Ulus devletlerin tarihsel süreç içindeki dönüşümü, özellikle küreselleşmenin etkisi altında yeniden şekillenen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ulus devletin yükselişi, modernitenin ve kapitalist ekonominin gelişimi ile doğrudan ilişkilidir. Ancak, küreselleşme ile birlikte bu yapıların otoriteleri ve işlevleri sorgulanmakta ve dönüşmektedir. Bu bağlamda, ulus devletlerin hem tarihsel gelişim süreçlerine hem de küreselleşmenin getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel etkilerine kapsamlı bir şekilde odaklanmak, bugünün dünyasını daha iyi anlamamıza olanak tanımaktadır.
Ulus Devletin Tarihi ve Modernitenin Yükselişi
Ulus devletler, 18. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle Fransız Devrimi’nin ardından, egemen birer yapı olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Feodal düzenin çökmesi ve sanayi devriminin etkisiyle merkezi yönetimler güç kazanmış, bu süreçte vatandaşlık kavramı, ulusal kimlik inşası ve eşitlik gibi kavramlar gelişmiştir. Fransız Devrimi, monarşik sistemlerin ve feodal lordlukların çözülmesine yol açarken, ulus devletlerin toplumlar üzerindeki otoritelerini pekiştirmiştir.
Benedict Anderson, ulus devletlerin ortaya çıkışını “hayali cemaatler” kavramı ile açıklamıştır. Anderson’a göre, geniş kitlelerin ortak bir kimlik etrafında bir araya gelmesi, bu toplulukların büyük ölçüde “hayali” olmalarıyla bağlantılıdır, çünkü bu insanlar birbirlerini hiç tanımazlar, ancak aynı ulusal kimlik altında birleşirler. Bu birlikteliği mümkün kılan en önemli faktörlerden biri, matbaanın yaygınlaşması ve ulusal dillerin gelişmesidir. Anderson, modern ulus devletlerin dil birliği ve ortak tarih anlatıları üzerinden inşa edildiğini belirtir (Anderson, 1983).
Benzer bir şekilde, Eric Hobsbawm da ulus devletlerin ortaya çıkışını sanayi devrimiyle ilişkilendirir. Ona göre, modern ulus devletler, merkezi otoritenin güçlendiği, ekonomik yapının ulusal çıkarlar doğrultusunda şekillendirildiği ve toplumsal sınıfların yeniden yapılandırıldığı bir dönemin ürünüdür (Hobsbawm, 1990). Hobsbawm’ın bu analizine göre, ulus devletler, ekonomik büyüme ve ulusal birlik projeleri etrafında kendilerini meşrulaştırmışlardır.
Küreselleşmenin Ulus Devletler Üzerindeki Etkisi
Küreselleşme süreci, ulus devletlerin egemenliğini ve bağımsızlıklarını sınırlandıran önemli bir dinamik olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle 20. yüzyılın sonlarından itibaren küresel ticaretin hızlanması, sermaye akışlarının serbestleşmesi ve uluslararası örgütlerin güçlenmesiyle ulus devletler, geleneksel işlevlerinden bazılarını yitirmeye başlamıştır. Küreselleşme, bir yandan dünya ekonomilerini birbirine daha bağımlı hale getirirken, diğer yandan da devletlerin ekonomik politikalarını uluslararası piyasa aktörlerine göre şekillendirme zorunluluğu doğurmuştur. David Harvey, “Postmodernliğin Durumu” adlı eserinde, küreselleşmenin kapitalist krizleri derinleştirdiğini ve devletlerin bu krizler karşısında giderek daha fazla uluslararası sermaye karşısında zayıf düştüğünü vurgulamaktadır (Harvey, 1990).
Bu süreçte, ulus devletlerin ekonomik bağımsızlıkları büyük ölçüde dış ticaret ve küresel finans piyasalarına olan bağımlılıkla sınırlandırılmıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, dış borçlanma ve uluslararası finans kuruluşlarının (IMF, Dünya Bankası vb.) dayattığı kemer sıkma politikaları, devletlerin halkları üzerindeki refah dağıtım işlevlerini zayıflatmıştır. Naomi Klein, “No Logo” kitabında küreselleşmenin özellikle çok uluslu şirketler aracılığıyla devletlerin egemenliklerini zayıflattığını ve sosyal eşitsizlikleri derinleştirdiğini savunur (Klein, 1999).
Supranasyonel Yapılar ve Devletlerin Egemenliği
Küreselleşme, sadece ekonomik açıdan değil, siyasi olarak da ulus devletlerin egemenliğini aşındırmıştır. Uluslararası örgütler, çok taraflı anlaşmalar ve supranasyonel yapılar, devletlerin karar alma süreçlerini sınırlayan yeni otoriteler olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği (AB) gibi bölgesel entegrasyon projeleri, devletlerin egemenliklerini bir ölçüde devretmeleri gereken alanlar yaratmış ve bu süreçte ulus devletlerin uluslararası işbirliklerine olan bağımlılığı artmıştır.
Bu bağlamda, Immanuel Wallerstein’ın dünya-sistemleri teorisi, küresel kapitalist sistemin devletlerin üzerinde bir otorite kurarak, ulus devletleri daha geniş bir kapitalist ağın birer bileşeni haline getirdiğini iddia eder. Wallerstein, modern dünya ekonomisinin, devletleri uluslararası kapitalist rekabetin bir parçası haline getirdiğini ve bu sistemde devletlerin bağımsız hareket edebilme yeteneklerinin sınırlı olduğunu vurgular (Wallerstein, 1974).
Kültürel Çeşitlilik ve Homojenlik Arasındaki Çelişki
Küreselleşme, ulus devletler üzerindeki bir diğer önemli etkiyi kültürel alanda göstermektedir. Küreselleşme, bir yandan ulus devletlerin sınırlarını aşan kültürel alışverişleri artırırken, diğer yandan da devletlerin homojen ulusal kimlikler inşa etme çabalarını zayıflatmaktadır. Bu noktada, Eric Hobsbawm, modern ulus devletlerin, homojen kültürel yapılar yaratma eğiliminde olduğunu ve bunun toplumsal çatışmalara yol açabileceğini belirtir. Kültürel çeşitlilik ve göç gibi olgular, devletlerin ulusal kimlik inşa süreçlerinde zorluklar yaratmakta ve sosyal uyum sorunlarına yol açmaktadır (Hobsbawm, 1990).
Ayrıca, küreselleşmenin getirdiği sosyal eşitsizlikler, bu kültürel çeşitliliğin toplumsal gerilimlere dönüşmesine neden olabilmektedir. Kültürel homojenliği teşvik eden devlet politikaları, etnik ve dini azınlıklar üzerinde baskı oluştururken, aynı zamanda göçmen topluluklarının entegrasyonunu zorlaştırmaktadır. Kültürel çeşitliliğin azalması, yerel kimliklerin zayıflaması ve küresel kültürün egemen hale gelmesi, ulus devletlerin içindeki farklılıkları yönetme yeteneklerini sınırlandırmaktadır.
Ulus Devletlerin Geleceği
Küreselleşme, ulus devletlerin gelecekteki rollerini yeniden tanımlamaktadır. Bir yandan, devletlerin egemenliklerini aşındıran supranasyonel yapılar güçlenmekte ve devletler küresel sorunlarla başa çıkmada daha fazla uluslararası işbirliği yapmak zorunda kalmaktadır. İklim değişikliği, küresel salgınlar, terörizm ve uluslararası suç gibi küresel sorunlar, devletlerin yalnızca ulusal sınırlar içinde çözüm üretemeyeceklerini göstermektedir. Öte yandan, bu küresel işbirliği süreçleri, ulus devletlerin uluslararası düzeyde daha etkin olmasını da sağlayabilir.
Ancak, ulus devletlerin gelecekteki rolü, küreselleşmenin yarattığı sosyal, ekonomik ve kültürel zorluklara vereceği tepkilere bağlıdır. Devletler, sadece ekonomik büyüme ve güvenlik politikaları değil, aynı zamanda toplumsal eşitlik, kültürel uyum ve çevresel sürdürülebilirlik gibi konulara da odaklanmak zorunda kalacaktır. Bu bağlamda, ulus devletlerin geleceği, hem küresel sorunlara entegre çözümler geliştirebilmelerine hem de iç dinamikleri yönetme yeteneklerine bağlıdır.
Kaynakça:
•Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. Verso.
•Hobsbawm, E. (1990). Nations and Nationalism Since 1780: Programme, Myth, Reality. Cambridge University Press.
•Harvey, D. (1990). The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Change. Wiley-Blackwell.
•Klein, N. (1999). No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies. Knopf Canada.
•Wallerstein, I. (1974). *The Modern World-System: Capitalist Agriculture