T.C. – Madalyonun öteki yüzü

Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair hamasi resmî tarih söyleminin ne derece çarpıtmalı, inkârcı ve demagojik olduğunu ilk algılamaya başladığımda sırtımda siyah önlük, ortaokul sıralarındaydım. O zamanki aklımla bile okuduklarımdan işkillenmiş, demiştim ki kendi kendime, bu işte bir iş var!

Madem bereketli Anadolu toprakları ve muhteşem İstanbul kentinden oluşan ülkemiz Ermeni, Kürt, Türk, Rum, Süryani, Laz, Çerkez, her dinden ve her ırktan sayısız halkın birlikte yaşadığı bir güzel diyardı, bu güzel diyarın bütün estetik değerleri, mimarisi, ilimi, bilimi bu insanların elinden, fikrinden çıkmış ve bu halkların hepsi düşmana karşı omuz omuza vererek vatanlarını birlikte savunmuşlardı, o halde kurtuluş savaşı mücadelesinin sonunda kurulan cumhuriyete neden TÜRKiye denildi?

O kadar müthiş bir iyi niyet ve uzgörürlük söz konusuysa, ülkenin adı herkesin kadri kıymeti bilinerek ‘Anadolu Cumhuriyeti’ konulamaz mıydı? Ya da her halkın yoğunluklu olarak yaşadığı bölgeler eyaletlere bölünerek bir federe devlet kurulup, ismi de örneğin, ‘ABD – Anadolu Birleşik Devletleri’ olamaz mıydı? Bugün doksan beş yıl sonra uğruna birilerinin ülkeyi kana boyadığı başkanlık sisteminin o zamanlar temiz temiz hayata geçirilmesi, her halkın kendi topraklarında âdil ve eşitlikli bir yerel yönetimler ağıyla mutlu mesut yaşamasının sağlanması çok mu zordu?

Neydi herhangi bir âdil ve eşitlikli sistemi uygulanamaz kılan? Neden Türkleri bu topraklarda onlarla eşit hak sahibi olan bütün kadim halkların efendisi ilan edercesine TÜRKİYE ismi?

Hadi bir defalığına dünyanın en kirli cümlesi olan ‘zamanın koşulları’ ifadesini kullanalım ve diyelim ki, “o zamanın koşullarında ulus devlet olmazsan emperyalist ülkelerin karşısında duramazdın”; peki, nerde kalıyor o zaman senin halklarına karşı sahip olduğunu iddia ettiğin sözde bağlılığın, vefan ve muhteşem uzgörürlüğün? Bu yaptığın şey de son tahlilde kendi ülkendeki halklara karşı en alâsından bir emperyalist tavır değil mi?

İşte bu soruları sormuştum kendi kendime taa on üç, on dört yaşlarımda.

Ve sonra bir hayal kurmuştum. Ben her yaştan on kardeşimle bir çiftlikte yaşıyor olsaydım ve bir gece çiftliğimizi haramiler bassaydı. Biz on kardeş, hepimiz kendi gücümüz çerçevesinde savaşarak çiftliğimizi kurtarsaydık ve sonra babamız bizi karşısına dizip, “yüreğinize sağlık çocuklar; hepiniz müthiş bir kahramanlık gösterip yuvamızı kurtardınız; fakat artık bugünden sonra buranın sahibi abiniz Ahmet’tir; ismi de Ahmet’in Çiftliği’dir. Siz hepiniz bu dakikadan sonra çiftliğin ırgatlarısınız. Kendinize ait bir karış toprağınız bile olmayacak. İtiraz eden olursa itirazının derecesine göre ya sürgün edilecek ya da asılacak,” deseydi ne hissederdim?

Hayali bile kalbimin isyan ve acıyla dolmasına yetmişti bu düşüncenin.

Sonra bu keder verici kurgularımı bir kenara bırakıp yine resmî tarihimizin sayfalarına gömülmüş, milyonlarca insanın ötekileştirilmesi pahasına hayata geçirilen ulus devlet’imizin kuruluşu ertesinde yaşandığı iddia edilen isyanları, hiçbir manipülasyonun etkisi altında kalmadan yorumlamaya çalışmıştım. Görmüştüm ki Türklüğe ve sünnî müslümanlığa en yakın olan Lazlar ve Çerkezler de dahil olmak üzere isyan etmeyen hiçbir halk kalmamış. Sözde ders kitaplarımız bize bu isyanları çıkaranların hepsinin düşmanların işbirlikçisi olduğunu iddia edip, sıra arkadaşlarımın kalplerini hamasî öfke ve nefretlerle doldursa da ben yukarıdaki hayalimin çerçevesinden baktığımda bu işte bir yanlışlık var diyordum! Bu işte bir yanlışlık var! Ben de olsam isyan ederdim babama! Kim etmez ki!

Ardından sözde reform hareketi denilen yasaklarla karşılaştığımda ise beynimdeki soru işaretleri deliye dönmüştü artık. Halklar nasıl bir gecede dillerinden, yazılarından, kılık kıyafetlerinden, dinlerinin ritüellerinden vazgeçmek zorunda bırakılabilirdi? Hadi ulus devlet adına azınlıkların katledilmesini, sürülmesini, her şeylerinin yasaklanmasını kabul edemesek de anladık diyelim; peki ya ülkenin çoğunluğunu oluşturan müslüman halk nasıl lâiklik adına ya modernleşmek ya da ikinci sınıf insan olarak yaftalanarak kamusal alanın dışında kalmak zorunda bırakılabilirdi? Avukat olup adalet savaşçılığına soyunma hayalleriyle tutuşan bir kız çocuğu olarak çıldırmıştım bu ülkede dinî inançları yüzünden başlarını açmayı reddeden kadınların on yıllar boyunca okuyamadıklarını ve kamusal alanlarda çalışamadıklarını öğrendiğimde. Ve tam da o dönemde en yakın sırdaşım, dostum olan türbanlı kız arkadaşım babası başını açmasına izin vermediği için okulu bırakmak zorunda kalması yüzünden intihar edince, fotoğraf benim için artık tamamen netleşmişti. Bu iş yanlıştı! Yanlış!

Bir de kadınlara dünyada ilk kez seçme seçilme hakkı verilen ülkelerden biri olmamızla övünülüyordu kitaplarımızda. Şaka gibiydi. Sırf dininin gereklerini yerine getirmek istediği ya da ailesi bunu kendisine dayattığı için bilgiden, eğitimden uzak tutularak aydınlanmasının önü kesilen, ekonomik özgürlüğünü kazanma şansı verilmediği için asla evindeki baba, abi, koca, ağa baskısından kurtulma şansı bulamayan kadına seçme seçilme hakkı verilmesinin ne anlamı vardı ki! O kadının aydınlanmış bir bilinç ve özgür iradeyle oy verme ihtimali sıfır değil miydi?

Çok ağladım arkadaşımın arkasından. Hâlâ ağlarım.

Sonra ulus devletin bekası bahanesiyle ülkedeki bütün dinî ve etnik azınlıklara karşı gerçekleştirilen soykırımlar, toplu katliamlar, tehcirler, yağmalar tarihiyle karşılaştım. Tabii bu olaylar bize kitaplarımızda bu cümlelerle anlatılmıyordu. Kitaplarımızda deniyordu ki, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” Kitaplarımız bize sünnîmüslümantürk olmayan herkesin hain ve işbirlikçi olduğunu söylüyordu. Kitaplarımıza göre bir buçuk milyon Ermeni’nin öldürülmesi ve sürgün edilmesinin, Dersim’de otuz bin sivil Alevinin bombalanmasının, on binlerce Rum’un hem katledilip hem de mübadele bahanesiyle yüzlerce yıllık yurtlarından sürülmesinin nedeni hep hain olmalarıydı. Onların hepsi haindi! Hamile kadınlar, kundaktaki bebekler, tüyü bitmemiş delikanlılar, beli bükülmüş yaşlılar, Dersim’in on yaşındaki kayıp kızları, Ermenisi, Kürdü, Rumu, Süryanisi, hepsi, hepsi haindi! Hepsinin katli vacipti! Katledilmişler, sürülmüşlerdi! Ulus devletin bekası uğruna kadim topraklarından silinmişlerdi! Çığlık atıyordu beynimdeki soru işaretleri! Bu iş yanlış! Yanlış! Yanlış! Yanlıııış!

Henüz on dört yaşındaydım. Okulumuzdaki az sayıda da olsa azınlık mensubu arkadaşımın her sabah “Ne Mutlu Türk’üm diyene” diye bağırmak zorunda bırakılmasını anlayamıyordum. Soruyordum yine kendime empatiden yapılma beynimle ve kalbimle, “ben bütün ataları, birlikte kendi tabirleriyle ‘vatanı kurtardığı’ insanlar tarafından ulus devlet sevdâsı uğruna hain ilan edilerek katledilmiş, sürgün edilmiş bir halktan gelen bir çocuk olsaydım ne hissederdim?” Bu soruyu sormam yetiyordu arkadaşlarımın ne kadar ezildiğini anlamama. Ama susuyordum onları daha fazla üzmemek için. Bazen birbirimize konuşan bakışlar atarak birlikte susuyorduk hazin hazin. Tek tesellimiz buydu; birbirimizi anladığımızı bilmek… Ama heyhat! Bu benim çocuk kederimi dindirmiyordu. Olduk olmadık zamanlarda ağlıyordum gizli gizli bütün bunları ve başını açamaması yüzünden okuyamadığı için intihar eden dünyalar akıllısı arkadaşımı düşünerek…

Bütün bu sorgulama süreçlerimden sonra şu çıkarsamalara varmam zor olmadı. Bütün halkların Türklerin karşısında, bütün dinlerin ve mezheplerin sünnî müslümanların karşısında, sünnî müslümanların kendini bu ülkenin sahibi zanneden beyaztürk burjuvalarla askerlerin karşısında birbirine karşı ötekileştirildiği bir coğrafya, saatli bir bombadır. Gün gelecek öyle günler göreceğiz ki kendisinin kurtarılmış, özgür ve demokratik bir ülkede yaşadığını zannederek gaflet uykularında uyuyan milyonlarca insan neye uğradığını şaşıracak. Çünkü aynı evde yaşayan hiç kimse yan odada acı içinde kıvranan kardeşinin çığlıklarına sonsuza dek kulaklarını tıkayamaz! O tıkasa, çığlık sonunda duvarları parçalar; ve o duvarlar gaflet uykusundakilerle birlikte herkesin başına çöker!

Nitekim o günler geldi.

Ben bunları düşünürken ve bütün hücrelerimde hissederken on dört yaşındaydım. Sünnimüslümanbeyaztürk bir insan olarak dünyaya gelmiştim. Bana göre hiçbir şey yoktu; teknik olarak hâlâ yok. Herhangi bir örgüt militanının çocuğu değildim. Hâlâ hiçbir aidiyetim yok. Kendini solcu zanneden ulusalcı öğretmen bir babam, bir devlet dairesinde çalışan CHP’li bir annem, sıfır bir çevrem vardı. Beni bunları sorgulamaya yönlendiren hiçbir dış etkenin baskısı altında değildim. Ama durmamacasına bağırıyordu o yaşıma dek okuduğum sayısız kitapla şekillenmiş analitik beynim: BU İŞ YANLIIIIŞ!

Evet, artık hepimizce malûm olduğu üzere benim ve eminim benim gibi düşünen sayısız kişinin çok uzun zaman önce öngördüğümüz her şey gerçekleşti bugün; ve herkes bütün bu yanlışların altında kaldı. Diyalektiğin önüne geçilemez çünkü.

Birileri istediği kadar tarihsel inkârcılığında direnmeye inat etsin; bugün yaşadığımız her acı, dün ekilen tohumların ürünüdür.

Yazımın bu kısmına kadar anlattıklarım benim çocukluk farkındalıklarımdır. Sonrasındaki okumalarımı, araştırmalarımı, gözlemlerimi, deneyimlerimi yazmaya ihtiyaç duymuyorum artık. Bu bağlamda ekleyeceğim her şey, sadece detay ve teknik bilgi olacaktır. Bunları gerçeğin peşindeki namuslu tarihçiler, araştırmacılar sayısız kitapta bütün kayıtları ve kanıtlarıyla ortaya serdiler zaten. Kendine aydınım, muhalifim, solcuyum, devrimciyim diyen herkesin sadece Belge Yayınları’ndan çıkan çok değil, en fazla iki-üç kitabı okuması yeterlidir bu farkındalık noktasına gelmesi için. Ama kimse buna yanaşmıyor. Biliyorum, yanaşmayacak da…

Çünkü böylesi çok kolay. Kendini ayrıcalıklı hisset; kendine nefret odakları yarat; içi tamamen boş bir gurur ve ego ile yaşa! Kim araştıracak, okuyacak, gerçeklerle yüzleşerek kendi içinde fırtınalar yaşamaya cesaret edecek. Kim ötekiyle empati kurarak insanlaşacak! Bize “sen memleketin asıl sahibisin; diğer böceklere ekmeğini yedirensin; onları dilediğin gibi hor görerek, gerekirse katlederek yaşama hakkını veriyoruz sana,” demişler, biz de devletin emri memleketin kavli ile bu yetkilerimizi tepe tepe kullanarak mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz işte ötekilerin bitimsiz acıları pahasına; daha ne isteyelim.

Peki.

Benim Türkler de dahil olmak üzere hiçbir halka karşı düşmanlığım, hiçbir inanca karşı nefretim yoktur. İnançlı biri olmamamla birlikte herkesin inancının gereğini yerine getirebilmesi hakkını savunurum. Hayatım idam cezasının kaldırılması, Cumartesi Anneleri’nin kayıplarına kavuşması ve düşüncenin ifadesi özgürlüğü için olduğu kadar, başörtüsü hakkı için de mücadele etmekle geçmiştir. Sözlerimin tek kelimesi bile herhangi bir önyargı ya da aidiyet noktasından yazılmamıştır. Bir insanı insan yapan en önemli iki şeyin adalet duygusu ve objektiflik olduğuna inanırım. Ve artı, bilirim ki haklı-haksız isyanlarımızla birbirimize yönelttiğimiz kin ve nefretlerimizin hepsi, sistem mühendislerinin bize zerk ettiği zehirli kurguların neticesidir. Ne yazık ki bu ülkede öteki diye yaftaladığı herkese kin kusan Türkler de dahil olmak üzere herkes kurbandır. Herkes aynı geminin içinde batmakta, her zaman her yerde olduğu gibi, biz birbirimizi katlederken muktedirler semirmektedir.

Gönül isterdi ki herkes bu gerçekliklerin ayırdında olsun. Fakat maalesef bu ütopyanın bugünden yarına gerçekleşme ihtimali yok. Bu süreçte yapabileceğimiz tek şey, en azından kendini aydın, muhalif diye tanımlayan kişiler olarak en âdil ve objektif bir yerde konuşlanmaya özen göstermek… Bir şey değiştirmeyecek bile olsa…

Kronik inkârcılık ve gerçeklerle yüzleşememe problemi, ırkçılık hastalığıyla sakatlanmış faşist kişi ve kitlelere yakışabilir belki ancak kendini devrimci, sosyal demokrat ya da en hafif tabirle solcu olarak tanımlayan insanlarda görüldüğünde bağışlanamaz bir tavırdır!

İşte Gezi’nin mirasını devraldığı iddiasıyla ortaya çıkan Birleşik Haziran Hareketi ve türevi ÖDP, TKP gibi oluşumlar maalesef mütemadiyen bu büyük aymazlığın içinde savrulmaktadır. Tarihimizin gerçekliklerine en iyimser bir boyuttan bile baksak, son derece oportünistçe bir yaklaşım olmasına rağmen o zamanın koşullarının bunu gerektirdiğini kabul etmeye bile kalksak, İttihat Terakki zihniyetinin tasarrufuyla gerçekleştirilen katliamlar ve zulümlerle dolu geçmişimizin ne kadar acı verici bir süreç ve sonuç doğurduğu gerçeği hiçbir şekilde değişmez.

Bugün geldiğimiz noktada kendini sol olarak tanımlayan bütün oluşumlara ve kişilere düşen başlıca görev, bu zalim tarihi aklamak ve parlatmak değil, toplumun her kesiminin gerçeğimizle acilen yüzleşmesini sağlamak için azamî çabayı göstermektir. Hal böyle iken arkadaşlarımızın mütemadiyen sergiledikleri resmî tarihi parlatan söylem ve eylemler, bütün halklara ve geleceğe ihanettir.

Hadi klasik Türk solu geleneğiyle her şeyi sınıf sorununa endeksleyip etnik sorunları tali görmelerini, bu bakış açılarının uzantısı olarak, Kürt illerinde gerçekleştirilen katliamlara karşı fasulye, nohut, giysi toplamanın dışında gereken duyarlılığı ve tavrı göstermemelerini, Cizre bodrumlarında insanlar yakılırken lâiklik forumlarıyla yasak savmalarını, katledilen tek bir Kürt çocuğunun ismini anmaz, hatta bilmezken sürekli Gezi şehitleri üzerinden politika üretmelerini, sanki düne kadar dikensiz gül bahçesinde yaşıyormuşuz gibi bugünün bütün sorunlarını halihazırdaki iktidara endeksleyip, mütemadiyen kaçak saray ve katil bilmem kim sloganları atarak pirim yapmaya çalışmalarını bir yere kadar anladık diyelim; fakat resmî tarihe bakışlarındaki aymazlık, sol adına büyük bir talihsizliktir.

Arkadaşlarımızın bir an önce özeleştiri vererek misyonlarının gereğini yerine getirmeye başlamaları ivedi bir zorunluluktur. Getirmemeleri halinde ise, Perinçek’in askerleri arasında lâyık oldukları yere konuşlanmaları kaçınılmaz bir son gibi gözükmektedir.

Haa, “bize ne bütün bunlardan; bizim için mühim olan sayıdır,” diyor, “bellek ve merhamet yoksunu bu halktan ne kadar destek toplarsak bizim için kârdır; gün olur devran döner, bir gün bizim de iktidarda söz sahibi olma şansımız olur belki,” diye popülist düşler kuruyorlarsa, diyecek bir sözüm yok. Hayat çarşılarına pazar versin.

Rabia MİNE
Latest posts by Rabia MİNE (see all)