Karanlık, kuytu bir köşede, terk edilmişliğin hüzünlü yalnızlığı içinde kendisini beklediğinin farkında bile değildi. Onu ne zaman, nerede kaybettiğini hiç ama hiç hatırlamıyordu. Umursamazlık yerini ciddiyete bıraktığında mı? Hayat bir oyun olmaktan çıktığında mı? Hayaller, gerçeklerin ardında yok olmaya başladığında mı? Noel babalara, perilere ve sihirli lambalara inanmaktan vazgeçtiğinde mi? Aşkın ilk sancılarıyla kıvrandığı gecelerin birinde mi? Acılar ve kederler yüreğine; sorumluluklar ve görevler omuzlarına çöktüğünde mi? İlk kez umutsuzluğa kapılıp çevresinde güveneceği hiç kimse olmadığını anladığında mı? Yoksa, saçma sapan nedenlerle utancın ya da suçluluğun ezici ağırlığı altında çaresiz kaldığında mı?
Bir gece, eski albümlere bakarken fotoğraflardaki küçük kızın gözlerindeki pırıltıya takıldı bakışları ve ondan ne denli uzaklaşmış, onu ne kadar unutmuş olduğunu fark ederek, içinde hissettiği tarifsiz hüzünle, “Bizi birbirimizden ayıran duyguları kelimeler söyler belki” diye fısıldayıp ruhunun karanlık dehlizlerine daldı.
Bir kız çocuğunu anlattı kelimeler. Mutluluk elma yemek; mutsuzluk, elma ağacından düşüp dizlerini kanatmaktı. Huzur, anneanneye saçlarını okşatmak; huzursuzluk, matematikten ikmale kalmaktı. Özlemlerin en büyüğü, kışın denize duyulan özlem; acıların en derini, yaramazlık yaptığı için cezalandırılıp bahçeye çıkamamaktı. Coşku; papatya tarlalarında yuvarlanmak, salıncakta uçmaktı. Keyif, fırından yeni çıkmış kurabiyeyi süte banmak; öfke, komşunun huysuz kızının saçını çekmekti. Hayal kırıklığı, yan mahallenin takımıyla yapılan voleybol maçını kaybetmek; korku, eve geç kalınca kıçına iki şamar yemekti. Hayat, bir oyun; aşk denilen şey, filmlerdeki öpüşme sahneleriydi. Ne zaman ki memeleri tomurcuklanmaya başladı, küçük kızın rahatı kaçtı. Kadın olmaya az kalmıştı.
Aşkı anlattı kelimeler. Çok gençti. Aşk, cehaletin yakıştığı tek şeydi. Nasıl, hem de nasıl sevdiğine tanrı şahitti. Akıl almaz, mantık sığmaz, bu duyguya can dayanmaz… Çok gençti. Bir söğüt ağacıyla paylaştı kalbini delen okun sancısını. Hiç, ama hiç unutmadı erkeğin onu ilk öptüğü ânı.
Hüzünlü bir kadını anlattı kelimeler. Kirli denizlerden çekilen ağlar gibi gelmişti yalnızlık. Renksizdi rengi: hayalsiz ve solgundu kadın. Üç, beş duygu çırpındı, kıyıya vurmuş balık misali. Acısızdı acı: ümitsiz ve yorgundu kadın. Martılar süzülerek geçti yalnızlığın üstünden. Sessizdi isyanları: yaralı ve kırgındı kadın. Balıkçılar, ah o yoksul balıkçılar, onlar da yoktu, ne yazık! Kimsesiz kalmıştı kadın.
Kırık dökük bir aşkı anlattı kelimeler. “Benimken, benim diyemediğimden mi? Yanında, senin olamadığımdan mı? Uzakta, bizi göremediğimden mi? Başka bir nedeni olamaz bu hüznün, bu kederin, bu tarifsiz yalnızlığın. Bir bağırır, bir susarım… Başka bir çaresi olamaz bu zamanda, bu sevdanın.” dedi kadın.
Ayrılığı anlattı kelimeler. Duygular saçıldı etrafa. Biri, bir ok gibi saplandı, diğeri kılıç gibi kesti. Yaralar derindi. Anılar toplandı kutularda. Kurutulmuş çiçekler vardı kitapların arasında. Aşk albümlerde; nefret, aralarında kaldı. Erkek, kadını suçladı. Kadın, erkeği. Bir kapı çarptı.
Umutsuzluğu anlattı kelimeler. Enkaz altında kalmış küçük bir kız çocuğunu arar gibi. İçini kanatan, eksik noksan bir zamana ağlar gibi. Seyrini bilmediği bir gemide karanlığa kayar gibi. Aynalardaki yabancıdan korkar gibi. Kaybettiği kimliğine hükümsüzdür der gibi… Umutsuzdu kadın.
“Hayat sürüyor” dedi kelimeler. İnsanların ağzından döküldüler. İşler, güçler, maddi ve manevi yükümlülükler… Ezildi, kaldı kadın.
Anılar, kelimelere; geçmişin hüzünleri gözyaşlarına karıştı. Parmaklarıyla fotoğraftaki küçük kızın yüzünü okşarken ona kendi çocuk hali olarak değil de sanki çocuğuymuş gibi baktı. Ve kelimeler bu kez yüreğinden aktı: “Yalnızlığını, yalnızlığımla paylaşırsan, eskisi gibi gülümseriz belki de. Bir sabah kalkar ve saçlarını tararken içinden onları örmek gelirse, ben gösteririm nasıl öreceğini. Güneşin ışıltılarına kapılıp da sokağa çıkmak istersen soğuğa karşın, sıkı sıkı giydirip seksek oynatırım sana kaldırım taşlarında. Bedenini rüzgara verdiğinde kollarını iki yanına açtırıp martılarla konuşturabilirim seni, herkes bize deli dese de. Üşüdüğünde, sıcak çikolata hazırlar ve yorganın altında masallar anlatıp hayaller kurarım seninle ve iyi bir hayalci olmanın yaşamına neler katacağını açıklarım. Bir yerlerde sevdiğin bir şarkı çalıyorsa dans edebilirim seninle saatlerce. Yavru bir sokak köpeğini eve getirmene izin verir, sınavdan kırık not aldığında üzülmemeni söylerim. Korkularını yatıştırır, şefkatle sarılırım küçük bedenine ve kendine güvenip inanman için telkinlerde bulunurum anlayacağın dilde. Hayatını kendi içsel gücün ve sevginle biçimlendirmeni söyler, bunu yapabilecek kuvvete sahip olduğunu anlatırım. Kendini olduğun gibi ifade etmenin, çekinmeden “Hayır” ve “Evet” diyebilmenin önemini anlamanı sağlarım. Özgürlüğü en doğal hakkın olarak görürken desteğimi de her daim hissettiririm sana. Yaşadığın her anın bir diğer anı etkileyecek kadar değer taşıdığını ve hayatın da zaten bundan ibaret olduğunu fısıldarım kulaklarına. Anlara anlam katan küçük mutlulukları paylaşırım seninle. Ve seni severken kendimi de sevmeyi hatırlarım.”
İçinin derinliklerinde görebiliyordu o küçük kızı. Karanlık, kuytu bir köşede, terk edilmişliğin hüzünlü yalnızlığı içinde kendisini bekliyordu. “Hadi, hadi!” diyordu, “Gözlerine bak, beni göreceksin orada. Bir vakitler gördüğün gibi. Biraz muzip, biraz yaramaz ama hayat dolu, coşku dolu. Uzat ellerini. İçindeki küçük kız seni çok özledi. Artık ortaya çıkmak istiyor. Seninle oynamak istiyor. Hadi, uzat ellerini!
İçinizdeki çocuğun sessiz çağrısına kulak verin. Eminim, hepimiz çok ihmal ettik onları. Karanlık, kuytu köşelerde, terk edilmişliğin hüzünlü yalnızlığı içinde unuttuğumuz o çocuklara ruhlarımızın ihtiyacı var. Hayat onlarla çok daha güzel çünkü.
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024