Hepimiz zincire vurulmuş uygarlıkların kalıntılarının arasında yaşıyorken ayak izlerimizden korkarcasına yürüyoruz. Bazen Midas’ı ve Silenos’u da düşündüğümüzde bir yere gizlenip Silenos ile Kral Midas’ın karşılaşmalarını ve Midas’ın bilge Silenos’a sorduğu içimizi karartan o soruyu duymayı bekliyoruz. Midas Silenos’a “İnsan için en iyi olan nedir?” diye sormuş Silenos susmuştu. Kral Midas sorusunu üsteleyip durunca, Silenos bir kahkaha atmış ve şöyle demişti Kral’a: “Var olmamak, varsa hemen ölmek; budur insan için en iyi olan.” Bu durum karşısında Kral Midas susmuştu.
Sahi hiç düşündünüz mü sizin için, yakınlarınız için ve diğer insanlar için en iyi olan şey nedir diye?
Eminim düşünmüşsünüzdür ve hepinizin de kendinize göre cevapları vardır. Ama merak ettiğim bu soruya cevap ararken ölümü nereye koydunuz, ölüme nasıl bir anlam yüklediniz.
Bu soru ve ölüm duygusu içime çöktüğünde hemen mitoloji kahramanlarını, kitap kahramanlarını, edebiyatçıları ve kalemleri mezarlıklara açılan, “Ölü filozof kahvelerini” aramaya çıkarım ve yeraltı şehirlerinde ruhuma mıh gibi çakılan ölüm duygusu attığım her adımda yolumu keser, ben de Cahit Sıtkı’nın “Ben Ölecek adam Değilim” şiirinin son satırlarını anımsarım. “Kapımı çalıp durma ölüm, Açmam; Ben ölecek adam değilim.” Ya da Kazancakis’in Zorba romanındaki gibi “Ölüme yanmış bir kaleden başka bir şey bırakmayın” diyen adamı.
Mitoloji kahramanları, filozoflar, şairler ve roman kahramanlarının yaratıcıları ölüme meydan okumak için kendilerine ait tek başınalıklarıyla arkalarında, muazzam bir düş dünyası bıraktılar.
Ben de kendimle ve ölümle cebelleşmek için sürekli “ölü filozof kahvelerini” arıyorum yeraltı şehirlerinde, kendi toplumlarında yalnızlığa hüküm giydirilen “ölü asileri”, düşünülen dünyanın kahramanlarını ve kendi yüreklerinin sınırında sürgün yaşayanları düşünürüm. O sürgünlerde onları hiç yalnız bırakmayan ve her nereye gitmişlerse onları ayakta tutup, ütopyalarının ve ortak hikâyelerinin unutulmasına izin vermeyenleri hatırlarım.
Sonra Küçük Prens’in sesi gelir kulağıma, “Eğer seviyorsanız gözyaşlarını da hesaba katın”. Ya da “Karamazof kardeşlerdeki kutsal Alyoşa’nın sesi; “ilk basamağa adımını atanlar son basmağa kadar çıkmak zorundalar” ve Oberman’ın sürgünlere çağrısını, “Hiçbir felaketle karşılaşmadı. Ama nefret ve hayal kırıklığı ile döşenmiş uzun bir yolun sonunda kendisiyle karşılaştı. Orda kaldı, orda yaşadı, orda vaktinden önce tükendi ve orda öldü”
Ölüm ve yaşam hepimizin kapı eşiğinde duruyor. Belki bilmiyoruz ama her kayıp ölüler evimizde ölüm diye yazılıyor. Nedense biz hep bu ölüler evindeki hafızayı hatırlıyoruz. Yaşam kapı eşiğimizde dursa da yaşamı da ölümden korkarak ona çeşitli maskeler giydirerek yaşıyoruz.
Size önerim ölüler evindeki hafızanızı da unutmayın ama yaşamayı da unutmayın ve hakikate ulaşmak istiyorsanız sevgilinizin kalbine tutunun. İşte o zaman yaşam onunla yarattığınız ortak hikâyelerde avuçlarınıza değecek.
Bunun için sevgilinizle birlikte yaratacağınız; ortak hikâyelerinizde kalın, o hikâyelerde yaşayın, o hikâyelerde vaktinde tükenin ve o hikâyelerde ölün. Çünkü ömrünüzden harfler eksildiğinde ya da o kalbe tutunmayı unuttuğunuzda ölüm kuyusundan dolayı hiç yaşamamış olacaksınız.
Ölümün kapısını aralayan kalem, mezar taşınıza son dip notu düşürdüğünde kendi otak hikâyenizde biriktirdiğiniz düşler bırakın kalanlara ve kendi ateşinizin odunlarını siz biriktirin. Bir dostum bir hattatın hikâyesini anlatmıştı bana ve içim burkulmuştu.
Hattat hiçbir kurşun kalemini tamamen bitirmemiş ve onları biriktirmişti. Dostum sormuştu ona; “bunları niye biriktirdiniz” diye, hattat şöyle bir cevap vermişti. “Vasiyet ettim ben öldüğümde benim bedenimi yıkamak için suyu bu kalem kırıntıları ile ısıtsınlar.”
Eminim ki kendi ateşine odun taşıyan hattat olmak, zincire vurulmuş uygarlıkların içinde ölüm maskesi ile yaşamaktan daha değerlidir.
- Öfke! - 28 Kasım 2018
- Kayıp! - 13 Kasım 2018
- Beden imgesi - 4 Kasım 2018