Post-modernizmde kapitalizm etkisi

Jean-François Lyotard 1979 Yılında yazdığı ‘Post-modern Durum’ adlı kitabıyla post-modernizm tartışmasını düşünsel plana taşımış oldu. Kitabının en başında Post-modernizmin ‘en yüksek derecedeki gelişmiş toplumlarda günümüz kültürüne denk düştüğünü ifade eden Lyotard’ın öncelikle sorguladığı, bilimin meşruluğu ve bilginin günümüzdeki konumu idi.
Lyotard için ‘DESCARTES şüpheciliği’ ve ‘KANT akılcılığı’ pozitivizmin kanıtlanabilirliği üzerinde yükselen modern bilim geçerliliğini (meşruiyetini) siyasetin gücünden ve üniversitelerin otoritesinden almaktaydı.

Ona göre en geçerli bilginin kanıtlanabilir bilgi olduğunu söyleyen pozitivist yaklaşım, bilgiyi yalnızca bilimsel bilgiye indirgeyerek yeterlilik ve işlevsellik ölçütüne göre diğer bilgi türlerini değersiz ve önemsiz saymakta bir kenara fırlatıp atmaktaydı. Bu nedenle de bilimsel bilgi, bilginin bütünlüğünü temsil etmekten uzaktı ve kendi dışındaki bilgiyle rekabet ve çatışma halinde idi.
Aslında bilim ve bilimin meşruluk söylemini üstlenmiş olan felsefe, 19.yüzyıdan beri bir çıkmazın içindeydi.

Oysaki ’emek-üretim’ (değer) paradigmasına göre şekillenen sanayi toplumunun yerini, artık enformasyon paradigmasına göre şekillenen bilişim toplumu almıştı. Post-modernizme doğru evrilen toplumlarda teknolojik gelişmişliğin verdiği ivme özellikle bilgisayarların hegemonyası yeni bir mantık, dil ve önermeler sistemi de yaratmış, bu da bilginin doğası gereği bilgi kavramını ve bilginin konumunu değiştirmişti.

Post-modernizmin yeni bilgi formu informatik bilgi idi. Artık bilgi üreticileri ile tüketicileri arasındaki ilişki ekonomik değer yaratma formunda gerçekleşmekteydi. Bu bilgi türünde bilginin doğru olup olmaması kadar, etkin olup olmaması önemli sayılmaktaydı.
Post-modernizmin önemsediği bilgi, girdi çıktı dengesine göre oluşan, piyasa koşullarını gözeten, rekabete açık, değiş tokuşa dayalı bir meta bilgiydi.

Zenginliğin kaynağı orta-çağda GÜÇ, modern çağda SERMAYE iken, post-modern süreçte yeni zenginlik kaynağı İNFORMATİK BİLGİ idi.
Bu olgu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurumu daha da büyütmekle kalmayacak, ulus devletler artık toprak bütünlüğü için değil; enformasyonun denetimi için mücadele vereceklerdi.

Lyotard’a göre, devlet denetimindeki eğitim sistemlerinin modası da geçmekteydi. Bu nedenle, modern bilimin yapıldığı ve öğretildiği üniversitelerin otoritesi giderek sarsılmaktadır.
Üniversite eğitimi ulusu ve insanlığı aydınlatıp özgürleştirecek düşünce üretmekten bu amaçla yeni elitler yetiştirmekten çok, piyasa gereksinimlerine göre sisteme PRAGMATİK İNFORMATİK ve PRATİK beceri katan yeni insan tipi yaratmaktadır.

Bu yanı ile; ‘cehaletin kınanmadığı’ bu post-modern yaklaşım modern dönemin simgesi olan ‘aydın kimliğine de bir karşı tavır olarak değerlendirilmektedir.
Bir görüşe göre post-modernizm belki aydının ve aydınlanmanın sonunu ilan etmektedir.
Pozitivizme dayanan klasik bilim anlayışından başlayarak, çağdaş felsefenin önerdiği DOĞRULAMA ya da DOĞRUYA ULAŞMADA YANLIŞLARI AYIKLAMA yaklaşımlarının hepsinde ulaşılmak istenen sonuç; KANITLANABİLİR yani BİLİMSEL bilgidir.
Postmodernizm için önemli olan ise ETKİN olabilmektir.

Post-modernizm modern bilimin bilimsel yönteme dayalı kanıtlanabilirlik ölçütünün önüne piyasa koşullarına göre oluşan etkin bilgiyi koymaktadır. Modern bilim anlayışı “kanıtın ne?” diye sorarken post-modern bilim anlayışı kanıtının ‘piyasa etkinliği ve değeri nedir?’ diyen yeni bir arayıştır.

Klasik bilimde kanıt, gözlem ve deneye dayalı ve birincil olarak duyu organları ile elde edilir.Oysa duyumlar sınırlı ve yanıltıcıdır. Duyulardaki bu eksiklik teknoloji ile giderilebilir. Gelişen teknolojik aygıtlar daha çok kanıt yaratır. Kanıt çoğaldıkça daha çok bilgi ve para elde etmek olanaklıdır. Özetle; bu anlayışta para yoksa teknoloji, teknoloji yoksa kanıt ve bilgi de yoktur.
Post-modern yaklaşımda şirketlerin piyasaya yönelik ticari talepleri güçlü bütçeler ve teknolojik olanaklar ile finanse edilen AR-GE bölümlerinde tasarlanmakta, buralarda elde edilen veriler üniversiteler ile bağımsız araştırma grupları arasında paylaşılarak piyasa değeri yüksek ETKİN, META bilgiye ulaşılmak istenmektedir.

Lyotard’a göre “bilimsel bilgi bir söylem türüdür”. Teknolojik değişmeler bu söylem türü üzerinde etkilidir. 1950’den bu yana bilim ve teknolojiler dille ilgilenmek zorunda kalmışlardır. Fonoloji Linguistik teoriler, iletişim ve sibernetik problemler, bilgisayar yazılım dilleri, veri bankalarına ilişkin sorunlar bu ilginin sonucudur. Enformasyon sağlayıcı makinelerin etkisinin arttığı bu ortamda informatik bilginin dolaşımını başta medya olmak üzere İnternet gibi elektronik iletişim araçları almıştır. Bütün bu gelişmelerde ‘üst dil kavramını yaratmış piyasa koşullarını gözeten meta” üzerine kurulu dilsel değişmeye neden olmuştur. Bu olgu ile lisan bilmeyen insanın bile, akıllı makinelerin ortak dilini teknik kullanarak küreselleşmesi yolu açılmıştır. Bu yolla insana üst kimlik veren ulus dillerinin zayıflatılması amaçlanmıştır.

Dil düşünce diyalektiğinin kısa devre yapması demek olan bu süreç, düşüncenin de sonu olmaktadır.

Lyotard’ın önemle altını çizdiği nokta ise; dilin artık teknolojinin bir nesnesi olduğudur. Loytard’a göre dilin bu konumu bilgiyi de etkilemekte ve bilgi artık enformasyon parçacıklarına çevrilerek dildeki basitleşme ve sadeleştirmenin de önü açılabilmektedir.
Lyotard ın iletişim ideolojisi dediği bu yeni yaklaşımın temel amacı cümleleri kodlanan, deşifre edilen, gönderilen gruplara ayrılabilen mesajlar haline getirmek bu yolla dilde çok anlamlılığı ve boşlukları devre dışı bırakmaktır. Çok anlamlılığın törpülenip düzleştirilmesiyle elde edilen tekillik dildeki verimliliği sağlayarak, pazarda maksimum kar elde eme fırsatları yaratmaktadır.
Post-modernizm için gerçeğe ulaşmaktan çok retorik yolu ile tartışmayı sürdürmek tartışmanın taraflarının dışında yandaş bulmak ve bu yolla doğrudan çok etkin olana ulaşmak daha önemlidir. Tartışmalarda anlam berraklığından çok anlamlı olmayan anlam zenginliği önemsenir.Böylece post-modernizm her alanda bilimin önüne tekniği koymaktadır.

Bu da bir aydınlanma değeri olan ussallığı ve bilimselliği ikinci plana atmak, bilime karşı tavır almak demektir.

80’li yıllarda, Globalizm adı altında sert esen rüzgarlarla, küresel serbest dolaşım olanakları elde eden büyük sermaye, uluslar arası sınırları da aşarak uluslar-üstü ya da uluslar-ötesi konuma gelirken, 90 lı yıllarda, özellikle Berlin duvarının yıkılması ile iki kutuptan hızla tek kutba evrilen dünyada sıradan insanın günlük yaşamını derinden etkileyen ancak geniş kitlelerin arka planını pek de algılayamadığı ‘YENİDÜNYA DÜZENİ’ denilen büyük bir değişim yaşanıyordu.

Dünyaya global bakan uluslar-ötesi sermayenin çağdaş baronları ile yenidünya düzeninin küresel jandarmalığına soyunan AMERİKA’nın birlikte projelendirdiği yeni dünya düzeni, yalnızca parasal egemenlik arayışı ya da yeni bir ekonomik yapılanma değil, aynı zamanda küresel boyutta toplumsal ve kültürel değişimi de öngörüyordu.

Tek kutuplu yeni dünya düzeninin oluşturduğu eksen kayması ile küresel, askeri ve ekonomik gücün tek temsilcisi haline gelen ABD, yeni bir kültürün yaratıcı ve yayıcısı olma isteği ile farklı bir misyon üstlenmiş gibi gözüküyordu. İşte bu noktada post-modernizmin düşünsel teorik temelleri ile yenidünya düzeninin pratik uygulamalarındaki örtüşmelerden yola çıkılarak, post-modernizmin yenidünya düzeninin ideolojisi olduğu iddiaları yaygınlık kazandı.

Yeni dünya düzeninin ideolojisi olarak postmodernizm, aydınlanma değerlerine bu değerlerin yarattığı ulus-devlet anlayışına ve onun toplum modeli olan modernizme karşı bir tavır olduğu kadar, modernizmin vatanı Avrupa merkezciliğine ve onun yarattığı aydınlanma kültürüne de bir başkaldırı olarak görüldü. Yeni küresel gücün temel yaklaşımı tüm dünyaya ihraç etmeyi hedeflediği evrensel bütünlük ve tek seslilik olmasına karşın (herkesin aynı pantolonu giymesi, aynı köfteyi yemesi, aynı içeceği içmesi (JEAN- HAMBURGER-COLA) yerel olan çok seslilikten farklılıkların dile getirilmesinden yanaymış gibi bir tavır sergilediği gözlendi.

Nasıl ki post-modern mimari karşıt ögeleri bir arada kullanarak yeni ve farklı bir estetik yaratma çabası ise; post-modernizm de farklılıkların uyum içinde barınabileceği yeni bir yaşam biçimi yaratma isteği sergiledi. Bu yaklaşımda modernizmin katı ‘ya biri ya da diğeri’ mantığının yerini, esnek olan ‘hem o, hem bu’ mantığının alması önerildi.

Artık ciddiyetle dalga geçmek, gerçekle-sanal gibi karşıtlar yan yana hatta iç içe olabilmekteydi. Önemli olan farklılıkların kendini ifade edebilmesi, farklı olanların uyum içinde bir arada bulunabilmesiymiş gibi gösterildi.

Yenidünya düzenine göre, küresel sermaye ile çatışma halinde olan vatandaşlık üst kimliğinde farklılıkları kaynaştırıp, bu yolla düzeni sağlamak isteyen ulus-devletler ve onları birbirinden ayıran sınırlar ortadan kalkmalı tüm dünya farklılıkların uyum içinde yaşadığı küresel bir bütün olmalıydı.
O nedenle yenidünya düzenleyicileri özellikle gelişmekte olan ülkelerde etnik ve dinsel köktenciliği himaye ederek, ulus devletleri zaafa uğratma gayreti içine girdi. Drucker’e göre ulus öteciliğe doğru bu gidiş diğer yanı ile aşiretçiliğin canlanması demekti. (Ona göre Post-modernizm yalnız ulus-devlet anlayışını değil, onun vatandaşı olarak insanı da değiştirme iddiasındadır.)

Aydınlanma; Tanrının merkezde olduğu göksel orta-çağ kavrayışından, insanın merkezde olduğu dünyevi, yersel bir düşünce biçimine geçişti.

(Oysa günümüz dünyası artık Tanrının da, İnsanın da merkezde olmadığı, merkezsiz (ya da çok-merkezli) bir düşünce sistemi ve yaşam biçimi önermektedir.)

İlk bakışta bireyin daha çok özgürlük isteğini karşılarmış gibi gözüken, bu baştan çıkarıcı (sözde) demokratik önerme, aslında bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü insan, sürekli oluş halinde etkileyen, etkilenen bütünlükten ve tutarlılıktan yoksun, çeşitli özne konumlarından oluşan, çelişkilere düşen, olayların arkasından sürüklenip yeterince ya da hiç sorgulamayan bir kimliktir.
İnsan artık ‘tarih yapan özne’ de değildir
İnsan tarihin yapılmasında etkin olmayan; tarihi yapanların verdiği rolü oynayan edilgen bir kimliktir!
İnsan için geçmiş, artık bir nostaljiden ibarettir.

Kısaca, günümüz insanı düzlemde oluşan herhangi bir ulusun yurttaşı değil, küresel sermayenin kazancını arttıran bir tüketici konumundadır. Tüketici olmanın bireysel kimliğe getirdiği önemli etki ise, onu daha önceki ulusal düzeydeki “yurttaş”, ya da belli bir sınıfsal kimliği belirleyen zanaatkâr, tüccar, esnaf, işçi, vb. kimliklerinden koparmasıdır. Böylece pazara yönelik, üretilen ve kendine sunulan iyi pazarlanmış her şeyi (eşya, bilgi, din, ideoloji vb.) tüketmeye hazır bir insan tipi ortaya çıkmaktadır.

Bu durum ‘TÜKETİMCİLİK – CONSUMERISM’ adı verilmiş olan bir toplumsal davranış biçimidir. Bu biçim insanın tüm enerjisini ve dikkatini gelir, kazanç, başarı, vb. üzerinde yoğunlaştırmakta, onu bir izleyici-dinleyiciye dönüştürmektedir. Tüketici kimliğinin getirdiği bir başka etki ise manipülasyona açık olmasıdır.
Bu nedenle, post-modern siyaset de bir manipülasyon biçimi olarak sürdürülmektedir. Böylece, bilginin tüketicisi konumundaki insan, toplumun ve siyasetin tanımladığı birey ve yurttaştan uzaklaştığı gibi, siyasette etkin olma özelliğini de yitirmektedir.

‘Cehaletin kınanmadığı hatta prim verildiği’ bu yaklaşım, belki de aydının ve aydınlanmanın sonudur.

20.Yüzyılın başında sanayileşmenin neden olduğu yabancılaşma ve yalnızlaşma sorunu ile boğuşan insan için, 21. Yüzyılda iyice ortaya çıkan sonuç, dağılıp parçalanmadır. Kimliksiz, kişiliksiz, tarihsiz insanın artık duygu düşünce ve değerlerinde büyük erozyon yaşanmaktadır. Gerçek olanla, sanalın birbirine karıştığı bu dünyada insan; kan, kahır, gözyaşı ve acı demek olan savaşların gerçekliğini bile bir bilgisayar oyunu sanallığı cehaletinde, televizyon ekranlarından izleyebilmektedir.
Artık insan, KENDİ CANI ACIMADIKÇA duygularının bile farkında değildir!
İnsanın parçalanmışlığı, megapollerin verimli topraklarında üretilen ve medya kanalı ile pazarlanan popüler kültür ile daha da hızlanmıştır.

Popüler kültürün alıcıları ise; geniş yoksul kesimler ve orta sınıftır. Bu kültürün ürünleri son kullanma tarihi çok kısa olan, kullanılmadığı zaman hemen bozulan cinstendir. Elde edilmek istenen ise büyük karlardır.
Bu da postmodernizmi bir yaşam biçimi olarak kurgulayan büyük sermayenin temel amacıyla uyumludur.

Modernizmden post-modernizme giden ince çizgi kalınlaştıkça, ortaya çıkan olanaklar gerçekten kışkırtıcıdır. Görünüş, aldatıcı olduğu kadar ikna edicidir de. Ne var ki; bu görüntüye karşın post-modernizm de insanlığa mutluluk getirememektedir. Küreselleşen fakirlik kaynakların israfı, çevrenin tahribi, ardı arkası kesilmeyen savaş ve ekonomik krizler bunun somut yansımalarıdır.

İçinde yaşadığımız zaman kesitinin adı artık KAOS çağıdır!

Bu bağlamda, 90’lı yılların başında Kolektivist sistemin Berlin duvarı ile birlikte yıkılmasını ‘Kapitalizmin başarısı’ olarak görenler büyük bir yanılgı içindedir. Sonuç olarak modern ya da postmodern yaşam biçimi, kapitalizmin değişik yüzleridir.

Esas arıza ve olumsuzluğun kaynağı; YETERİNCE SORGULANMADAN YAŞAMA ADAPTE EDİLEN KAPİTALİST SİSTEMİN KENDİSİ VE EKONOMİK YANSIMALARIDIR!

Modern toplum yaşamı ile kimliğini kaybeden birey için (olası) bir ruhunu ve insanlığını yeniden bulma çabası, bir çıkış ve kurtuluş yolu olarak düşünülüp, değerlendirilmelidir.
NO WAY OUT!