24 Haziran sonrasında rejim değişikliğinin tescillenmesiyle beraber her ne kadar muhalefet başını kuma gömse de taban elinden yitip gidenin farkında. 29 Ekim kutlamalarında resmi makamlara rağmen halkın inisiyatifi eline alması ve sokaklardaki insan seli bu farkındalığın bir dışavurumuydu. Milyonlarca insan mevcut iktidarın kurucu rejimin ilerici yönünü tasfiye etmesine karşı tepkisini bir biçimde ortaya koymaya gayret ediyor. 10 Kasım anmalarına bir de buradan bakmak gerek. Atatürk’ün vefatının 80. yılında artık bir yas havası yok, yastan daha baskın olan bir yitirmişlik duygusu.
Ve o duygunun içinde hem karamsarlık hem de aydınlık bir gelecek hasreti var. Karamsarlığı besleyen muhalefetin basiretsizliği, gelecek özlemini diri tutan ise gerici kuşatmaya rağmen ruhunu teslim etmeyenler…
10 Kasım gününe dair iki fotoğraf karesi rejimin nasıl değiştiğinin kanıtı adeta. Bunlardan ilki AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdıkları. Erdoğan “güçlü Türkiye kararlılığının” kanıtı olarak 3. Havalimanı’nı göstererek kurucu rejimin vizyonundan ne denli uzaklaşıldığını kayıt altına almış oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında temeli atılan fabrikalar tasfiye edilmiş, üretim üzerine kurulu ekonomik kalkınma anlayışı dışa bağımlı rant ekonomisine uğruna terk edilmiş, rejimin abidevi eserleri yıkılmış, AOÇ bile iğdiş edilmişken “tarihe nakşoldu” diyerek onlarca işçinin hayatını kaybettiği, haklarını aradığı için tutuklandığı bir havalimanına işaret etmenin başka bir anlamı yok.
İkinci fotoğraf karesi Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Kadir Mısıroğlu ziyaretinden. Günlerdir bütçesi ve yeni personel alımları ile gündemde olan Diyanet’in en tepesindeki isim tüm ömrünü cumhuriyet ile hesaplaşmaya adayan bir isme geçmiş olsun ziyareti gerçekleştirdi. Tarih de manidardı şüphesiz. Kimilerine göre Erbaş istediğinin evine giderdi, kimse karışamazdı. Halbuki Erbaş oraya herhangi biri olarak değil Diyanet Başkanı olarak gitmişti. Muhtemelen de bizim cebimizden çıkan vergilerle alınmış lüks bir arabayla. Dolayısıyla bir yurttaş olarak bunu sorgulamak, hesap sormak sonuna kadar hakkımız.
Bazıları ise Diyanet Başkanı’nın ziyaretini bir ‘meczup’un ayağına gitmek olarak yorumladı. Halbuki bu bir meczup ziyareti değildi. Mısıroğlu, mevcut iktidarın sırtını dayadığı savların önemli bir kısmını üretmiş, Soğuk Savaş döneminde İslamcılar ile milliyetçiler arasında köprü kurmuş bir isim. Atatürk’e karşı fikirlerinin değişmesinin kaynağı olarak gösterdiği Büyük Doğu dergisi Necip Fazıl’ı üstat belleyenlerin ortak paydası. Gençliğinde hızlı bir anti-komünist olarak sağcı dernekleşme faaliyetlerine katılmış, milliyetçi-şoven dergilerde yazılar kaleme almış Mısıroğlu’nun tek marifeti fesli sohbetleri, “keşke Yunan galip gelseydi” benzeri çıkışları değil. ‘Lozan zafer değil hezimettir’den ‘tek parti döneminde camiler ahır yapıldı’ya kadar Erdoğan ve AKP’lilerden duyduğumuz bir çok hikayenin müelliflerinden kendisi. Böyle bir kalemşora yapılan resmi ziyaret yeni rejimin kimleri “meşru” ve “saygıdeğer” gördüğünün işareti. Hafifsemekten ziyade üstüne kafa yorulması gereken bir iş.
Muhalefetin havanda su dövmeyi bırakması, rejim değişikliği gerçeğini görerek siyaset üretmesi gerekir. Cuma hutbesinde Atatürk’ten tek kelime bahsedilmemesi değildir mesele Diyanet’in yetkileri ve bu rejim için koçbaşı haline getirilmesidir. 3. Havalimanı’nın adının Atatürk konmaması değildir sorun, kurucu rejimin mirasının yok edilmesidir. Ezanın hangi dilde okunacağı değildir tartışma, İslamcılığın kamusal yaşamı tümüyle kuşatmasıdır. Bunları yok sayan bir siyaset laik ilerici tabandaki öfke ve beklentiyi örgütleyemez, politikleştiremez ancak parti içi münakaşa yapar, olan enerjiyi de soğurur.
- Yönetim krizinde son perde: Acemilik, kibir ve öfke - 14 Nisan 2020
- Özgür bir memleket için boykotun ötesine geçelim - 10 Şubat 2020
- Bir kuşak laikliğin değerini bu iktidar yüzünden öğrendi - 14 Ocak 2020