Sizi bilmem, ama ben her şeyin yalın, basit olanını severim. Lafı dolandırmadan, sevgiyi ve acıyı ağdalandırmadan yapılanını…
Sadece yaşam biçiminde değil, tüm ilişkilerde ve edebiyatta da…
Ben romanlarımda da deyim yerindeyse, ‘damıtarak’ söylemeye çalışırım demek istediğimi, en yalın halini bulmak için. Bana göre en iyi şeyler basitliğin, yalınlığın üzerine kurulur.
Yalınlık özgürlüktür, samimiyettir.
Yazar veya şair, süslü ve derin(!) anlamlar içermeyen, aralarına konuşma diline uzak ve Türkçesi olduğu halde, (anlaşılmaz olmanın, değer kattığı kaygısıyla) başka dillerden alıntılanmış sözcükler serpiştirmeden de, pekala muhteşem eserler çıkartabilir.
Zaten edebiyatımızdaki en büyük yazarlar ve şairler yalın dili benimseyenler değil midir?
Tıpkı şiirlerini günlük konuşma diliyle yazarak, okuyucuya, bir kaç sözcükle adeta sayfalarca betimleme tadı veren büyük şair Orhan Veli gibi…
“Bir garip Orhan Veli’yim
Veli’nin oğluyum…”
Orhan Veli Kanık 13 Nisan 1914 yılında İstanbul Beykoz’da hayata gözlerini açar. Çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir’de geçer. Müzisyen olan babası, Cumhuriyetin ilanıyla, hem Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefi, hem de Ankara Konservatuvarında profesör olunca Ankara’ya taşınırlar.
Ankara’da ortaokul ve lise sıralarında, edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar, en yakın arkadaşları Oktay Rıfat Horozcu ve Melih Cevdet Anday’dır. Ve birlikte benzer tarz şiirler yazmaya başlarlar.
Şiirleri başta Varlık Dergisi olmak üzere, Ses, Gençlik, Küllük vs. Bir çok dergide yayımlanır . 1941 mayısında ise Oktay Rıfat, Melih Cevdet ve Orhan Veli, şiirlerini Garip adlı bir kitapta toplayıp yayınlarlar. Böylece 1. Yeni olarak anılan, Garip akımını başlatmış olurlar. Akımın kurucusu Orhan Veli’dir.
Orhan Veli’nin şiirlerinde ölçü, uyak kaygısı olmadığı gibi, dil kaygısı da yoktur. Halk dilini kullanır, şiirin özgürlüğünü esas alıp, bir sınıfın tekelinden çıkartıp, halka uyarlar.
Artık şiirlerde, “kirli ceket”, “yırtık çorap” ve hatta ”nasır” sözleri de kullanılır.
“Hiç bir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın adını
Günahkar da sayılmazdı
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye…”
Kimi zaman Dalgacı Mahmut olup, kimse uyanmadan gökyüzünü boyar, kimi zaman aşık olup eve ekmek ve tuz götürmeyi unutur.
Serde erkeklik olduğu için, giden geminin ardından, ağlayamadan bakakalır kimi kez de…
O eşsiz; “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…” dizelerini okuyan, dinleyen herkesi, İstanbul’un İstanbul olduğu o en güzel, en bakir zamanlarda gezindirir. Orta yerinde AVM’ler değil de sinemalar olduğu zamanlarda…
Eserlerinde sınıfsal çelişkiler de yer alır:
“Uyuşamaz yollarımız ayrı;
sen ciğercinin kedisi ben sokak kedisi;
senin yiyeceğin kalaylı kapta;
benimli aslan ağzında
…
– Ciğercinin kedisinden sokak kedisine –
Açlıktan bahsediyorsun
demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
sen ne domuzsun sen !”
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde bir süre okur ancak bitirmeden ayrılır. Ankara’da Umum Müdürlüğünde, PTT de çalışır, çevirmenlik yapar.
10 Kasım 1950 yılında bir haftalığına gittiği Ankara’da ( o günlerden bu günlere kadar sayısız insanın ölümüne neden olan), bir belediye çukuruna düşer. Başından yaralanır ancak çok da önemsemez. Fakat iki gün sonra İstanbul’a döndüğünde, arkadaşının evinde fenalaşır. Beyin kanaması geçirmektedir.
14 Kasım 1950’de henüz 36 yaşında, ceplerinde 25 kuruş ve diş fırçasına sarılı son şiiriyle, bu dünyadan alıp başını gider…
“Gün olur alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda
Şu ada senin, bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra…”
- 8 Mart da Erkeklerin Günü Olsun! - 7 Mart 2019
- İnce Memed’in Ardından - 28 Şubat 2019
- Kimin Varlığıyla Çoğaldınız? - 13 Şubat 2019