“Ne yapmak gerek peki? / sağlam bir arka mı bulmalıyım? / onu mu bellemeliyim? / bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi / önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? / bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı? / istemem! / herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım le bret? / sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? / bir bakanın yüzünü güldürmek için / biraz şaklabanlık edip, / taklalar mı atmalıyım? /istemem! eksik olsun! / … / ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli? / eleştiriden mi çekinmeli? / “adım mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı? / istemem! / istemem! eksik olsun!”*
“Aymazlık” sözlüklerde şu şekilde tanımlanır: Çevresinde olup bitenlerden habersiz olma hali; Osmanlıcada gafil’den gaflet! Çeşitli boyutlarda, farklı nitelik ve nicelikte kullanılma şansı bulunan bir kelime; daha doğrusu tek bir kişinin davranış veya kişilik tarzını betimlerken kullanıldığında sanki ona haksızlık yapılmış gibi oluyor. Ben bu kelimenin tam karşılığını, politika ve sosyoloji alanın da kullanıldığı zaman bulduğunu düşünüyorum. Tanımdaki çevre nitelemesi, yaşanan zamanı, tutturulan siyasi yönelimi ya da amiyane tabirle “memleketteki gidişatı” anlatıyor. Dolayısıyla aymazlık, var olanı ve gidişatı anlayamama, şu ya da bu şekilde bunu doğru yorumlayamama hali olarak tanımlanabilir. Türkiye örneğinden yola çıkıp “aymazlık” durumunu örneklemek istersek; (aslında onlarca yıldan bu yana farklı nicelik ve bileşenlerde milletimizin “aymazlık” hali içinde olduğu ve görünen o ki olmaya devam edeceği söylenebilir) yazının bu bağlamdaki kapsamını daha sınırlı tutabilmek için daha çok sol cenahta yer aldığı iddia edilen ya da sanılan aydınlarımızın örnek olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Örnek olsun; kaç “meşhurdan” oluştuğu, kimler olduğu bile neredeyse unutulmaya başlanan –unutulmak aymazlığın sorgulanmasını engeller- “yetmez ama evetçileri” anımsatmak isterim. Onların ki aymazlık mıdır? Bu durumu “aymazlık hali” olarak tanımlarsak durumu meşru, onları doğru ve haklı kılmış olmuyor muyuz. Bu bir kabulleniştir ve bu kabulleniş hali “onlar” açısından aymazlıkla “siyasi ar duygusundan yoksunluk hali” arasındaki sınırın kalkmasına neden olmuştur. Bugün “onların” birçoğu “engin” bilgi ve görüşlerini sol mekanlarda, mecralarda sergilemekte hiçbir sakınca görmeyebiliyor. Bir zamanlar islamcı faşistlerin oturak alemlerinde (yanlış anlaşılmasın; oturak alemi diyerek kast ettiğim: medyalarının açık oturumları) slogan yazılı tişörtleriyle yaptıkları raskların unutulmuş olması ise onların bu öznel düşkünlüklerini izleyenlerin daha sofistike bir aymazlığı olmuyor mu? Bugün onların hala soldan alkış alması hayret edilecek bir şey değil mi? Örneğimize dönersek yeniden; peki bu gerçekten bir aymazlık mıydı? Soru budur ve doğru bir yanıt verilmediği için hala “sol piyasada” var olmaya var olabilmeye devam ediyorlar.
“Basiretsizlik” kelimesinin tanımı ise gerçeği görebilmekten uzak, habersiz ya da yeteneksiz olma hali olarak yapılabilir. Aymazlığı bir tür umursamazlık sayarsak, bu durumun daha “nitelikli” ikizlilik halini ise basiretsizlik olarak görebiliriz. (Basiretsizlik de bir tür yerel kimlik hali olabilir.) Sorumuz şöyle: basiretsizlik durumu ile “aydın olma hali” örtüşebilir mi. Yanıtımız belli… Peki o zaman yukarıdaki örneğimize dönerek devam edelim, “yetmez ama evetçi” sol aydınlarımıza; böylesine bir habersiz olma durumunu kabullenip en azından kendi acizliklerini, bu bağlamdaki çaresizliklerini niye kabullenip köşelerinde oturmuyorlar. (Yoksa bu hal devasa bir çıkar beklentisinin basit bir dışavurumu muydu?) Kimi zamanlarda Türkiye’yi “siyasi ölüler mezarlığı” olarak nitelendirirdim; bunların halini görünce diyorum ki “sol cenah siyasi zombiler cennetine dönüşmüş durumda”. Tekrar edilim içlerinde şöhretlerini yeniden kazanan yazar olmayan yazarlarımız, bolca akademisyen, bol YÖK unvanlı hocalarımız, parti liderleri, köşe yazarları, youtubercı, hala sola yol gösterme cüretini kendilerinde görebiliyorlar. Öyle zannediyorlar. Artık bu güruha yüklenmeyi bırakalım, benzer hastlalık ve durumlardan sadece onları sorumlu tutmak haksızlık olur. Onlardan aslında hiç de farklı olmayarak; ne aymazlık ne basiretsizliktir aslında yaptıkları, sadece kibirdir, dolaylı olarak bu gidişatı ve bu politik yönelişi doğrudan ve dolaylı destek sunan bir çok “solcu” aydın olduğunu söylersek yanılmış olur muyuz. Ki onlar kibirlerinin ve egolarının tutsağı olmuş durumdaydılar. Diğer taraftan bu “gidişatı” zamanında doğru okuyup görenleri ise yine o zamanlar stigmatize edip linç kültürünün tutsaklığının bir dışa vurumu olarak onlara saldırdıklarını da –ideolojik, fikirsel saldırı!- anımsayalım.
Kibir sözcüğünü “büyüklük, kendini başkalarından büyük üstün görme ya da büyüksenme duygusu” diye tanımlıyor bildik sözlükler. Ne var ki işin içine “sosyalist aydın” girince bu tanım çok yetersiz kalıyor; durumu açıklamak ya da durumun vahametini anlatmak için yeterli olamıyor. Yenilenmiş bir sosyalist kibir tanımı şöyle olabilir mi o zaman: “…acıma, hümanizma ya da sorumlu olma gibi vesaire duygularla vicdani doygunluğu sağlayan büyüksenme duygusu…” Yapmaya çalıştığım yeni bir tanım oluşturma değil; Yalnızca bir soru, yalnızca bir çaba… Burada söz ettiğim türden kibri önceleyen ve maskeleyen bir unsur olarak “bilgi”ye dikkat çekmek gerekiyor. İdeolojiyi de niteleyen bir unsur olarak bilgi sahip olanın elinde bir hükümranlık aracına kolaylıkla dönüşebiliyor. Bilginin gücünün insanlığın keşfettiği en nitelikli zor aracı olduğunu bir kenara not edelim. Sosyalist aydının “elinde” bilgi ise çok daha sofistike bir zor aracı olarak her türden olumsuzlamanın meşruiyetinde de zemin hazırlıyor. Emek/emekçi eksenli bir dünyadan tüm insanlığa olmak üzere sosyalistler dünyamızı/insanlığı esenliğe kavuşturacak olan biricik bilginin sahibi olma hazzının nitelikli bir kibir olduğu gerçeği ile bir an evvel yüzleşmeleri gerekiyor. Onlar sahip olduklarını sandıkları, vakıf olduklarını, hazmettiklerini sandıkları –ve yolunda and içtikleri- ideolojilerinin ve ideolojilerinin ışığında, yol göstericiliğinde fark ettikleri sandıkları gerçekliğin –bu bağlamda kendilerinden başka hiç ama hiçbir kimsenin farkında olamayacağını sandıkları gerçekliğin-, bu durumsal dogma halinin kendisini sürekli yeniden ürettiği ve bu durumun bilgi zorbalıklarını niteleyen bir ortam oluşturduğu gerçeği ile yüzleşmek zorundalar. Bu aydınlar kendilerini önemsemekten, özellikle de dünyayı/olup bitenleri yorumlama –bir türlü reel politik pratiğini göremediğimiz ki aslında yorumlayamama halini gösterir- becerilerini önemsemekten vaz geçmek zorundalar, çünkü bu önemseme (=kibir) işinin gerçekliği olmadı bir türlü ya da yok! Bu “önemseme” işine kibir dedim çünkü iş bu kadarla da bitmiyor hemen beraberinde önemseme işinin de önemsenmesi başlıyor. Algı bozukluğu kibir ile birleşince kronik bir saplantıya dönüşebiliyor. Bu zor tanımlanan ve hasta sosyalistlerimizin/bireylerin siyasi ölüler mezarlığına defnedilmesinden başka tedavisi -kanımca olmayan bu kronik hastalığın başlıca belirtisi belki de pragmatik hesaplar dahilinde “neyin ne olup olmadığının anlaşılmasındaki güçlük” olarak ortaya çıkıyor.
Tedavi yerine hastalıktan medet ummak; çünkü bireysel olarak başka çıkarları yok. Çünkü oynadıkları oyunu diğer oyuncularla birlikte meşru kılacak yegâne yol yanlışlığın, sakatlığın, hastalığın maskelenmesinde. İşte bu türden bir zorbalık aracı olan bilgi bugün gelinen noktada bu maskenin restorasyonundan başka bir işe yaramıyor ne yazık ki. Onlar varsın kurtuluşun yolunun “bu bilgiden” geçtiğini sansınlar. Uzunca bir süre “öncü” kavramı bu nitelikli bireysel çürümenin gizlenmesine aracılık etti. Kuşkusuz bu kavramın doğruluğunu yanlışlığını tartışmaktan çok geçerliliğini ya da gerçekliğini tartışmak daha verimli olacaktır. Fakat “sol aydın kibir” bu tartışmaların yapılmasının gereksiz olduğunun bireysel emredenidir. Birilerinin kendilerini bilgisizliklerine derman olmak üzere beklediğini sanan, bu bilgi / bilincin / öngörünün/ vizyonun yegâne sahibi olduğunu sanan “solcu” aydınlarımız! Türkiyeli sol aydınlar yazı yazmak işini ne kadar çok önemsiyorlar. Her dakika her an olup bitenlere yazarak müdahale etmek kuşkusuz kendilerine büyük devrim mücadelesinin, o şanlı kalkışmanın içinde ve hatta ortasında olduğu duygusu veriyor olsa gerek! En azından benim gibi naçizane bir küçük burjuva radikalist olduklarını kabul etseler, yazarak en azından ego sorununu tatmin ediyor eleştirisini savunmakla yetinecekler. Öyle anlar geliyor kitapevlerinin dergi raflarında, kitap reyonlarında öylesine sosyalist metinlerle karşılaşılıyor ki yoğunlaşmış, taşmış, insanal değerleri kirleten bir çevre felaketine dönüşmüş yazılar ancak ve ancak sosyalist kibri niteleyen ego sorununun hallinden başka neredeyse hiç bir şey ifade etmiyor.
Kibir durumunu örneklemeden önce önceki örneğe dönüp “unutma, unutturma” durumunun aslında hiç de paradoks yaratmayacak biçimde onların kibirlilik haliyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Kibirleri pragmatizmlerin örtüsüdür ve çıkarcılıklarını meşru kılan şey ise unutma halidir.
“Nisyan: Unutma; Bir atasözü “nisyan” üzerine: “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür”. Anlamı üzerine birkaç söz: insan hafızasının eksikliği unutkanlığıdır, unutkanlık insanın doğasındandır. Vikisözlük ise Lacanvari bir açıklamayla duruma girişir: “Beşer ile insan farklı şeylerdir. Beşer “adem” yani yokluktur. O yüzden beşer ademiyetinde kalırsa “insan” olmayı unutur, hatırlayamaz, kendisine hatırlatılmaz.” Unutmak insanın zayıf bir tarafı olarak görülebilir; ama aynı bağlamda unutamamanın ya da anımsamak istendiğinde anımsayamamanın da konuşulması gerekir…
Dediğimiz gibi unutma hali meşruiyeti kolaylaştırıyor ve kibirle bu durum dayatılıyor. Kimi solcu aydınlarımız beş sene önce, on sene önce ya da yirmi sene önce “islamcı faşist” camia ile şu ya da bu nedenle kurdukları yarenlik ilişkisini, karşılıklı çıkara dayalı fikir alışverişi ortaklığı halini unutmak unutturmak istiyorlar. Ancak daha ilginci unutmuş gibi görünüyorlar. Unutmuş olabilirler bu patolojik bir durum ancak daha patolojik ve tehlikeli olan ise “ben dediysem o an için öyledir” halini unutma durumu üzerinden haklılaştırma çabaları. İşte “aydın” mahareti burada devreye giriyor, sadece maharet değil o zamana kadar edinilmiş tüm fiili ünvanları bu süreçte onun yardımına koşuyor. “Yetmez ama evetçilerin” aksine bir örnek oluşturalım; şöyle bir söyleşisini izlemiş ya da yazısını okuyalım. Aydınımız önce en başından beri savunduğu fikirlerini paylaşarak az sonra yapmaya hazırlandığı maniplasyona zemin hazırlıyor. (Bu ve benzeri müdahalelerle ülkede yirmi yıldan bu yana var olan faşizan yönelişe şu ya da bu nedenle şu ya da bu biçimde doğrudan ve dolaylı verdiği entelektüel desteği unutturma, yok sayma eğiliminde…) Bu zamana kadar anlatıklarında bir sorun yok, öteden beri savunageldiği düşünceler. Olsun. Sonra okuyucusuna-dinleyicisine ustalıklka feyk atarak son yirmi yılda rejimin islamcı-faşist yönelişini anlattıklarıyla en başından beri savunduğu görüşleri ile bağdaştırıyor ve süreci rejimin devamlılığının sorunlu bir aşaması gibi sunarak bu yirmi yılın onbeş yılında söylediği, yazıp çizdiği ne varsa hepsini yok sayma unutturma eğilimi içine giriyor. Meşruiyetinin yegane dayanağı kibri ve hakedilmemiş bir sosyalist aydın etiketi. “Tüm kurumları çökerterek rejimi islam cumhuriyetine dönüştürmek istiyor” derken, sürecin başında “askerin vesayetini kaldırarak gecikmiş burjuva devrimi tamamlıyor” dediğini unutturmak istiyor. “şu an itibariyle hak hukuk mücadelesi vermek aymazlıktır, çünkü bu kurumlar tek partinin örgütü olmuşlardır” derken on yıl önce rejimin aynı hukukla bu kurumlara, kişilere açtığı savaşı canı gönülden alkışladığını unutuyor, unutturmak istiyor; bugün savunduğu muhaliflik halini bundan yirmi yıl önce “hainlik, basiretsizce teslim olma” dediğini unutturmak istiyor. (birkaç dergi ve gazetede yazı yazmasıı konferanslarda boy gösterip alkış alması için bu unutuş zorunlu, üstelik göründüğü kadarıyla da başarılı olmuş!)
Ego iştahı, en ilkelinden pragmatik yaslanışla bugünde canlı kalmak istiyor. Acaba diyorum unutturmak, yok saymak mı istiyorlar geçmişlerini yoksa kendileride mi unutuyorlar yazdıklarını, yazıp çizdiklerini, söylediklerini? Bu durum bu yazının değil nöropsikiyatrinin ve geriatrinin konusu; ar, etik vs. ise birbaşka yazının!
“Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın / varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar / yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?”*
*Alıntılar için not: başta ve sonda yer alan Edmond de Rostand’ın “Cyrano” oyunundan bir tirad. Nisyan paragrafındaki ise Tardu Soyer’in Çöplük Sözlük adlı deneme kitabından.
- Dipnotlar – Tolga Ersoy - 1 Ocak 2025
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024