“Usta” Olmak

En az bin yıl önce Çin’de yaşayan bir marangoz ustası varmış ve onun elinden çıkan her parça insanları adeta büyülermiş. Sanatına hayran olan birileri merak edip marangoza,“Bunları nasıl yapıyorsun?” diye sormuşlar.

“Ben özel bir çaba göstermiyorum, sadece ormana gidiyorum ve ağaçlara, ‘Sandalye olmak isteyen bir ağaç arıyorum, gönüllü olmak isteyen var mı?’ diye sesleniyorum. Yalnızca gönüllü olmak da değil, benimle işbirliği yapmaya hazır olup olmadıklarını soruyorum. Bazen hiçbir ağaç dönüşmeye hazır olmuyor ve ben elim boş dönüyorum”demiş usta.

Günlerden bir gün, Çin İmparatoru, ondan bir kütüphane yapmasını istemiş. Usta, ormana gitmiş ve üç gün sonra döndüğünde, “Bekleyeceğiz, hiçbir ağaç saraya gelmeye hazır değil” diyerek oradan ayrılmış. Üç ay sonra imparator tekrar sorduğunda usta, “Sürekli ormana gidip geliyorum. Bir ağaç ikna olmaya başladı” diye yanıtlamış.

Ormana gide gele kütüphaneye yetecek kadar ağacı ikna etmeyi başaran usta, imparatora yaptığı olağanüstü güzellikteki kütüphaneyi saraya getirdiğinde ona hayranlıklara bakanlara, “İşin tüm inceliği burada, ağaç kendi isteğiyle geldiği zaman benimle uyum içinde olabiliyor ve işte o zaman birlikte yaratmaya başlıyoruz” demiş mütevazı bir tavırla. Ve eklemiş, “İnsan sevgi doluysa doğadaki tüm varlıkların bir kişiliği olduğunu bilir, onları anlamaya, onlarla işbirliği yapmaya gayret eder”.

Mademki bu yazıya bir usta ile başladım, bir başka usta ile devam edeyim. Sıtkı Usta’yı -Sıtkı Olçar- bilenleriniz vardır. 2010 yılında kaybettiğimiz bu değerli insan günümüzün en iyi çini ustalarından biriydi. Ünü, Türkiye’yi aşıp dünyaya yayılmış, yurtiçi ve yurtdışında açtığı sergiler ona pek çok ülkeden bir dolu hayran kazandırmıştı. Sıtkı Usta, özellikle mavi ve türkuvaz renklerinin hakim olduğu kedi ve kuşlarıyla bilinirdi. Sonradan taklitleri çıkmasına karşın onun yaptığı kediler ve kuşlar hemen ayırt edilirdi, çünkü stilize edilmiş formları, gövdelerini bezeyen Klasik Osmanlı çağının çiçekleri ve pulları ile naif, çocuksu ve sıcak bir espri gücüne sahiptiler. Usta, onlara bir ruh katmış, hayat vermişti sanki.

Ben, Sıtkı Usta’yı seneler önce tanıdım. Bir kitap yazmıştım ve bölüm aralarına kitabın konusuna uyan çizimler koymak istemiştim. Sergilerinden tanıdığım ve hayran olduğum Usta’nın, adını bile duymadığı birine bu tarz çizimler yapmayı kabul edeceğini çok uzak bir ihtimal olarak görmeme karşın, onu Kütahya’daki atölyesinden aradım. Bir sergi için hazırlık yaptığını ve çok yoğun olduğunu söyleyerek yine de kitabın taslağını yollamamı istedi benden. Umuda kapılmadan yolladım. Yaklaşık yirmi gün sonra Sıtkı Usta beni aradı ve ertesi gün İstanbul’a geleceğini söyleyerek Yıldız Sarayı’ndaki sergisine davet etti. Soğuk bir kış günü, öğle vakti sergiye gittim. Kendisini daha önce hiç görmediğimden, bir görevli bulup sormak için çevreme bakınmaya başladım. Derken, gözüm orta yaşlı birine takıldı. Hiç de öyle sergi sahibi gibi bir havası yoktu; üzerinde kabanıyla bir köşede duruyordu. Bir an göz göze geldik ve kısa bir tereddütten sonra birbirimize doğru yürümeye başladık. Karşı karşıya durduğumuzda Usta bana, “Sen Kiraz’sın değil mi?” diye sordu, başımı salladım. Kırk yıllık dostmuşuz gibi sarıldık. Nasıl bir sıcaklık, nasıl bir yakınlık, sözcüklere sığmaz! Beni alıp bir köşeye götürdü ve siyah bir çantayı açarak içinden beyaz kartonlara çizdiği kara kalem resimleri çıkardı. Elim, ayağım kesildi sanki; sevinç ve minnet duygularıyla doldu, taştı içim. Onca yoğunluğuna rağmen nasıl çizebildiğini sorduğumda,“Bu kitapta içimi ısıtan bir şeyler buldum ve çizmeden edemedim, çünkü işin içinde deniz, balıklar, kuşlar ve çiçekler vardı” dedi. O günden sonra Usta, hayatımdaki en değerli dostlarımdan biri haline geldi.

.

Usta’nın ölümünden birkaç ay önce Kütahya’da üniversitede okuyan bir genç kızla tanışmış, Sıtkı Usta’yı tanıyıp tanımadığını sormuştum ona. Kız, gözleri parlayarak “Hiç tanımaz mıyım, o Kütahya’nın evliyası gibidir” diye yanıtlamış ve devam etmişti: “Kütahya’daki işsiz ailelere seramiklerini götürür, işin inceliklerini anlatarak boyamaları için o seramikleri bırakır. Sonra da karşılığında para ödeyerek onları geri alır. Dahası, her yıl en az iki-üç kere fakir fukarayı doyurur. Kütahya’ya birkaç kilometre uzaklıktaki bir köyde atölyesi vardır. Yol yapılmasına bile izin vermez. Doğayla bütünleşmiş biçimde yaşar, gölde balık tutan balıkçıların haklarını savunur, öğrencileri ağırlar, insanlara bir şeyler öğretmeye çalışır”.

Kızın anlattıklarından o kadar duygulanmıştım ki hemen o gece Usta’yı aramıştım. “E, n’apalım, biz Köroğlu masallarıyla büyüdük” demişti.

İznik ve Kütahya’nın 16. yüzyıldan beri uygulanmayan mercan kırmızısını ve Selçuklu devrinin ünlü firuze renkli sırını yeniden seramiğe kazandıran Sıtkı Usta’nın bu renkleri kök boyalarla elde ettiğini biliyorum. Ve o kök boyaları sağlayacağı bitkileri aramak için dağ, taş, dere, tepe dolaşıp medeniyetin ulaşmadığı yerlerde günlerini geçirdiğini de… Çinli marangozun ağaçlarla konuştuğu gibi onun da bitkilerle konuşmuş olduğundan ve doğayla işbirliği yaptığından ise hiç kuşkum yok. O kediler, kuşlar ve yarattığı diğer seramikler parıldayan renkleri ve yaydıkları enerjilerle bunu kanıtlıyorlar zaten. Işıklar içinde ol Ustam.

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)