Yemin…

Bir önceki yazımda seneler önce bir sonbahar gecesi kendimi bir anda içinde buluverdiğim bir yangını anlatmıştım. Hikâye ne orada başladı ne de orada bitti. Hangi hikâyenin başı ya da sonu vardır ki… Biz fark etmeden başlamıştır ve hiçbir zaman bitmeyecektir. Benim yangın hikâyemde de olduğu gibi. Anlatmaya devam edeyim izninizle…

Söz konusu ‘Yangın’ söndükten sonra fark ettim ki tüm bu sürecin en zor, en acı veren kısmı tutuşmak; en kolay kısmı ise yanmakmış meğer. Tutuşmanın şoku geçip de yangın sönene kadar azaptan kurtulamayacağını anlayıp kabul ettikten sonra, yavaş yavaş yanmaya alışabilir ve bitmesini istemezse sonsuza dek yanabilirmiş insan evladı meğer. Ama benim için öyle olmadı. Zihnim ve bedenim arasında sıkışıp kalmıştım. Bir yanda acımla uğraşırken diğer yanda zihnimim ürettiği düşüncelerle boğuşuyordum ve bir hayli direndikten sonra anlamıştım ki ben buna alışamazdım.

Zihnim… Ah zihnim… En güvendiğim, kendini her zaman ‘ben’e siper eden, en korunaklı barınağım zihnim… O günlere dek nasıl da savunmuştu beni her zor anımda çok bilmişliğiyle. Hiç yolda kalmamıştım onun sayesinde. Ya bilirdi, bilmiyorsa arar bulurdu, bulamazsa bir şeyler uydururdu; ama bir şekilde beni hep suyun üstünde tutar, batmama izin vermezdi. Oysa şimdi… Düşmanım olmuştu sanki. Bildiği bütün yollar yangını körüklüyordu, acıma acı katıyordu. Meğer acıyı ne kadar da severmiş şu onsuz da olmaz olan zihnim. Yoksa o güne dek hep mutluluğa giden yollarımı kapatmış da acıdan, hüzünden zevk alan biri haline mi getirmişti beni ben bilmeden şu benim perdedar-ı hüda* zihnim? O yangına kadar hiç kimseye, hiçbir şeye karşı kin, nefret beslememişken zehirli sarmaşıklar gibi bir çırpıda beni sarmaya hevesli onca nefret nasıl peydah olmuştu zihnimde? Yoksa hep vardı da ben mi bihaberdim kendimden? Hiç bilmediğim bir şeyle sınıyordu sanki beni hayat. Ya kin ve nefrete boyun eğip ve hatta belki intikam yeminleri edip yangının acısıyla bileylene bileylene yeni bir ben olacaktım ve bir diğerini doğuran korku ve nefretlerimle sonsuza dek yaşayacaktım ya da sonsuz mutluluğu tercih ederek yangınımı sonsuza dek söndürmenin arayışına girecek ve evrilecektim.

Ama nasıl?

Ne yazık ki insanların büyük çoğunluğu -belki de daha kolay olduğu için- ilk yolu tercih ederler. Egoyu güçlendiren yol her zaman daha kolay, daha konforludur çünkü. İntikam ne tatlı bir kelimedir insan egosu için. Gözü dönmüş bir hırs nasıl da besler büyütür onu günden güne. En büyük savaşların şu mini minnacık insan bedenine sığabilen korkunç bir nefretten çıktığını düşününce, tüm bu yıkıcı tutumlara karşı duruşun kutsallığına iman ederim her seferinde.

Yok… Ben dayanamıyordum. Her gün, her gece bir kez daha deniyordum ama zihnimin kustuğu nefretle uzlaşamıyordum. Her seferinde baştan alıyordum ama hep aynı çıkmaz sokağa düşüyordum. Öyle böyle günler geçerken, yine düşüncelerden ölecek hale geldiğim gecelerden bir gece, benim o biricik zihnimin onca yıldır ‘ben’i değil de aslında sadece kendisini savunduğunu, koruduğunu, sevdiğini idrak ettim. Tokadın en şiddetlisini kendimden yedim yani… Nasıl da sarsıcı, önce berbat hissettiren ama sonra yoktan var edici bir yüzleşmeydi! Ayıldım ve kendime geldim yavaş yavaş. Gördüm ki tüm bu olan bitenin onunla, bununla, şununla ilgisi yoktu. Ne olup bitiyorsa ‘ben’de oluyordu.

Ben o gece bir yemin ettim. Zihnimi en büyük korkulu rüyası olan ‘ebedi mutlulukla’ yemin olsun ki tanıştıracaktım. Korkulardan, endişelerden, acıdan, nefretten beslenmeyen saf mutluluğun evini-gönlünü inşa edecektim ve yemin olsun ki zihnimi ona secde ettirecektim.

Siz buna ne büyük ne iddialı bir yemin mi dersiniz bilemem ama bence öyle değil. Ben sadece sonsuza dek iyi bir insan olmaya niyet ettim o gece.

Hepsi bu…


*perdedar-ı hüda: En büyük perde. Tasavvuf felsefesine göre zihin kalbin önündeki en büyük perdedir; perdedar-ı hüda, zihni temsil eden metafordur.

Fotoğraf: Ergin Topcu

Elif Demirbaş TOPCU
Latest posts by Elif Demirbaş TOPCU (see all)