Reklam Arası

Reklam yazarlığı yaptığım sürece hep “dün bitmesi gereken” kampanyalarla uğraşıp, birbirinden farklı bir dolu ürün ve hizmet için fikirler yaratarak, reklam aleminin pek çok kişiye cazip görünen ışıltılı ortamlarında çoğu kez gündüzüm geceme karışarak çalıştım. Hoş, ben işin mutfak kısmında bulunduğum için ışıltılı ortamların sefasından çok hummalı koşuşturmacaların cefasını yaşadım. Yine de, özellikle ilk yıllarda severek yaptım işimi; yaratıcılığımı hayata geçirmekten, yazdığım senaryoları ve metinleri televizyon kanallarında, gazetelerde ve dergilerde görmekten haz duydum. Farklı ürünlere ve hizmetlere yönelik çalışmalar yapmak ise ister istemez genel bir bakış açısı kazandırdı; hemen hemen her sektör hakkında iyi kötü bir birikim elde ettim, sahip olduğum entelektüel imajımdan (!) dolayı içten içe keyiflendim. Katıldığımız konkurlara hazırlanırken rekabetin getirdiği heyecanlara ve hırslara kapıldım; kaybettiğimizde öfkelenip, kazandığımızda böbürlendim. Kısacası, yaptığım işi öyle çok da fazla sorgulamadan, farkındalıktan uzak bir biçimde sözümona profesyonelleştim. Ta ki hayatıma anlamsızlık hakim olana kadar…

On yedi yıl sürdü reklamcılık maceram. Renklerin ve zevklerin son derece sübjektif olduğu bir dünyada, kendilerini olduklarından daha iyi göstermeye çalışan müşterilerin beklentilerine karşılık verebilmek için çabalamaktan yorulmaya başladım sonunda. Talepler öylesine büyüktü ki, ortaya konan işler ürünlerin ve hizmetlerin ötesine geçiyor, yaratmak zorunda kaldığım fikirler sonuçta müşterileri tatmin etse de bende suçluluk duygusu yaratıyordu. O ürünlerin ve hizmetlerin asla lanse edilen düzeyde olmadıklarını biliyordum çünkü. Katkıda bulunduğum bir kandırmacalar düzeninin içinde hapsolmuş gibi hissediyordum kendimi. İçeriklerinde bir dolu katkı maddesi bulunan gıda ürünlerine çekici sloganlar buluyor, bankomatları bile doğru dürüst çalışmayan, bankalara hizmet kalitelerini (!) vurgulayan çarpıcı senaryolar yazıyor, insanları kredi kartı tuzağına düşüren taksitli satış kampanyalarını olabilecek en çığırtkan biçimde duyuruyor, üreticilerin ellerinde kalmış malları tüketmek amacıyla stratejiler oluşturuyordum. Saatler süren toplantılarda müşteriler hep daha da fazlasını istiyor, rekabetin kızıştığını söylüyor ve ellerindeki ürünleri allayıp pullamanın yollarını bulmamız için sahte gerekçeler icat ediyorlardı. Öylesine renkli bir yalanlar dünyasıydı ki bu ve öylesine kapılmıştı ki herkes ilüzyonlara, gerçek olan görünmez hale gelmişti artık. Egoların, egolara seslendiği bu kaotik ortamda ben de bir reklam yazarından çok bir arzuhalci gibi hisseder olmuştum kendimi ve hem yaptığım işi, hem de kendimi sorgulamaya başlamıştım.

Gerçekte, insanların ihtiyacı olmayan şeyleri satmak için o şeyleri yüceltip, potansiyel alıcıların bakış açılarında fark yaratmak üzerine kurulu bir meslektir reklamcılık. Başka bir deyişle, reklamı yapılan her ne ise, onu, insanların benlik duygularını güçlendirecek vaatlerle pazarlama sanatıdır. Hemen hemen tüm reklamlar bir ürüne sahip olmanın sizi başkalarından ayıracağını, kendinizi “özel” hissetmenizi sağlayacağını söyler, ya da bir ürünle ünlü, çekici ya da mutlu görünen bir kişi arasında bağlantı kurarak ifade eder bunu. Sonuçta, alınan şey bir üründen çok bir kimlik güçlendiricidir aslında. Tasarımcı etiketleri ve markalar ise daha da etkili kimlik güçlendiricilerdir, çünkü marka olan şeyler pahalıdır, dolayısıyla da ancak “özel kişilere” ait olabilirler.

Tüketim anlayışının devam etmesini sağlayan en önemli unsur, insanların kendi kimliklerini nesneler aracılığıyla bulmaya çalışmalarıdır ve aslında bu da hiçbir işe yaramaz; ego sadece geçici bir süre tatmin olur, sonra daha fazlasını ister. Egonun kendisini nesnelerle tanımlama ihtiyacı, kişinin onlara bağlanmasına ve takıntılı hale gelmesine neden olur ve bu da nihayetinde tüketim toplumlarını yaratır. Oysaki, sürekli olarak daha fazlası için açlık duymak bir hastalıktır. Kanserli hücreler de bundan farklı değildir, onların da tek amacı kendilerini çoğaltmaktır ve bunu yaparken parçası oldukları organizmayı içten içe yok ettiklerini fark etmezler.

Yaşamımızı sürdürmeye çalıştığımız fiziksel boyutta elbette ki nesneler gereklidir; evlere, giysilere, yiyeceklere, ulaşım araçlarına ve bize keyif veren daha pek çok şeye ihtiyaç duyarız. Nesneler dünyası aşağılanacak bir dünya değil, aksine onurlandırılacak bir dünyadır. Antik kültürlere baktığımızda, insanların cansız nesnelerin bile bir ruhu olduğuna inandıklarını ve bu sayede evrenin canlılığını hissedip soyut olanla somut olan arasında bir denge kurmayı başardıklarını görürüz. Ancak bugün, bizler nesneleri kendi kimliğimizi güçlendirmek için kullandığımızdan onları onurlandıramıyor, egomuzun itilimleriyle sadece onlara bağımlı hale geliyor ve özümüzdeki gerçek varlığı keşfedemiyoruz. Öyle ki, sahip olduğumuz ve kendi kimliğimizle özdeşleştirdiğimiz bir şeyi kaybettiğimizde benliğimizin zayıfladığı duygusuna kapılıp aşırı üzüntülere kapılabiliyoruz. Ne kadar inkâr etsek de bazı nesnelerin bize üstünlük kazandırdığını düşünüyor, sahip olduğumuz mallarla ilgili konuşmaktan zevk alıyor, başkalarının gözündeki değerimizi artırmak için onları kullanıyor ya da bizden daha fazlasına sahip olan insanlara imreniyoruz. Gerçek bu ve bu gerçek ne doğru ne de yanlış; sadece ego. Üstelik, aynı ego kimi zaman tam tersi biçimde de ortaya çıkabiliyor, aynen tüm mülkiyetlerinden vazgeçmiş, her türlü maddi zevki bırakmış bazı insanların kendilerini diğerlerinden daha değerli ve ruhsal olarak daha üstün görmeleri gibi. Tüketim çılgınlığına ve maddiyatçılığa karşı olmak da egonun kendini güçlendirmek adına kullandığı bir düşünce formundan başka bir şey değil çünkü.

Kendinizi bu tür davranış ve düşünce biçimleri içinde bulduğunuzda gülümseyin ve egonuzun neye tutunduğunu fark edin, bağımlılıklarınızı keşfedin. Kendinizi bir şeylerle tanımladığınızı anladığınızda, artık onun ötesine geçmeye başlarsınız. İşte bu, değişimin ve Eckhart Tolle’nin de vurguladığı şu gerçeği değiştirmenin en geçerli yoludur: 

“Bir çok kişi, ölüm döşeğine düşene ve sahip olduklarını sandıkları her şey avuçlarından gidene kadar bunun anlamsızlığını fark etmez. Bütün hayatları boyunca güçlü bir benlik duygusu arayışıyla dolaştıkları halde, aslında gerçek benliklerinin başından beri orada olduğunu, sadece kendilerini ‘şey’lerle tanımlamaları yüzünden bunu anlayamadıklarını algıladıklarında ise zaman dolmuş olur.”

 

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)