği varsayımından yola çıkmaktadır. Bu Türk/ Müslüman-olmayan devrimci ve demokratlar; Kemalistlerin ve Türk milliyetçilerinin “anti-emperyalist” demagojisine karşı tavır alma gerekçesiyle emperyalizm olgusunu görmezden geliyorlar. Özellikle Batılı emperyalist devletlerin Ortadoğu’yu cehenneme çevirdikleri ve üstelik Ortadoğu Hristiyan halklarını hedef alan cihatçı çeteleri beslediği ve desteklediği günümüzde. Yani, her aklı başında insan Ortadoğu’daki kadim Hristiyan toplulukların EN BÜYÜK ZARARI ABD’nin bu bölgeyi yeniden dizayn etmeye başlamasının ve bu amaçla giriştiği savaşların ve doğrudan ya da dolaylı olarak yaptığı ve beslediği terör uygulamasının ardından yaşandığını, bu toplulukların işte bu koşullarda küçüldüğünü, başka ülkelere kaçtığını biliyor.
“Baş düşman CHP” konusuna dönelim. Burada şöyle bir hatalı mantık silsilesi işletiliyor:
a) “CHP bir sosyal-demokrat parti değildir.”
b) “CHP kurumsal olarak, Hristiyan kıyımlarını gerçekleştirmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan ve İttihat ve Terakki yanlısı gericilerin yönettiği Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin devamıdır.”
c) “CHP, İttihat ve Terakki Fırkasının ve Kemalistlerin işlediği ağır insanlık suçlarıyla yüzleşmeyi gündemine bile almamakta, hattâ bu suçları savunmaktadır.”
d) “BUGÜN Türk burjuva devletine egemen olan CHP’nin ideolojisi ve siyasal çizgisi İttihat ve Terakki Fırkasının ve Kemalistlerinkiyle aynıdır.”
e) “O hâlde CHP, BUGÜN DE Anadolu’nun Hristiyan halklarına uygulanan ayrımcılığın ve Kürt vb. halklarına karşı işlenmekte olan ağır insanlık suçlarının BAŞ sorumlusudur.”
Buradaki a ve b şıkları tümüyle ve c şıkkı büyük ölçüde doğrudur; ancak d ve e şıkları büyük ölçüde yanlıştır. Bu hatalı varsayımlar dizisinden çıkarılacak sonuç, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da baş düşmanın AKP gericiliği DEĞİL, CHP gericiliği olduğudur.
Komünistler CHP gibi karşı-devrimci ve devlet-yanlısı partileri hakkında herhangi bir yanılsama içinde değildirler ve olamazlar. 28 Ocak 2019 tarih ve “Bir kez daha milliyetçi önyargılar ve yanılsamalar üzerine” başlıklı yazımda CHP’nin neden sol ve ya da sosyal-demokrat olmadığını anlatırken şöyle demiştim:
“CHP ise Osmanlı devletinin 1918’de Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıktığı ve devletin ‘bekâsı’nın tehdit altına girdiği dönemin ürünü olan bir partiydi. Bu parti, İttihat ve Terakki’nin güçlü kalıntılarının ve Anadolu eşrafının 1919’dan itibaren, Anadolu’nun da parçalanması ‘tehlikesi’ne ve jenoside uğratılan Hristiyan halkların geri dönme ve gasp edilmiş mülklerini geri alma girişimlerine karşı kurduğu Müdâfaa-yı Hukuk Cemiyetlerinin ve onların çatı örgütü olan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin doğrudan devamıdır. Bu örgüt 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası adını almış ve bu ad da daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası’na/ Partisi’ne dönüşmüştür. Batı’daki sosyal-demokrat partilerin aksine CHP’nin HİÇBİR zaman işçi sınıfıyla ve Marksizmle bir ilişkisi ya da yakınlığı olmamıştır. ‘Devletin kurucusu’ sayılan bu parti, başından itibaren gerici mülk sahibi sınıfların bir partisi olagelmiştir. Demek ki, Batı sosyal-demokrasisi ile CHP’nden söz ederken gerek tarihsel orijinleri ve gerekse toplumsal temelleri birbirinden çok farklı iki hareketten söz ediyoruz. CHP’nin bir ‘sol’ parti olduğu yanılsamasını besleyen gelişmeler 1960’larda ve 1970’lerde yaşandı. CHP, 1960’ların ikinci yarısında -dünyada ve Türkiye’de yaşanan sola kayışa paralel olarak- ‘ortanın solu’ çizgisini benimsedi ve ‘toprak işleyenin su kullananın’ gibi sol sloganlar kullanmaya başladı. 1970’lerin ikinci yarısında ise Türkiye’de yaşanan saflaşmada, genellikle sol eğilimli bir tabana sahip olması ve sağcı ve milliyetçi partilerin (AP, MSP, MHP) oluşturduğu ‘Milliyetçi Cephe’ hükümetlerinin saldırısına hedef olmuş olması bu yanılsamayı besleyen bir başka gelişmeydi. Dolayısıyla sapla samanı karıştırmanın alemi yok.”
Şunu da ekleyeyim:
CHP’nin geçmişiyle yüzleşmemesi; 1950’lerin, 1960’ların, 1970’lerin ve daha sonrasının CHP’nin fiilen, İttihat ve Terakki’nin çizgisini izlediği ve onun programını savunduğu anlamına gelmez. CHP ve onun ardılı olan partiler (Halkçı Parti, Sosyal-Demokrat Halkçı Parti, Demokratik Sosyalist Parti) 1950’den bu yana -bazı istisnai dönemler dışında- muhalefette kalmışlardır. Bu onların devletin bekasından yana olmadığı anlamına gelmez elbet. Ama 1950-2019 döneminde iktidarda olanlar genellikle (Demokrat Parti, Adâlet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selâmet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi gibi) klasik sağ partiler ve askeri cuntalardır. (Ki son çözümlemede bu partilerin kökeni DE İttihat ve Terakki vb. kuruluşlara dayanır.)
Asıl önemli olan ise şu sorunun yanıtını vermektir: BUGÜN İttihat ve Terakki’nin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin çizgisini savunanlar ve uygulayanlar öncelikle hangi partilerdir? BUGÜN bu iğrenç ve kanlı mirası savunanlar ve özellikle Kürt halkına, Türkiye, Suriye, Yemen, Libya halklarına vb. karşı İttihatçı/ yeni-Osmanlıcı bir çizgi izleyenler hangi güçlerdir? Somut koşulların somut analizini yaptığımızda bu güçlerin AKP, MHP, BBP, Hüda-Par, ordunun ve MİT’nın Ergenekoncu kanadı, mafya bozuntuları, köy korucuları, SADAT, Osmanlı Ocakları, gerici tarikatlar, Türkiye içinde üslenmiş olan IŞİD, El Nusra benzeri gruplar vb. olduğunu görürüz. CHP’ni bu İttihatçı-faşist koalisyon ile özdeşleştirmek, hattâ daha da ileri giderek onu BAŞ DÜŞMAN gibi algılamak ve göstermek bizi çok yanlış bir konuma sürükler. Eğer 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, yani tek parti diktatörlüğü döneminde baş düşman konumunda olmuş olan CHP, daha sonraki onyıllarda da baş düşman konumunda olmuş olsaydı ne olurdu? O zaman,
a) 12 Mart 1971 askeri darbesini izleyen yıllarda 12 Mart cuntasını DEĞİL CHP’ni,
b) Milliyetçi Cephe hükümetlerinin (Mart 1975- Haziran 1977 ve Temmuz 1977-Ocak 1978) işbaşında olduğu yıllarda bu gerici koalisyon hükümetlerini DEĞİL CHP’ni,
c) Aralık 1978 Maraş katliamı sırasında Kontrgerilla ile MHP’ni DEĞİL, (Ocak 1978-Kasım 1978 döneminde işbaşında olan) CHP hükümetini,
d) 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında gene Evren cuntasını DEĞİL, lideri ve bazı milletvekilleri tutuklu olan CHP’ni baş düşman görmek gerekirdi.
CHP’nin son yıllarda bir dizi alanda sergilediği gerici tutum ve politikalar, bu partinin çeşitli dönemeçlerde Erdoğan kliğinin yanında yer alması, onun işçi sınıfının ve emekçilerin demokratik bilincini yozlaştırması, Kürt halkını ve hedef alan ulusal zulme üstü örtülü ya da açık bir destek vermesi, Erdoğan kliğinin yeni-Osmanlıcı politikalarına ve Suriye halklarını hedef almasına karşı net bir tutum takınmaması ve genel olarak devletçi bir refleksle hareket etmesi sistemli bir biçimde suçlanmalı ve sergilenmelidir elbet. Ama bu asla, BAŞ DÜŞMAN ile ikincil düşman arasında ayrım yapmamayı ve hattâ CHP’ni BAŞ DÜŞMAN gibi göstermeyi haklı çıkarmaz.
- 1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim - 3 Mayıs 2020
- Bolton Giderken… - 16 Eylül 2019
- Quo Vadis AKP Türkiyesi? - 27 Ağustos 2019