Artık Olmayan Güller Gülümsediler

Yıllar önce, bir sonbahar sabahı çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği evimizi satmak üzere o küçük sahil kasabasına gittiğimde tüm anılar görüntüleri, sesleri ve kokularıyla birlikte canlanarak karşıma çıkmışlardı. Bir daha asla geri getiremeyeceğimi bildiğim geçmişim olanca duygu birikimiyle benliğimi kaplamış, hüzün önüne geçilmez bir biçimde yüreğime çökmüştü. Yitip gitmiş zamanlara ait kırık dökük harabeler arasında bir hayalet gibi dolaşırken sahile vuran dalgaların köpüklerinde, denize uzanan kayalıkların üzerinde uçuşan martıların çığlıklarında ve rüzgârın uğultusunda geçmişin yankılarını bulmaya çalışmıştım.

Kokular, ah o kokular, en çok da onlar içimde uykuya dalmış olan parçalarımı canlandırmıştı; kumsalı kaplayan yosunların kokusu, tutundukları dallarda umutsuzca sonbahara direnen hanımellerinin kokusu, kepenkleri indirilerek bir sonraki yaza kadar yalnızlıklarına terk edilen evlerin bahçelerindeki incir ağaçlarının kokusu ve ellerimi üzerlerinde gezdirdiğimde hemencecik avuç içlerime siniveren biberiyelerin kokusu…

Baktığım her şeyde gördüğümün ötesinde bir şeyler görmenin ve hatırladıkça canlanan anıları zihnimde yeniden yaşayıp fiziksel varlığımla onlara dahil olamamanın kederini öylesine yoğun hissetmiştim ki sonradan bu duyguları kağıda döktüğümde yazdıklarım okuyan pek çok kişiye “mantıksız” gelmişti.

“Yaşlı çınarın yanından geçerek köşeyi döndü, yolun sağındaki iki katlı evin önüne park etti. Bir süre arabadan inmeden eve baktı; ahşap tırabzanlara, eğimli çatıya, merdivenlere, bahçe parmaklıklarına dolanan kuru sarmaşıklara… Yavaşça indi, kapıya yürüdü, kilit zorlanmadan açıldı, sararmış çimler üzerindeki bahçe taşlarına basarak ağır adımlarla yürümeye başladı. Ön taraftaki ıhlamur ağacı olduğu yerde salınarak eski bir dost gibi selamladı onu, soğuklara dayanan biberiyeler kıpır kıpır oldular onu görünce, dev saksıdaki kaktüs dikenlerini içine çekti, artık olmayan güller gülümsedi, arka bahçe onun ayak sesleriyle irkildi, defne uykusundan sıçradı, ortancalar bir an da olsa çiçek açtı…

O sırada gözü evin alt katındaki bodrum penceresine ilişti, merdivenlere yöneldi, son iki basamağı tek bir adımda indi, küçük bir omuz darbesiyle kapıyı itti. Alçak tavanlı bodrum katı küf ve rutubet kokuları yayarak ‘Nerelerdesin?’ diye sordu ona. Duvarlardaki balık ağları, örümcek ağları arasında yırtıklarını gizlemeye çalıştılar. Odanın tam ortasındaki küçük kayık biraz kırgın bir ifadeyle süzdü onu, üzerindeki ‘Kiraz’ resmi ve yazısı yıllara direnmenin gururu ile gösterdi kendini. Camlardaki turuncu perdeler ise tüm solgunluklarına karşın fırfırlarını ön plana çıkararak kıpırdandılar…”

Kim ne derse desin yaşadıklarımı ve duyumsadıklarımı yazmıştım ben. Kendimi arafta kalmış gibi hissettiğim o anlarda çoktan kaybolduğunu, artık var olmadığını bildiğim geçmişim yoğun bir yağmur bulutu gibi üzerime çökmüş ve ben onu hatırladıkça canlanıp bir sağanak gibi üzerime yağmaya başlamıştı. O geçmişe ve o anılara sahip olmayan birine hiçbir şey ifade etmeyen görüntüler, sesler ve kokular yarattıkları çağrışımlarla başka bir boyutun gerçeklerine taşımışlardı beni; tasasız günlere, ağustosböceklerinin bitmeyen şarkılarına, ıhlamur ağacının altındaki çay sohbetlerine, gülleri budayan babama, anneannemin kurabiyelerine, gün doğarken balıkçıyla topladığımız ağlara, sıçrayan istavritlere, Cep Fotoroman”lara, Vita tenekelerinden sarkan pembe sardunyalara, rüzgârda püfür püfür uçuşan çarşaflara, annemin şile bezi elbiselerine, açık hava sinemalarına, çıkınca gazoz içtiğimiz hamam sefalarına, geceleri renkli ampullerin aydınlattığı tahta iskemleli çay bahçelerine, gökyüzünde kayan yıldızların ardından tutulan dileklere, “Hadi gelin de bir kahve içelim!” diye balkonlardan seslenen komşulara, mutfak pencerelerinden yayılan sigara böreği kokularına, yoldan geçen kısık sesli galetacıya, küçük bakkalda yaldızlı ambalajlarda satılan Nestle gofretlere, çitlembik ağacının üzerine kazınmış masum aşklara…

Tüm bunları paylaşabileceğim birinin olmaması acıtmıştı beni; paylaşabilmem için o yeri, o zamanı paylaşmış olmak gerekiyordu çünkü… Geçmiş kaybolmuyordu, ama geçmişi birlikte yaşayan insanlar anılarıyla beraber göçüp gidiyorlardı dünyadan ve anlamlar da yok oluyordu o zaman; aynen evimizi satmaya karar verdiğinde annemin “Bir yeri o yer yapan insanlarmış meğer…” dediği gibi.

Belki benim gibi geçmişten gelen görüntülerle, seslerle ve kokularla dolaşan birileri vardır hâlâ. Alışkanlıkları, özlemleri, anıları ve hayalleriyle birlikte arafta kalmış gibi yaşıyorlardır hayatı kimi zaman. Belki derin hüzünlere kapıldıklarında, tutundukları dallarda sonbahara direnen hanımelleri misali geçmişlerine tutunuyorlardır onlar da. Kimbilir belki geleceğe dair kurdukları düşlere geçmişin görüntülerini, seslerini ve kokularını katıyorlardır. Ve belki yaşadıkları âna yapışma iddiasıyla o ânın içinde kaybolmak yerine zamana tüm boyutlarıyla sahip çıkmaya çalışıyorlardır.

Biliyorum; geçmiş hatırlayınca, gelecek düşleyince anlam kazanıyor. An ise ikisinin arasında, bir ıhlamur ağacının altında oturup çay içmek gibi, martıların “Hoşgeldin” demesini duymak gibi ve artık olmayan güllerin gülümsediğini hissetmek gibi bir şey…

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)