Retorik ve Aşırılık

Geçtiğimiz günlerde Amerika Birleşik Devletleri’nde, başkan adayları arasında geçen geleneksel “siyasi” tartışmanın ilk raundu herhalde hafızalardan kolay kolay silinmeyecek. Cumhuriyetçilerin adayı Başkan Donald Trump ile Demokratların adayı Joe Biden, bir buçuk saat süren söz düellosunda siyasi bir “tartışma” yapmaktan çok birbirlerini suçlama ve aşağılama yarışı içine girdiler. Dünyaya “uygarlık” taşıdığını iddia eden ülkenin, izlenme rekoru kıran tartışmasında, hakaretler ve küfürler birbirine karıştı.

Apaçık olan bir şey varsa, hakaret sözcüklerinin siyasetçilerin kişilikleriyle ya da edepleriyle ilgili olmaktan çıkması ve bir siyasal taktiğe dönüşmesidir. Bu popülist ya da aşırı sağ siyasete özgü bir taktik olmanın da ötesinde görünüyor. Hatırlanacağı gibi, geçen seçimlerde Trump ve Hilary Clinton arasında geçen başkanlık tartışmasında, Trump hasmına hakaret etmiş, karşı taraf da bunu sineye çekmişti. Trump’ın seçimleri kazanması, bu tarzın Amerikalıların çoğunluğu için hiç de yadırgatıcı olmadığı sonucunu çıkarmaya yetmiş olmalı.

İyi de bu kadar ağır sözler gerekli miydi?

“Sözlerin Boşluğu Üzerine” başlıklı denemesinde “Eski dönemin bir retorikçisi, kendi işinin küçük şeyleri büyütmek ve benimsetmek olduğunu söylüyor; o küçük ayaklara uygun büyük ayakkabılar yapmayı beceren bir ayakkabıcıdır” diye yazıyor Montaigne.

Peki yeni dönemin, her şeyin anlık ve geçici bir biçimde yaşandığı bir zamanın hatibi nasıl olmalı?

Ekranlarında sürekli savaşı, açlığı, göçleri, yurtsuzluğun yarattığı felaketleri seyreden ve bu görüntülerin artık hayatının bir parçası haline geldiği insan için hangi sözler etkili olabilir? Ara vermeksizin göz alıcı, çarpıcı renkler ve cafcaflı ifadelerle dolu reklam ve promosyonlarla karşı karşıya kalan bir seyirci kitlesine liderlerin söz düellosu bir şeyler sunabilir mi?

Arzuların giderilmesini ve zevki amaç edinmiş bir yaşam tarzının özneleri hep daha fazla, daha renkli, daha etkileyici vaatlere gereksinim duyuyor. Platon’un benzetmesiyle, üstüne su eklendikçe bir taraftan suyu eksilen delik bir fıçı gibi, hiçbir zaman doymayan insanların “sıradan” ve “ölçülü” sözcüklerle tatmin edilmesi zor görünüyor.

Toplumsal hiyerarşiler ve eşitsizlikler bir farklılık oluşturmuyor; herkes aynı imgelerin şiddetine maruz kalıyor ve görünümleri farklı da olsa özünde yönelimler birbirine benziyor. Özlenen ve arzulanan şeyler, sınıfsal konumlara göre kalite ve fiyat açısından farklılaşıyor; özünde hepsi aynı, aynı metanın farklı biçimleri.

Siyasetin tüketici öznesine doyum sunacak herhangi bir söz sanatının artık hükmü kalmadı. Bir zamanlar söylevciliği siyasette kullananlar “dalkavuklukla” eleştirilip aşağılanırdı. Gel gör ki Antik çağın kimi filozofları için dalkavukluk olan retorik şimdi mumla aranan bir söz sanatı haline geldi.


Retorik benzetmeleri, hikâyeleri, şiiri içerir; esas olarak duygulara seslenir. Bir hatibin konuşmasının akla uygun olması beklenmez; önemli olan etkileyici ve ikna edici olmasıdır. Tartışmalarda “dengeyi değiştirecek vurucu cümleleri ve kelimeleri telaffuz edendir” hatip. Konuşmanın doğruluğa ve insanlık için iyi bir amaca yönelmiş olması şart değildir. Konuşma yapanın, üstün ve yüce bir amaca yönelmiş olduğuna dair bir “kanı” oluşturması yeterlidir. Bu nedenle, Sokrates retoriği bir sanat olarak dahi görmez; çünkü bu işi yapan kişi, yaptığı şey hakkında düşünmemektedir. Yani doğruluğu içeriyor mu, insanları doğruluğa ve iyiliğe yönlendiriyor mu, iyi bir yaşam için katkısı var mı gibi soruları sormaz hatip. Bir de yığınların oylarını almak için onları ikna etmek durumundaysa, kazanmak için her tür söz oyunu, eğip bükme, süsleme ve hatta safsata girer işin içine. Oysa sözün, sözü söyleyenin çıkarı için kullanılması doğrulukla bağdaşmaz, adalete de yaraşmaz. Sokrates bu açıdan acımasızca eleştirir retoriği.

Yine de retoriğin bir adabı vardır. Üstelik insani değerleri ve yurttaşlık ruhunu yücelten retorik örneklerini saymak da mümkündür: Perikles’in Cenaze Söylevi, Martin Luther King’in “Benim Bir Hayalim Var” söylevi ve Atatürk’ün Onuncu Yıl Söylevi gibi.

Bugün, retorik “mekanizması teklemiş” durumda; aşırılığa kaymayı göze alanların içinde olduğu bir oyuna döndü siyaset. Bu nedenle tanık olduğumuz siyasi “tartışmalar”, söz sanatının yanına bile yaklaşmıyor artık.


Tüketim toplumunun yasasına tabi olanlar tüketiciler değil sadece, onu yaratan ve ondan yararlananlar da bu yasanın hâkimiyeti altında iş görmeye çalışıyorlar. Söz konusu olan “söz”ün tüketimi. İşvereninden siyasetçisine, akademisyeninden sanatçısına bütün “seçkinler” için geçerli bir tüketim alışkanlığı.

Facebook’ta, Twitter’da, Instagram’da o kadar çok anlamlı ve anlamsız “söz”e maruz kaldı ki insanlar, bu söz çokluğu ve karmaşası ortasında “duyulur” olma, “olağandışı” olmayla özdeşleşti. İyi hatip olmanız yetmez, belagat neye yarar ki? Sesinizi herkesten daha fazla duyuracak şekilde davranacaksınız; sözlerinizin, başka sesleri bastıracak özellikte olması, anlamlı ve yararlı olmasından önemli çünkü.

Bir kâhin gibi konuşabilirsiniz söz gelimi; geleceğe yönelik tahminler güvensizlik içindeki zihinler için bayağı doyurucudur. Aforizmalar da iyi gidiyor; hani şöyle biraz Schopenhauer’dan biraz da Stoacılıktan katalım, işte mutluluğa ilişkin reçeteler… Mistiklerden de söz etmek gerekir ara sıra, ruhumuz açlık içinde … Falanca yazarın filanca filozofun sözleri, yaşamın anlamına dair…

Üst üste doluşan, kimisi hafiflikten uçup kaybolan kimisi katılaşıp tabaka haline gelen bir toz yığını. Bir kum fırtınasında duyulur ve görünür olmak için ne yapılır? Üstelik bir de siyasetçiyseniz, üstelik siyasete ciddi bir biçimde kayıtsız genç bir kitleden oy talep ediyorsanız, üstelik o kitle televizyon dahi izlemeyip sansasyonel olan şeyleri sosyal medya aracılığıyla duyuyorsa; siyasete ilgisi komik, garip, korkunç olanla ve de kendi ihtiyaçlarıyla sınırlıysa.

Söz sanatı değil o zaman, aşırılık ve olağandışılık! O nedenle işte, Grotesk bir resme bakar gibi, siyasetçileri izliyoruz. Zaten çoktan “devlet adamı” niteliğini kaybetmiş ve kirli eller oyununa dahil olmuş siyasetçileri, Trump’ı ve onun gibi olanları, neden bu kadar garipsiyoruz ki?

Bu yazı, BirGün Pazar Eki, 11 Ekim 2020 alınmıştır… 

 

Filiz Zabcı