Tiranlar yasaların dilinden konuşur…

“Tiranlar asla anarşi ortamında doğmazlar, onların yalnızca yasaların gölgesindeyken yükselişe geçtiklerini ve de yetkiyi yasalardan aldıklarını görürsünüz.
Oysa yasanın adaletsizliklerini hiçbir şey durduramaz, hiçbir şey engelleyemez. Tiran yasaların dilinden konuşur ve başka bir dili yoktur. Tiranlar, yasaların gölgesine ihtiyaç duyar. Yasa ise ancak kurum şeklindeki anarşi yoluyla aşılabilir. Ve anarşinin de ancak iki yasa arasında kurulabilmesi, neredeyse sıfıra indirgenmiş bu kısa tanrısal momentin, anarşinin doğasının, bütün yasalarla arasında bir doğa farkının belirtisi olmasını engellemez.
Yasaların sürdüğü hüküm yozlaşmıştır.
İleri sürdüğüm tezin en büyük kanıtı; yönetimin, ‘inşasını yeniden gerçekleştirmek istediğinde’, bizzat anarşiye dalmak zorunda olmasıdır. Yasalar, onu altüst eden ve iktidarını olumsuzlayan bir ilke içinde olmadıkça aşılamaz.” der Gilles Deleuze, ‘Sacher- Masoch’un Takdimi’nde.

Deleuze’e göre bedenler ve olaylar her zaman ‘şimdiki an’ın içinde var olurlar.
Bu nedenle her eylemin sonsuz oluşun bir parçası olduğunu varsayarak, bir tür ‘oluş felsefesi’ geliştirmiştir. Kendi özgün felsefesini oluştururken; Spinoza, Kant, Nietzsche, Bergson ve Leibniz hakkında monograflar yayımlar.
Bu önemli filozofların geleneksel felsefe tarihi içindeki konumlarına ve yorumlama biçimlerine oldukça radikal eleştiriler getirmekten kaçınmaz. Çalışmalarını edebiyat, matematik, psikoloji ve doğa bilimleri arasında konumlanan yatay ve çapraz geçişlerle ele alarak, yepyeni bir düşünce tarzının önünü açar.

Hiçbir kavram tek bir öğeden oluşmaz, her kavram kendi içinde bir karmaşadır ve çokluk gösterir. Kavramların her biri birbirinden bağımsız ve farklıdır. Fakat bazen de birbirleriyle temas halinde olurlar, ya da birbirleriyle çatışabilirler. Bu farklılıklar sayesinde zaten kişi kendi tekilliğini yaratabilir.

20. yüzyılın büyük dehalarından biri olan Gilles Deleuze, ‘tüm zamanların en önemli felsefecisi’ sayılan Spinoza’yı ‘Felsefenin Tanrısı’ ilan eder.
“Spinoza’nın hayatı ve eserleri felsefeler arasında bir felsefe değil; felsefe adı verilen kavramın ta kendisidir.” der.
Spinoza’cılığı, ‘akıl ile duygular dünyası arasındaki uzlaşmanın doruk noktası’ ilan eder.
(Spinoza felsefesini anlatan ‘Spinoza Üzerine Onbir Ders’ isimli kitabı hem bu ilanı içeren, hem de kendisinin Spinoza hakkında üç yıl boyunca verdiği derslerden derlediği önemli bir kaynaktır.)

GILLES DELEUZE (1925–1995)

Kant akılcılığı ile ‘kuramsal donukluk’ anlamına gelen Hegel’ciliği reddeden, Anti-Hegel’cilik felsefesini oluşturmuştur, Deleuze.
(Zamanın bir ‘sarmal’ olarak ele alındığı ve ‘tarihe Tanrısal akım egemendir’ fikrini benismsetme unsuru taşıyan Hegel’cilik karşıtlarından biri de bizzat benim. Hegel felsefesinin aksine; tarihin ve zamanın bir sarmaldan çok; dairesel devinimlerle sürekli kendini tekrarladığı tezini savunuyorum. Ve zaten süregelen tarih, bu tezin gerçekliğini bize çağlarboyu ispatlamakta.)

Hegel’in kaba ve bağnaz felsefesini, Spinoza felsefesinin muzzam zerafetini olumlayarak alt eder. Spinoza’dan aldığı esinle; ‘olumsuzlama eleştirisinde gizli duran bir bağlantı’ şeklinde adlandırdığı düşünceyi ortaya çıkartır.
Nefret edilen ‘içerisi’, güçler ile onların ilişkilerinin ‘dışardalığı’ ve bu keşfe yol gösteren temel çizgi derin ve tutarlı bir karşı-Hegel’cilik anlayışıdır. Ayrıca Hegel’in ‘birlik’ ve ‘çokluk’ kavramlarının belirsizliğini de ortaya koymaktadır.

Spinoza’ya göre; insanoğlu ‘bilinçli ve akıl sahibi bir varlık’ olarak, elbette ki nesnelerden üstündür.
Ve zaten ‘üstün’ olduğu için de; en düşkün, en acınası, en zavallı varlıktır.
Ayrıcalıklı olduğunu sandığı yaşam alanları hiç de öyle mutluluk şansı sunuyor değildir insanoğluna. Çünkü insan, gerçekten de korkunç bir döngünün içinde yaşamaktadır. Fikirleri vardır ve bu fikirler zorunlu olarak bazı duygu hallerini belirler.
Hayat, sadece mutluluk ve mutsuzluktan ibarettir.

Spinoza bu gibi duygu hallerini ‘Fluctuatio Animi’ (ruhun dalgalanışları) terimiyle ifade eder.
Bu duygu halleri, asla kurtulunamayacak olan mutluluk ve mutsuzluk anlarının dışavurumudur sadece. Fikirler tarafından yönetilerek, devamlı birbirini takip ederler…
Fakat her duygulanış hali, mutlaka bir fikre sahip olunması gerektiğini varsayar.
Örneğin; sevmek için sevilecek bir fikre, bir imgeye, bir kavrama sahip olunması gerektiği gerçeğini hatırlatır.
Aynı şekilde, nefret etmek için de bir fikir, bir imge ya da kavram olması gerekmektedir.
İnsan, çoğunluk olarak en kolaycı umudun peşine düşebilir ya da en baskıcı kavramlara sarılabilir. ‘Din’ başta olmak üzere; ‘boyun eğmek’ temeline dayalı sistemler, donanımlar, inançlar, inanışlar yatatabilir. Ki; zaten boyun eğmişlik kültürü üzerine kurulu olan günümüz dünyası da Spinoza’nın felsefesini doğrulamaktadır.
“Her peygamber kendi halkını yaratır.” söylemiyle Spinoza, özellikle de bugünkü dünya halklarının ve özellikle Ortadoğu’nun siyasal sürecini de özetlemektedir, yüzyıllar öncesinden…

Hegel’e göre özgür olmak, ahlaklı yurttaş olmakla özdeşken; Hegel’ci felsefe insanı seküler bir varlık olarak tanımlayıp, nihai amacının da ‘tek olana kulluk etmek’ olması gerektiğini savunuyorken, Spinoza ısrarla sormaktadır;
“Tanrı ne işe yarar?”
Spinoza’ felsefesi Tanrının merkezde olduğu ‘göksel’ anlayışı reddederken, insanın merkezde olduğu ‘yersel’ düşünce biçimini de de reddetmektedir. Tanrının da insanın da merkezde olmadığı, merkezsiz ya da çok merkezli bir düşünce sistemi ve yaşam biçimini olumlamaktadır.

Deleuze Tanrı paradoksunu; “Kederli ruhların desteklenmek ve propagandasını yapmak için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi; despotun da amacına ulaşmak için, ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır” sözcükleriyle tarif eder.
Karşı-Hegel’ci olan Deleuze, Hegel’ci kaba düşünceyi çürütmek için; matematikten fiziğe, biyolojiden nörolojiye, edebiyattan felsefeye kadar her çeşit bilimden yararlanmıştır. Spinoza’dan çokça etkilenmiş ve belki de bu etkileşim sayesinde kendi özgün felsefesini derinleştirebilmiş olan ender filozoflardandır.
Deleuze’cu düşüncede, yanılgı ve deneyimlere yönelik çeşitli algılamaların çoğu kez akılcılığı onaylamaktan başka bir şey ifade etmediği tezi savunulur.
Düşünmek, dünyayla birebir ilişki içerisinde olarak, fakat bir uyumsuzluk sonucunda bir zorunluluk hali olarak ortaya çıkar. Ona göre ileştişim vardır, hatta o kadar vardır ki; iletişimi imkânsız kılacak kadar vardır. Bu sebeple de yaratıcılık yok olmuştur. İttifaklar gelişir ve mevcut olana direnilmez. Buna paralel olarak da kapitalist sistemin, ‘Oedipus kompleksi üzerine kurulu’ olduğunu iddia eder.
Oluş’un birine benzemek olmadığının, tam tersine, ‘bir başkasına benzemeyi olanaksız kılan hareket’ olması gerektiğinin altını çizer. Ona göre kapitalizm hasta bir toplum üretmekle kalmayıp, bu hastalığı sanat alanlarında popülerleştirerek, kitlelere pazarlamaktadır.
Kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerini içselleştiren birey kişilik bölünmesi yaşayarak, kitlesel halüsünasyonların kurbanı haline gelmektedir. (Deleuze felsefesini daha yakından tanımak için, Guattari ile birlikte yazdıkları ‘Kapitalizm ve Şizofreni – Anti-Oedipus’ adlı çok önemli kuramlara yer verilen kitap da okunabilir.)
Ve gerçekten öyledir de… Kapitalizmin, insanlığın içini tamamen boşaltmış olduğu gerçektir. İnsan, sürekli oluş halinde etkilenen, bütünlükten yoksun, çelişkilerle debelenen, olayların peşinden sürüklenen, sorgulamayan ve sorgulamadan kabul eden bir varlık haline getirilmiştir. İnsan artık ‘tarih yapan özne’ olmaktan da çıkmış, tarihi yapanların verdiği rolü oynayan bir kimlik haline gelmiştir. İnsan için tarih, artık sadece bir nostaljiden ibarettir. İnsanoğlu kendine bile yabancılaşmış, tarihi ise salt nostalji olarak yorumlamak durumunda bırakılmış edilgen bir mahluğa dönüştürülmüştür.
Bilgi ve ideolojinin, iktidarlar tarafından sömürüldüğü, insanoğlunun bu karmaşa içinde savrulup hiçleştiği yadsınamaz bir gerçektir. Her şeyin tüketim üzerine kurulu olması; daha çok satan meta ile daha çok tartışılan, daha çok tepki gösterilen kavramların eşdeğer hale getirilmiş olduğu Kapitalist sistemin yanıltıcı konforu insanoğluna enjekte edilmiştir çünkü. Bir düşüncenin doğru olup olmaması da önemini yitirmiştir artık birey için. Bir düşüncenin, ideolojinin ya da ürünün kabul edilip iyi pazarlanması, iyi satması yeterlidir artık.
Piyasa gereksinimine göre sisteme uyumlu ‘pragmatik bilgi’ ve ‘pratik beceri’ile donatılmış ‘Yeni İnsan’ modeli yaratılmıştır. Bilim anlayışı bir iddiayı ortaya atana “Kanıtın nedir?” diye sorup sorgularken, kapitalist sistemin içi boşaltılmış bilim anlayışı;”Piyasa ederin nedir?” diye soran bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cehaletinin kınanmadığı, yadsınmadığı, aksine; piyasa ederi yüksek olan bu ‘uyumlu yeni insan’ tipi, maalesef ‘Aydın’ kimliğinin sonunun geldiğinin de ilanı niteliğindedir.

“Yerleşiklerin mekânı duvarlarla, çitlerle, çitler arasındaki yollarla çevrilidir, mekânı pürtüklüdür. Hâlbuki göçebenin mekânı yalnızca çizgilerle işaretlenmiş, kaygan zeminlerdir.”
Bu cümle, Deleuze’un geleneksel felsefeye dair (Spinoza’vari) ‘köksüz’ ve ‘merkezsiz’ düşüncelerini de anlatan tanımlarından biridir. Yersiz yurtsuzlaşma, merkezi siyasal yönetimler tarafından belirlenen yaşam alanlarından bağımsız kılabiliyor kişiyi. Yersiz yurtsuzların yaşam tarzları hiç kimse tarafından ele geçirilememekte, değiştirilememektedir.
Ve Deleuze merkezsiz-yersiz yurtsuzların kendilerini tehdit altında hissettikleri anda hemen başka bir yere doğru akış göstererek, ele geçirilemeyecek değişken zeminlerden kendilerini başarıyla soyutlayabildiklerini savunmaktadır.

1996 yılında, evinin dördüncü kattaki odasının camından atlayarak intihar eder.
Onun intiharı, ‘içinde bulunduğu duruma isyan etme’ niteliği taşımaktadır. Hasta yatağından zorlukla doğrulup, ruhunda ve bedeninde kalan son gücü kullanarak camdan atlamış ve böylelikle hayatına son vermeyi başarabilmiştir. Oysa ailesi, yakınları ve arkadaşları, bir alt kattaki salonda, olacaklardan habersizce oturmakta, kendi aralarında sohbet etmektedirler.
Deleuze’un o yersiz, yurtsuz, özgür göçebe ruhu da bedeni de ele geçirilememiştir.
İntiharı, ‘akıl ve duygular arasındaki uzlaşma sonucu’ alınmış bir kararın sonucudur.

“Bir insana âşık olmak; onu kalabalığın içinde çekip çıkartmak, çokluğun içinde ‘tek’ kılmak ve sonra aynı hızla, o teklik içindeki çokluluğu keşfetmektir.”

Zarif bir üslupla; bir insana âşık olmanın, onu kalabalıklar arasında fark edip, eşsiz kılmak ve sonra o kişinin içindeki her duyguyu, ona ait her şeyi keşfetmek anlamını taşıdığını anlatmaya çalışmıştır Gilles Deleuze.
(Bu duyguyu yaşayabilmek için de kalabalıklar arasında o kişiye rastlamamız gerekir öncelikle. Rastladığımızda, o bizim için ‘tek’ olacaktır zaten. Duyguyu aynı şiddetle yaşadığımız süre içinde de, o kişinin içindeki tüm çokluluk hallerini keşfedeceğizdir. Keşfettiklerimiz bizi o kişiye daha fazla bağlayabileceği gibi, hayal kırıklığına da düşürebilir. Aşk, sevgiyi imal edememişken henüz, keşfettiklerimizden dolayı bitebilir de ilişkimiz. Aşk biter, öyle bir anda. O, içindeki çokluluk hallerini keşfetmeden önce ‘tek’ kıldığımız kişinin, tekrar kalabalıklar arasına karışıp, ‘herhangi biri’ olarak silinip gitmesi de mümkündür. O ‘tek’ kıldığımız kişi, aynı hızla bir ‘hiç’ de olabilir, içindeki çokluluk hallerini keşfettiğimizde.)

Deleuze’cu felsefeye göre, insan, başı ve sonu belirsiz düzlemlerde ve daima hareket ederek devam eder yaşamaya.
“Modern gerçeklik artık bu dünyada bir inancımızın olmadığını gösterir. Başımıza gelen aşk, ölüm gibi olaylara, bizi yarı yarıya ilgilendirirmişçesine inanmıyoruz bile. Sinemayı yapan bizler değiliz; bize, kötü bir filmmiş gibi bakan, dünya aslında.”
Bu düşücelerinde de haklıdır Deleuze… Başına gelen duygulanımların farkına varmadan yaşıyor gibidir artık insanoğlu. En üzücü tarafı ise; kimliksiz, tarihsiz, kişiliksiz bırakılan insanoğlunun ‘kendi canı yanmadıkça’ duygularının bile farkına varmaktan aciz olduğu gerçeğidir.

Geleneksel felsefenin akademik koordinatlardan çıkıp, sıradan insanların hayatına girebilmesi, Deleuze’un arzuladığı bir durumdur. Herkesçe anlaşılabilir olmayı arzuladığından ötürü; akademik terminolojiden uzak, sade, yalın, net, anlaşılır bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Felsefenin, sadece felsefeciler arasında konuşulup tartışılmasını yetersiz bulmaktadır. Felsefe sıradan insanların da hayatına akmalı, hayatın taa içinde can bulmalıdır. Ona göre; felsefeyi yarım yamalak da olsa anlayabilen herhangi bir insan, çok önemli bir felsefeciden çok daha önemlidir. Deleuze felsefesini anlayan sıradan herhangi bir kişi; kendisi, kendi hayatı, yaşam ve dünya hakkında da pek çok şey öğrenebilir çünkü.
Ölümsüzlük bir ölümlü için olmayan bir şeydir. Ölümsüzlük ölümden arındırılmış yaşamdır. Gelinen noktada kapitalizm insanlara ölümsüz yaşam vaad etmektedir.

Matematiksel adı ‘sonsuzluk’ olan ölümsüzlük, ölülüğün bittiği yerde, yani ölünen noktada başlar. Sonsuzluk kavramının başı sonu belli olmayan bir süreçten ziyade; başı sonu olmayan bir durumu akılda tutarsak diyebiliriz ki; ölümsüzlük, ancak sonsuz boyuttaki bir çelişkinin dünyamıza yansımasıyla mümkün olabilir.
Sonsuzluk veya ölümsüzlük birer süreç olmaktan ziyade, birer durumdur.
Çünkü süreçler başı sonu belli olan durumlarken, durumlar durağan ve zamandışı olgulardır.
Zamandan ve uzamdan bağımsız varoluşsal durum olan ölümsüzlük, felsefe tarihi boyunca ölümlü insan bilincinin tamamen dışında konumlanmış bir ‘şey’ olarak düşünülmüştür.
Oysa ölümsüzlük insanı çevreleyen değil, aksine insanın çevrelediği bir boşluktur. Şu anda ölümsüzlüğü düşünmekte olduğumuza, fakat bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir dayanağımız olmadığına göre; demek ki, ölümsüzlüğün ‘düşüncemizin kendisini sürdürebilmek için kendi içinde yarattığı bir boşluk’ olduğunu kabul etmeliyiz.
Boşluklar, olmayan varlıkların yerini doldurduğuna göre diyebiliriz ki; düşünmek, ölüme ara vermek, yaşamda boşluklar yaratmaktır.

Ölümlü ne demektir?
Bir gün ölecek olan.
Peki ya ölümsüz ne demektir?
Artık ölmesi mümkün olmayan, zaten hâlihazırda ölmüş olan, bu vesileyle de ölümden arınmış olan.”

Nietzsche’yi çok güldürmüş olduğu bilinen; “Devlete ve polislerine kavram atmaktan geliyorum.” en sevdiğim sözlerinden bir tanesidir.
Ve yine Deleuze’e göre; insan olmanın utancından kurtulmak için, devrimci olmaktan başka da çare yoktur.

“Göçebe düşünceler; kayganlığı ve mutlak bir baş döndürücü etkiyi içinde barındırmakta ve bir tür mikro oyunlar icat etmekte diyebiliriz. Çocuk oluşlar, kuş oluşlar… Zamanın kıyısına yerleşmek ve orada aktif bir seyirci olmanın neşesiyle, kendi iç deneylerini yaşamak.
Aşksal olan her şeyden kendini sıyırıp, kendi içinde, dışarısıyla da esnek bağları olan çöller ve okyanuslar yaratmak. Tanrının ve insanın öldüğünü duyumsamak!”

Yersiz-yurtsuzluk, üstün bilinç ve kuşkusuz zihnimizdeki en büyük ayaklanmalardan biridir Gilles Deleuze.