Sen, ben, biz kimiz?

Üç bin beş yüz yıl öncesinden:
“İnsanların gürültüsü çok oldu artık.
Patırtıları yüzünden uyuyamıyorum.”

[“Atrahasis”, Tablet 2. Stephanie Dalley: Myths from Mesopotamia – Creation,
The Flood, Gilgamesh, and Others, Revised Edition,
Oxford University Press: 2008, s. 20]

Bir 16 gündür ayağım kırık, iki koltuk değneğiyle zor ve sıkıntılı zamanlar geçirmekle birlikte huzura da bürünüyorum aslında.
Sessizliğe sığınıp, sustuğum yerde salınıyorum bir süredir.
Filtreden geçmeyen seslere ve kalabalığa ateş renginde bir duvar ördüm.
Arsızlıkla kalbi doyanları keşfedeli uzun zaman oldu.

Çocukken, hep aynı düşte arkama hiç bakmadan koşar, gölün kenarına gizlenmiş, ruhumu teslim edeceğim kayığıma yaklaşır, tam adımımı atarken su alıp batışını izlerdim.
Kayığım ihanet mi etmişti bana?
Neden?
Kelimelerin var olmadığı sularda, balıkların dansını izleyeceğimize söz vermemiş miydik birbirimize?
Düşümden gerçeğe düştüğümde, susmayı dener ve susardım.
Dile gelen kelimelerin çoğunlukla kalbe ihanet ettiğini düşünür, susmaya zaman harcardım.

7-8 yaşlarında olmalıydım sanırım; her kelimenin bir yalan ürettiğini, bakkala ekmek almaya gittiğimde fark etmiştim ilk kez.
O bıyıklı esnafın samimiyetsiz sesi, “Buyur Mehmet Ali’nin küçük kızı” cümlesi, “Sen neden sarı ve gâvur kızları gibisin” idi aslında.
Sahi ben bir Pierre’in kızı mıydım yoksa?
Ona söylediğim, “merhaba, ekmek ve yoğurt alacağım” cümlesinin anlamı ise , “Pis, pos bıyıklı, salyaları akan, hırsız gözlü köylü kurnazı ” idi.
Evet öyleydi…
Köylü kurnazı kelimesini, gelecekte esnafın diğer yüzünü fark ettiğimde ve büyüdüğümde eklemiş olmalıyım.

Bilirim ki şiirler çok güzeldir ve her zaman yer etmelidir hayatımda, ancak gene bilirim ki, o şairler hiçbir zaman gerçek değillerdir.
Bilirim ki ” aşk çok güzeldir” ancak, “o biricik aşkım”, maalesef benim görmeyi istediklerimi var ettiğim sürece var olacaktır.
Bilirim ben bunları, bilirdim…

Hani ilkokulda öğretmenin sınıfı susturmaya çalıştığı, 1 dakika bile sürmeyen “1-2-3 Tıp Oyunu” vardır ya, bir ilkokul anısı olarak her şeyden gerçekti benim için.
Çok kısa sürse de susmak için ne güzel bir fırsattı.
Derin nefes alırdım, o kısacık “sus”larda.
Ağlayarak dünyaya fırlatılan bir varlığın susmayı öğrenmesi ne zor değil mi…
Oysa gerçek bir konuşma için çok defa susmayı bilmek gerekir.
Susabilme becerisi; düşüncelerinin samimiyetiyle yüzleşebilmenin, sarmaş dolaş olabilmenin, kendin olabilmenin ilk adımı gibi gelir bana hep.

Bebek, gerçekten acıktığında ağlıyor ve sesler çıkarıyor.
Ne kadar gerçek.
Pür
Mutluyken gülümsüyor.
Ne kadar gerçek.

Hiç yüz yüze gelmediğim bir kadının, konusu –kadın- olan yazdığım bir yazı üzerine, kelimelerin gücüne sığınıp, “Kadınların a.. mlarının bekçisi misin sen?” yorumunu tarafıma yazılı olarak iletmesi gerçek mi mesela? Geçen gün bunu düşündüm.
Bu kadar içler açısı bir şekilde üstelik.
Kırgınım evet.
Bu cümle yüz yüzeyken gelseydi karşıma, o fütursuzluğu zarifçe selâmlardım.

Zarafet, insan olma yolunda en önemli adımdır bence.
Zarifçe susmalı, kendi gönlüne yerleşmeli, gözlerini dinlendirmeli insan.
Ses, bundan sonra usulca koyulmalı yola.

Şimdi o polis, susmayı öğrenebilmiş, sessizce düşünceleriyle baş başa kalabilmiş, kafa yormuş olabilseydi, o copu o kadar kolayca sallayabilir miydi?
Şimdi o cani, annesiyle pür bir ilişki kurabilseydi, başını göğsüne dayayıp susabilmeyi deneseydi, şefkate doyabilseydi bu kadar kolay katil olabilir miydi?
Şimdi o radikal feminist, babasıyla birlikte kırlarda papatyalara yayılıp, susarak gökyüzüne bakabilseydi, kadın haklarını savunurken bu kadar kolay, her erkeği aynı kefeye koyup “yar… rığını al, gö..tüne sok” diyebilir miydi?
Şimdi o siyaset insanı, vatandan (!) önce kendini sevebilmeyi, dinlemeyi, susmayı öğrenebilmiş olsaydı, 82 milyon önünde yalan söylemeyi, hatta siyaset yapmayı tercih edebilir miydi?
Şimdi o çocuk, geceleri okunan masalla birlikte huzurla dalabilseydi uykuya, susmanın büyüsünü fark edebilseydi, bu kadar kolay diğer çocuğa çelme atabilir miydi?
Şimdi o genç kız, kendi geleceği ve hayatı üzerine düşler kurabilseydi, susarak hayatını gözlemleyebilseydi, hayatı, hayatın içinde öğrenmeyi tercih etmek yerine, ana- baba evinden gerek- şart olarak, evlenerek serüvenine başlayabilir miydi, başlar mıydı?
Bunların cevaplarını tam anlamıyla bilemeyiz elbette, ancak soru sormak önemli değil midir?

Biz kimiz dostlar?
Kötünün, kendimizin çok uzağında bir yerlerde olduğuna inanıp, neredeyse üzerine bir üniforma giydiğini zannediyoruz.
Bizler ya da çoğumuz diyelim ve biraz yumuşatalım cümleyi, kendi yalanıyla yüzleşemeyen, sorumluluk üstlenmek için çabası olmayan, olanları akılsız ilân eden, kurnazlığı zekâ sanan, zarif olanın üzerine çullanan, kabalığı güç olarak gören, her şeyde kendini aklamaya çalışan ölümlüleriz ve hâlâ “kötülüğü” uzaklarda arıyoruz öyle mi?
Kim bu kötüler ve nerede yaşarlar meselâ?

Bir bakıma ne çaresiziz!
Zavallı mıyız yoksa?

Şiddet, şekil değiştirmiş sinsice aramızda geziyor, düşmanımız yanı başımızda ve biz onu da çok uzaklarda arıyoruz.
Neredeyse alıp verdiğimiz nefes bile şiddetin bir parçası hâline gelmişken üstelik.
Hep birlikte şiddet üretip, slogan atarak karşı çıkıyoruz.
Kötü benim.
Kötü sensin.
İyi ve kötünün düşüncelerinin yansıması olduğundan bile habersizsin.

Kendini aramaya yola düşmeyen; devletten, polisten, siyasetçiden, herhangi sıradan bir iş yapandan ne bekler?
Hangi hakla bekler?
Düşleri olmayan bir çocuğun hayattan ne istemesini bekliyoruz?
Susmuyoruz dostlar.
Hem de hiç susmuyoruz.
Çok konuşuyoruz.
Siyaseti biliyoruz.
Mizahı biliyoruz.
Sanatı biliyoruz.
Tarihi biliyoruz.
Futbolu biliyoruz.
Yaşamayı biliyoruz.
Aşkı biliyoruz.
Nefes almayı biliyoruz. (terapisini yapıyoruz hatta)
İyi insan olmayı biliyoruz.
Hayvanları bile en iyi biz biliyoruz.
Yemeyi-içmeyi biliyoruz.
Tatil yerlerini biliyoruz.
Gece kulüplerini biliyoruz.
Varoşu biliyoruz.
Fakirin halini biliyoruz, anlıyoruz.
Her şeyi ama her şeyi biliyoruz.
Anlıyoruz ve biliyoruz.
Şikâyet etmeyi de biliyoruz.
Bu anlama ve bilme görgüsünden o kadar zarifiz ki…

Susmayı hiç bilmiyoruz sevgili dostlar…
“Ben Kimim” üzerine vereceğimiz ciddi bir cevabımız dahi yok.
“Kimsin Sen?”
Sadece, duyduklarınla, okuduklarınla mı var edebiliyorsun kendini?
Süzgecin var mı mesela, sesleri arındırabiliyor musun?
En son Boğaziçi eylemi dışında ne zaman gökyüzüne baktın? (O da fotoğraf çektirirken bakmak dışında…)

İyi insan olmayı en çok biz biliyoruz değil mi?
Her şey hakkında ne kadar çok konuşursak o kadar iyiyiz.

Abartılı bir kahkaha.
Taciz edercesine çok söz.
Kendinden geçercesine taşkınca bir yaşama isteği.

Bir böceğin nasıl o kadar güzel kanat çırpabildiğini seyretmek istiyorum.
Anlamsız olan şeyler üzerine bir iki söz etmek ne kıymetli aslında.

Kendi küçük klanımızda birbirimizi ağırlayıp, yalanın içerisinde yaşamaya devam ediyoruz.
Bir yalanı gerçekmiş gibi sürdürmeyi, ona inanmayı seçiyoruz.
İnsana iyi geliyor değil mi?

Aynı “ütopya”da buluşmayı hayâl ediyor ancak öncelikle kendi “ütopya”mızın peşinden koşmayı bilmiyoruz.

Peki insan bu da;
“Ben Kim miyim?”
Ben de, büyük bir yalana suç ortağı olmuş herhangi biriyim işte.

Hölderlin ne güzel söyler:
“Bizler hiçbir şeyiz, aradığımız ise her şeydir.”

Arzu BURSA