Geride bıraktığımız kış mevsiminin baharla buluşmak üzere olduğu günlerden bir gündü. Hafta içiydi, sabahtı, işe gidiyordum. Zaman, sıkışmış trafiğin içinden akıp geçerken, içimde sıkışıp kalmış bir şeylerin de gün yüzüne çıkıp, akıp gitmek istediklerini fark etmekteydim. Oysa dün böyle değildim. Önceki günlerde de keyfim yerindeydi. Ama bugün bambaşka bir ruh haline bürünmüştüm; neşemi arıyor, bulamıyordum. Hani, yavaş yavaş alışmaya başladığın bir yenilik sürecinde her şey yolunda giderken birdenbire ortaya çıkıp kurmaya çalıştığın o yeni düzeni sabote eden biri ya da bir olay olur ya… İşte öyle gibiydi o sabahki ruh halim. Geçmişin üstünü örtmemi istemeyen, yepyeni bir neşeye alışıp onu unutmamdan korkan ve bu yüzden kendini bana hatırlatmak isteyen bir his. Kendisiyle ilgilenilmeyince dikkat çekmek için abuk sabuk şeyler yapan bir çocuğunki gibi dizginlenmesi zor bir dürtü…
Başka şeyler düşünmeye çalıştım. Şu arabanın plakası komikti mesela. ZUR diye plakası olan biri, kim bilir ne ‘zurultulu’ geyiklere maruz kalıyordur! Uydurduğum zurultu kelimesi bir an için hoşuma gitmişti; komik bir zurultu hikâyesi uydurmayı denediysem de olmadı. Dedim ya, olduğu yere sığamayan bir şeyler vardı sanki göğüs kafesimin içinde ve ben aklımı onlardan alamıyordum bir türlü.
Şimdi böyle, vaktim var diye, enine uzununa anlattığıma bakmayın. Tüm bunları saniyeler içinde hissediyor ve çatlak bir borudan sızan suyu durdurmaya çalışır gibi sıkıca bastırıyordum ellerimle yüreğimin üstüne. Ben fark etmeden açılan küçük çatlak büyüyüp de engel olamayacağım bir patlağa dönüşmesin diye…
*****
Müziğin sesini de fazla açmamıştım o sabah. Kendi kendine çalıp duran, rastgele bir oynatma listesinden çok da ilgimi çekmeyen tınılar ilişiyordu kulağıma ara sıra. Trafik bir türlü açılmayıp da canım iyice sıkılmaya başlayınca müziğin sesini biraz yükselteyim bari, dedim. Bir tık yaptım, yok bu şarkıyı sevmem. Bir kez daha tıklayıverdim; yok bunu da istemem şimdi, falan filan derken karşıma uzun zamandır dinlemediğim, aslında bence güzel olan ama pek de düşkünü olmadığım bir şarkı çıkıverdi. Çok bilindik, eski bir Türk Sanat Müziği eserinin yeni nesil bir yorumlanışıydı [1] bu şarkı ve daha ilk notadan, sanki ilk kez duyuyormuşum gibi kendine çekiverdi beni…
İşte ne olduysa o anda oldu. Daha fazla direnemedim. Alıştığımı sandığım yeni şeylerin zihnimin zorlama bir oyunu olduğunu kabul edişim ile ellerimi, üzerine sıkıca bastırdığım yüreğimden çekişim eş zamanlı oldu. Sabahtan beri yüreğimin kıyılarına dalga dalga vuran ama yerlerinde tutmaya ve umursamamaya çalıştığım duygular oluk oluk akmaya başladılar. Neydi bu özgürce yayılırken sanki kendini yeniden var eden, hep varmış gibi çok derinlerden gelen ama ilk kez yaşanıyormuş gibi tazecik, hevesli ve beni kendine çeken davetkâr güç?
Hatıralarımdı onlar. Kalbimde, avuçlarımda, kucağımda ve sol omzumda kutsal emanetlerim gibi sonsuza dek taşıyacağım hatıralarım…
*****
Nedir hatıra dediğimiz şey? Yaşanmışlıklarımızın belleğimizde kalan izleri midir sadece? Sinir sistemlerimizin psikolojik bir oyunu mudur bize yahut er ya da geç unutulmaya mahkûm olan olmuş bitmişler midir sadece? Hatıralarımız değil midir bizi biz yapan şeyler? Geçmişimiz değil midir geleceğimizi var eden? Yaşadıklarımız değil midir yaşayabileceklerimizin teminatı? Et ve tırnak gibiyizdir hatıralarımızla. Zihinsel, duygusal ve fiziksel belleğimizde an be an birikirken ömürlerimizi birlikte geçirdiğimiz yol arkadaşlarımızdır onlar.
Söz konusu şarkı birkaç gün boyunca bir hayalet gibi takip etti durdu beni. İnsanın diline takılan bir şarkının hayaletten ne farkı vardır ki; nereye gitsem şarkı da oradaydı! Sabah gözümü açtığımda aklımdaydı. Gün boyu ne yapsam ne etsem dilimdeydi. Peşimi bırakmıyor, kendini bana iradem dışı söylettiriyor, kendimle baş başa kaldığım anları ise hiç kaçırmıyor, nakaratının sözleriyle hüzünlendiriyordu beni.
Şarkı, unutulmak istemeyen hatıralarıma bir kez daha can vermiş, yaşanırlarken hissettiğim tüm duyguları yeniden yaşatmıştı bana. Birkaç gün sonra zihnimden yavaş yavaş silinmeye başlayınca sordum kendime, “Hatıralarımı canlandıran bu şarkıyı dünyaya hatıra olarak bırakan kişiler (söz yazarı ve/veya bestecisi) kimdiler acaba?” diye ve araştırmaya başladım. İşte olan bir kez daha oldu ve kendimi beklenmedik bir başka hikâyenin[2] daha içinde buluverdim. “Vay be! Demek ki boşuna hayalet şarkı dememişim işte!” diye kendimi şakayla karışık haklı çıkarırken hikâyenin detaylarına çoktan dalıvermiştim bile.
*****
Düşünün hele… 1960’lı yılların başında Ankara’da bir gece… Bilmiyoruz ya; diyelim ki ön cephesinde küçük bir bahçesi bulunan üç katlı bir Ankara apartmanının bir dairesinde parapsikoloji meraklısı bir grup insan toplanmış ve birazdan bir ruh celsesi düzenleyecekler. O akşam, o evde müzik ve edebiyat tarihimizin önemli iki ismi de yer alacaklar ve ruh çağırma seansı olarak da adlandırabileceğimiz bu celse, altmış sene kadar sonra bir kış sabahı vakti karşıma çıkıp günlerce peşimi bırakmayan şarkının tamamlandığı bir şair-besteci iş birliğine dönüşecek! Nasıl mı!?
Türk Sanat Müziği’nin gelmiş geçmiş en büyük bestekârlarından biri olarak kabul edilen Erol Sayan Bey[3], Ankara’da bankacı olarak çalışan ve aynı zamanda yaptığı bestelerle dikkat çekmeye başlamış, ruh çağırma konusuyla da ilgilenen genç bir müzisyendir. Yakın bir gelecekte ülkede dinleyen hemen herkesin beğenisini kazanacak olan yeni eserini ise birkaç dizeden oluşan kısa bir şiiri besteleyerek yapmıştır. Ancak şiirin sözleri bir şarkı için yeterli uzunluğa sahip değildir; bestesi yarım kalmıştır.
Rivayet o ya; işte o akşamki ruh celsesinde yapılan ruh davetine, söz konusu şiirin 1949 yılında vefat etmiş olan şairi Enis Behiç Koryürek’in[3] ruhu icabet eder. Yarım kalmış bestesini tamamlamak için karşısına sıra dışı bir fırsat çıkan genç bestekâr, şairin ruhundan şiire yeni bir kıta daha yazmasını ister. Erol Bey’in bu ricası Koryürek’in ruhu tarafından kabul edilir ve şarkıyı tamamına erdiren yeni dizeler şu şekilde aktarılır ortama:
“Ömrüm sensiz geçse de aşkın gönlümde kalsın…
Gülen gözlerin bin bir teselli ile baksın…
Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses…
Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın…”
Sayan’ın bestelediği şiir, Koryürek’in Hatıra isimli şiiridir. “Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar…” deyince hemen herkesin hatırlayacağı o meşhur şarkının sözleri… Güçlü duygularla yazılmış oldukça sade, okuyana kolayca ulaşan bir dili vardır bu şiirin. Ancak dizelerin derinine inince, şairin büyük bir iddiasıyla karşılaşırız. Koryürek, gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes imgeleriyle betimlediği aşkının hatırasını dünya zamanının gelip geçiciliğiyle mukayese ederek, hatırasının zamanı dahi yenecek kadar güçlü olduğunu söylemektedir çünkü.
Böyle bir şey mümkün olabilir mi sizce? Zamanı dahi yenecek, hiç ölmeyecek bir hatıraya sahip olabilir mi insan? Olsa bile, kanıtlamak mümkün müdür ki böyle bir şeyi?
*****
Duygularımızı içlerinden çekip alabilseydik yaşanmışlıklarımız hatıra olmazlardı; olmuş bitmiş ve hatırlanmaya gerek olmayan şeyler olurlardı kuşkusuz. Duygularımızdır yaşanmışlıklarımızın belleklerimizde hatıra olarak yer almasını sağlayan. Bazı hatıralarımızın barındırdığı duygular zaman içinde biz değiştikçe değişir; başka anlamlar yükleriz yaşadıklarımıza çünkü. Oysa öyle hatıralarımız vardır ki üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin her hatırlanışta ilk günkü duygularla gelirler bize. O sabah bana da olduğu gibi, geçmişin bir süreliğine şimdi olduğu hissine kapıldığımız bir zaman kayması yaşar gibi oluruz. Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın[4] o muhteşem dizelerinde “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında… Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında…” şeklinde dile getirdiği gibi tam da…
İşte o hatıralarımızdır ki onlar yaşama gücümüzün gizli kaynağıdırlar. Ebedi ümitlerimizi ve inançlarımızı da taşırlar içlerinde çünkü. Bırakın onlara tutunmaktan vazgeçmeyi, vazgeçmeyi düşününce bile geriye kalacak olan, yerine ne koyacağımızı bilemediğimiz dipsiz boşluğa dayanma gücüne sahip olmayan aciz yanımızla karşılaşırız içimizde. Düşünecek başka şeyler bulur, oyalarız belki kendimizi bir süre… Biriktirdiğimiz yeni hatıraların hiçbirinin o en kıymetli hatıramızın yerini alamayacağı gerçeğini görmemeye çalışarak yeni düzene alıştığımıza inandırırız kendimizi hatta… Sonra bir gün bir yerden tanıdık bir koku geliverir bir rüzgârla, bir görüntü düşüverir birdenbire ekranımıza ya da bir şarkı ilişiverir kulağımıza… Direnemeyiz daha fazla… Gerçeklerimiz dökülüverir ortaya…
Acaba en unutulmaz hatıramız, içinde en büyük gerçeğimizi de mi saklamaktadır; ne dersiniz? Tam şu anda, hiç unutmak istemediğiniz o en değerli hatıranızı -bir aşkın hatırası olduğundan eminim- saklı durduğu yerden çıkarıp bir kez daha yâd ederek yaşatsanız onu… Ve siz hep varmış gibi tanıdık ama ilk kez yaşanıyormuş gibi taptaze duygular içinde yüzerken sorsam size, “Neden vazgeçemiyorsunuz bu hatıranızdan?” diye… Ne derdiniz acaba?
Kim, ne derse haklıdır bence… Boş romantiklik, deyip duygularına kapılmak istemeyen de haklıdır, -eğer hâlâ kaldıysa- nemlenen gözlerini kenarı oyalı mendiliyle silen de… Hatıralarını albümlere, lavanta kokulu sandıklara saklayanlar da haklıdır, en karanlık dehlizlere gömenler, üstüne en kalın perdeleri çekenler de… Ömrü, âşık olduğu kadından ayrı geçse de aşkının hep kalbinde kalmasını dileyen ve şiiriyle zamana meydan okuyan Koryürek de haklıdır, bir gece vakti bu satırları yazarken yakın bir geçmişe dalıp giden buğulu gözleriyle, “Biz nasıl hatıralarımıza tutunuyorsak, hatıralarımız da bize tutunuyorlar galiba yok olup gitmemek için… Asla ölmek istemeyen bir parçamız[5] gibi… Ya da yanı başımızda dolaşıp duran bir hayalet gibi…” diye düşüncelere dalan yazar da…
İnsanız çünkü…
*****
Yazının başına dönecek olursak; bu hikâyenin, o sabah sıkışıp kaldığım Ankara-Eskişehir Karayolu’nun Kızılay istikametinde, gözyaşlarımı güneş gözlüklerimin arkasına saklamaya çalıştığım oldukça özel (ve biraz da zurultulu) kısmını anlatmam mümkün değil. Sadece şu kadarını söyleyebilirim ki benim biricik hatıram da ezelden ebede kadar haklıdır sevgili okuyucu… Kutsal emanetimdir o benim… “Günler, haftalar, aylar, mevsimler ve yıllar geçip gitse de zaman sanki bir rüzgâr ve bir su gibi aksa da gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes gibi” sonsuza dek sol yanımda yaşayacak olan vazgeçilmezimdir…
Ve işte bu yazı, sadece ve sadece bu nedenle yazılmıştır.
- [1] Erol Sayan’ın o güzelim şarkısına İncesaz’ın yorumu bambaşka bir güzellik daha katmış:
- [2] Saçma mı, tuhaf mı? Hurafe mi, gerçek mi? Ya da neye yorulacağı bilinemeyen, bilinmesine de gerek olmayan sadece güzel bir hatıra mıdır bu hikâye? Ruh diye bir şey var mıdır, varsa çağırılırsa gelir mi, gelirse şiir yazdırabilir mi bilemem; ben anlatanın yani Murat Bardakçı’nın yalancısıyım. Sansasyonel yanı ağır olan bu hikâyenin benim anlatımı gölgelemesini de istemem açıkçası. Ancak, “Hatıra nedir?” şeklindeki soruma cevap ararken en güzel cevaplardan birinin, Koryürek’in dizelerinde yer aldığını ve Koryürek ile duygudaş olduğumuzu görünce, eksantrik ve paranormal olarak da tanımlanabilecek bu olayı da yazıma dahil etmek istedim. Bardakçı’nın köşe yazısını buradan okuyabilirsiniz:
- [3] Erol Sayan ve Enis Behiç Koryürek’in ruhlarına selam olsun. Yeryüzüne ve duygu dünyamıza hatıra olarak bıraktıkları eserleriyle hatırama ve yazıma eşlik ettikleri için kendi adıma ne kadar teşekkür etsem az gelecektir.
- [4] Türk edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da yazıma dâhil etmek gibi bir düşüncem yoktu. Ama şiir böyle bir şey işte…Bir de baktım ki kendiliğinden sızıp yerleşivermiş cümlelerimin arasına. Ben, “Nasıl anlatsam?” diye aranırken “İşte böyle!” der gibi. Büyük yazar ve şairin ruhu şad olsun.
- [5] Bu şarkı ise geride bıraktığımız yaz mevsiminde, güneşin Karadeniz ufkunda batışını seyre daldığım bir akşam üstü, kağıdımı kalemimi çıkarıp okuduğunuz yazıyı yazmaya başlamama esin olan şarkıdır. Hangimizin yüreği sadece bir hatıra olarak kalmaya razı gelebilir ki… Öyle değil mi?
- Hatıralar - 1 Ekim 2024
- Doğruluk mu? Cesaret mi? – Elif Demirbaş Topçu - 2 Haziran 2024
- Onsuz da Olmay… - 4 Aralık 2023