Kabuslardan düşler yarattım…

“Cahiller arasında yaşayan özgür bir insan mümkün mertebe onların yapacağı iyiliklerden uzak durmaya bakar.”

Spinoza

Kâbuslarımdan düşler yarattım…

İnsan kâbuslarından da düşler yaratır, bir noktadan sonra kâbus, seni uyaran, yukarıya doğru iteleyendir.
Zihinle başlar yolculuk…
Onun seni ele geçirmesine izin verdiğin anda yavaş yavaş düşmeye başlarsın.
Hoop bir bakarsın -dip- ile sarmaş dolaş olmuşsun.
Tam süzülerek yukarıya doğru çıkmaya çabalarken, hiç susmayan düşüncelerine bir yenisi daha eklenir. 1000. iken 1001. Oluverirler.
( Rakamla yazdım evet)
Zihnin, bedeninle el ele verip nanik bile yapar hatta ve seni ele geçirdiğinde yavaş yavaş bedenine sığmamaya başlar.

Zihin ile bedenin düellosudur bu!

Varoluşunla uğraşırken bir de üzerine yaşadığın ülkenin gündemi eklenir.

“Bir mafya liderinin videolarından “medet ummanın” nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışırsın mesela…
Hâlbuki neden farkına varmaz ki insan, bugün bir mafya liderinin eline gücü verdiğin anda hepimizi bambaşka çıkmaz bir felâketin içine sürükleyebilir.

Tüm bunları neden yapmaktadır?
Amacı nedir?
Adam çok zeki imiş!
Ne yapmalıyım onun zekâsıyla?
Ya da o ne yapacak bu zekâsıyla, ve yüzleştirdiği şeylerle?
İstenildiği anda her şeye kolayca erişim engeli koyulabiliyorken, bu şahsa neden konulmamaktadır?
Bir mafya liderinin hukuktan bahsetmesini neden dinlemek zorundayım?
Bu çok içler acısı değil midir?

Bir iltihaplı insan, diğer iltihaplıları ele veriyor…

Sanırım, Türk toplumunun her şeyi “es geçip” sadece güce tapan ve buradan beslenen bir tür olduğunu kolayca unutuyoruz!
Mafyöz bir adamın yüzleştirdiği şeylerden, adalet ve hukuk beklemek kadar içler acısı ve dramatik bir şey az bulunur bence.

Bunların hiçbirini düşünmek istemiyorum, tüm samimiyetimle istemiyorum biliyor musunuz.

Gölde bir balığın, diğer balığa kur yapması bana her şeyden daha gerçek ve anlamlı geliyor.

Bence yaşamak hem çok kolay hem de çok zor sevgili dostlar…

İnsan yaşamak istediklerini iyi biliyorsa ve bu kendi yaşamı ile çelişiyorsa, bu memleket meselelerinden çok daha öncelikli ve önemlidir!
İnsanın yaşamı sadece yaşadığı coğrafya sebebiyle mi kendisiyle çelişmektedir? Yani şimdi seni var olmak istediğin coğrafyaya ışınlasak yaşamın ve kendin ile çelişkilerin sona mı erecek?
Felsefe tüm bunlardan bağımsız düşünür.

Ben kendi ölümüme iyi hazırlanmak istiyorum.
Her an ölecekmişim gibi yaşamaya çabalarken, kendi yolculuğumu gerçekleştirebilmiş olarak ölebilmeyi arzu ediyorum.
Kendime koyduğum hedef bu, sizleri bilemem.

Beden, işlevselliğini yitirene kadar yaşın hiçbir önemi yok.
Mümkünse; beden, işlevselliğini yitirmeye başladığı anda ölmek istiyorum.

Tüm bunları düşündüğümde, kendi varoluşumun üzerine kafa yormak, bana memleket ya da diğer meselelerden çok daha önemli geliyor.

Kendin olabilmeyi beceremedikten sonra, hangi konuyla ilgili konuşursan konuş, ne kendine ne de bir başkasına faydan var…
Hatta faydadan öte, zararlı olduğu kesin.
Hayat büyülü bir şey.
Kocaman bir armağan.

Akşam çocuğunla oynayacağın “aslan- kaplan oyunu” şu anda kafa yorduğun memleket meselelerinden daha değerli ve önemli inan!

Aylardır birlikte iyi bir sevişme yaşayamadığın eşine, sevgiline, bu gece göstereceğin yakınlık her şeyden daha sahici emin ol!

Hatta; sırf bunları yapmadığın için, bir gün çocuğunun bu ve benzeri mafyöz adamlara hayran, seçimlerde “oy”unu onlardan yana kullanacak biri olma ihtimali de oldukça güçlü, bu çok can sıkıcı değil mi?
Evet bu kadar iddialıyım!

Kocaman bir dünyada her şeyi kendi etrafında olup bitenden ibaret zannetmek kadar dramatik bir durum yok aslında!

Uçsuz bucaksız bir dünyanın hepimize fısıldadıkları varken, dünyayı kendi eksenin etrafında dönüyor zannetmek gerçekten de acayip!

Bir ilkbahar serinliğinde ağaçları seyretmek, sonra uyumak, sonra gene ağaçları seyretmek, sonra gene uyumak istiyorum.

Ertesi gün gökyüzüne bakıp, tekrar uyumak, sonra tekrar gökyüzüne bakıp, tekrar uyumak istiyorum.

Diğer gün Anouar Brahem’in “Le Pas du Chat Noir” albümünü dinlerken, balkonuma yer yapan karıncaları izlemek, sonra tekrar başka müzikleri dinlemek ve sonra yeniden karıncaları izlemek istiyorum.

İnsanın yaşadığı yer, yaşadığı yerdir sadece…
Aslında böyle olmalıdır!

Coğrafyaya, bayrağa ve millete tapınmanın damarlarda nasıl gezindiği incelenmeli bence!
Kan nasıl akar bu ruh haliyle bilmem ki…

Yersiz ve yurtsuzum ben.
Samimi olarak hissettiğim budur!
Yaşadığım coğrafya ve tüm olan biteni anlama çabası çok önemli ama önce kendi varlığımı anlamalıyım.

İnsanca ve abartılı duygulardan uzak yaşamak istiyorum.
Gözyaşının da, bol kahkahanın da, fütursuzca yapılan mizahın da samimiyet içermediğini gördüm.

Aynı şekilde insan ilişkilerindeki aşırı yakınlaşmanın tez zamanda uzaklık getirdiğini de gördüm.

İnsanın basit ve anlaşılır bir ritmi var, bu basitliği ( küçük bir dünya değil söz ettiğim) ve sadeliği küçümseyip anlaşılmaz hâle getiren gene insan.

Amerikalılar bu sebeple küçümsenirler biliyor musunuz?
Direkt soruları ve sizin kocaman sorun ettiğiniz şeyleri tek bir soru ile çuvallattıkları için…

Hayatın sırrını çözmüş insanlar, derinliklerini önce kendi ruhlarında anlamaya gayret gösteren, samimi ve nezaketi yüksek olanlardır. Alıngan değildirler, kolay kırılmazlar…

Bugün böyle oradan buradan, her yerden, her şeyden konuşmak geliyor içimden.
Hiçbir sırası yok…
Kendi kendime konuşurken yazıyorum aslında.

Bir de biliyor musunuz; ben açık olmayan, sürekli kontrollü insandan -fevkalâde- çok korkarım.

Sürekli bir gizlenme, kelimeleri kontrol etme çabası, her şeyden önce insanın kendisinden gizlenmesi değil midir?

Kibir ve egonun, tavırlarda kendini gösteren hâlidir o.
Ego her birimiz için bir yere kadar gereklidir, ama -hoşgörü- adı verilen o samimiyetsiz yaklaşım, her yerde kendini ele verir aslında…

Siyasette bile bu böyledir.
Halkın içinden biri olarak halka kızarız. Ama halk kendisi gibi konuşana yaklaşır, orada kendisini görür ve yakınlık hisseder. Ve böyle olan kazanır!

Altını çizdiğimiz kitaplarda da öyle değil midir?
Kendimizi bulabildiğimiz yerler varoluşumuzu hatırlatmaz mı bize?

Kendi adıma vazgeçebilmek ve vazgeçilir olabilmek bana dünyadaki yerimi hatırlatıyor…
Biliyorum ki yaşam her şeyi geride bırakarak ilerliyor.
Geçmişte yaşanılan güzel şeyleri elimizde tutmaya çalışma çabası ve bugüne taşıma arzusu bana patolojik geliyor.
Bence tek meselemiz geçmişin birikimiyle bu “an”a odaklanmak olmalıdır.
Ancak, insanın bencilliği, geçmişi bugüne taşımak niyetindedir çoğunlukla.
Şu anda var olmayan geçmişin bize hissettirdiği şey hüzün, keder ve onu elimizde muhafaza edemememizdir.

İnsan; geçmiş ve gelecek arasında sıkışan, geçmişten vazgeçemeyen ya da yaşanmamış gelecek üzerine plânlar yapan, strateji üretmeye çalışan, ölümlüğünün yeteri kadar farkında olmayan, bir yanıyla da ölüm gerçeğinin verdiği baş edilemez çaresizliği bir türlü hazmedemeyen bir varlıktır.
Çok da haklıdır üstelik!

Bu yüzyıl, sürekli olarak gerçeküstü bir sağlıklı olma ve genç kalma takıntısını bize pompalıyor, sanki bu gerçekleşirse mutlu olacağız ve her şey yerli yerinde olacak.
Neden sürekli mutluluğun peşindeyiz?
Bir dayatma durumundan mutluluk çıkar mı?
Mutsuz olursak ne olur?

Hiçbir sanat eseri, buluş, icat mutlulukla gerçekleşmemiştir.
Son derece sancılı ve mutsuzluk taşıyarak sonuca ermiştir.
Sahi, sürekli bir mutluluk hâliyle kendini kandırmak iyi mi geliyor?
İnanıyor musun buna?
Tek cümleyle hayatın dağılabilir oysaki…
Yaşam, bizim ele geçirip tutmaya çalıştığımızdan çok başka, o sadece kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Bu gece ruhumla bir parça daha yakınlaşmaya çalışabilirsek, onu samimiyete ve sahiciliğe davet ediyorum.
Becerebilir miyim acaba?

“Gerçek kesinlik ister, tutku ise sadelik”
“Edgar Allan Poe” böyle söyler.

Her ikisi de mükemmel olurdu aslında, eğer tercih etmek durumundasın deselerdi; “Tutkunun sadeliğini” seçerdim.

Hayat geçiyor…
Kısa mı uzun mu bilinmez ancak kuşlar da sıkıldı sürekli uçmaktan bence.
İnsanın yarattığı şiirlerde uçarak var olmak da bir yere kadar…

Çünkü ömür onlar için ölüme dek uçsuz bucaksız ve çok özgür…

Sürekli uçmaya çalışmak da mahkûm olmak değil midir?

Bence, “Descartes”ın şu sözleriyle bitirmek çok anlamlı olacak:

“Duygularını en çok harekete geçirebilen kişiler, bu yaşamın en çok tadına varan kişilerdir. Ne var ki bunları doğru kullanmayı bilmiyorlarsa ve şans da onlardan yana değilse, en buruk, en acı deneyimleri yaşayacak kişiler de gene onlardır.”

Arzu BURSA