“Çin neden ABD’nin hedef tahtasında?” başlıklı yazımızı da şu sözlerle sonlandırmıştık: “ÇKP’nin parti görüşlerini yansıtan İngilizce yayın organlarından biri olan Global Times da yer alan bir başyazı bizce bu soruya en doğru yanıtı vermiş. ‘Çin, ucuz emek kaynağı bir fabrika olarak Batı’nın refahına katkı yapan bir konumda kalmalıydı. Ama ÇKP liderliği sayesinde Çin, Batı’nın hegemonyasından bağımsız kaldı ve dünyanın ikinci en büyük ekonomisi oldu. Üstelik Batı gerilerken Çin’in uluslararası nüfuzu arttı. Covid-19 salgını karşısındaki çaresizlik, Batı’da sistemlerine ilişkin güveni çökertti. ÇKP’yi ‘dünyayı tehdit eden virüs’ olarak lekelemeleri bu nedenledir.’ “ Ardından da “Gelecek yazımızda Global Times yazarının iddialarının arka planını yani bir hegemonya adayı olarak Çin’in ekonomik, askeri ve kültürel-ideolojik alanlardaki bugünkü konumunu ele alacağız.” demiştik.
Bugünkü yazımızda söz verdiğimiz gibi Çin’e dair bu iddiaların ekonomik alandaki somut karşılıklarını ele alacağız. Diğer alt başlıklar ise gelecek yazı ya da yazılarımıza kaldı.
Ekonomik göstergeler açısından bugünkü Çin…
1978 yılından bu yana süregelen restorasyoncu reformlarla dış dünyaya açılan Çin, yüz milyonlarca köylünün ucuz ve kuralsız işgücü olarak deniz kıyılarında ve nehir boylarında kurulan serbest sanayi bölgelerine akıtılması ve uluslararası sermayeye yüksek sömürü oranı vadetmesi nedeniyle zamanla yabancı yatırımcılar açısından hayli cazip bir ülke durumuna geldi. 1990’lı yıllarda iyice belirginleşen ABD ve Avrupa’nın düşük ve orta teknolojili imalat sektörlerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne kaydırmaları, emperyalist-kapitalist işbölümü içerisinde bir rol değişiminin ürünüydü ve bu Çin’de düşük maliyetli ve fiyatlı metaların ihracatı yoluyla büyüme politikasının temel dayanağıydı. Büyük ve ucuz işgücü cenneti haline gelen Çin, bu strateji ile 2005 yılında artık dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olmuştu. Ama o zamanlar bile Çin’in ar-ge harcamalarına yönelik yüksek harcamaları ve bankacılık alanındaki potansiyelleriyle çok da uzun olmayan bir gelecekte dünyanın en büyük ihracatçı ülkesi olabileceğine ve giderek de bu ihracatının teknolojik ve finansal boyutlarında da önemli gelişmeler yaşanacağına dair net göstergeler mevcuttu. Zire daha o zamanlardan açık biçimde görülmekteydi ki Çin, dünyada salt ucuz işçiliğine dayalı bir üretim merkezi olmanın ötesinde teknoloji üreten bir ülke durumuna gelmek için de adımlar atmaktaydı.
Çin’in kerameti…
Çin’in ve aynı zamanda Rusya’nın özgünlüğü emperyalizmin yarı sömürgeliştirme girişimlerine direnebilecek bir ideolojik, teknolojik ve ideolojik birikimi, coğrafi büyüklüğü, büyük ve belirleyici devlet olma tarihsel iddia ve misyonu ile birleştirmiş olmalarıydı. Yeltsin’in batıya teslimiyete dayalı kapitalist restorasyon stratejisine bizzat devletin ve bürokrasinin içinden büyük bir karşı çıkış olması bu özgün durumun açık ifadesiydi. Bu nedenle Çin yöneticileri tekstil, oyuncak vb. üretimi ile sınırlı ve çevreleşmeye yol açacak bir ekonomik modeli hiçbir zaman Çin’in kaderi olarak görmediler. Daha en başından itibaren sanayileşme, teknolojik gelişme amacını korudalar ar-ge harcamalarını önemsediler.
Diğer taraftan küreselleşmeci dünya ekonomik merkezlerinin telkiniyle sanayi sektörünün toplam üretim içindeki payını hızlı bir şekilde düşürerek, hizmetler sektörünün payının arttırılması, Hindistan gibi Çin ile birlikte önemli gelişme kaydeden bir ülkenin ivmesini kaybetmesine yol açmıştır. Fakat benzer telkinlere karşın Çin sanayi sektörünün toplam üretim içindeki ağırlığını yıllar içinde korumak ve artırmak stratejisine kararlıca devam etmiştir. Yukarıda söz ettiğimiz özgünlükle şekillenen bu stratejik tercih, ülkenin istikrarlı bir şekilde büyümesindeki ve gelişmesindeki önemli etkenlerden birisi olmuştur. Çin’i çevreleşmek kaderinden koruyan ve giderek bir emperyalist hegemonya adayı güç haline getiren sürecin anahtarı işte tüm bu yaklaşımlardı.
Bu yöndeki adımlar baskı ve telkinlere rağmen artırılarak sürdürüldü ve bu tercihi nedeniyle Çin, artık sadece gelişmekte olan ülkeler için değil emperyalist ülkeler için de dünya piyasalarında önemli bir ekonomik rakip, ciddi bir küresel siyasal ve askeri güç haline gelebilmiştir. Bugün artık, ekonomik gücünün, teknolojik ve finansal kapasitesinin yanı sıra askeri kapasitesiyle de Çin Halk Cumhuriyeti, tartışma götürmez biçimde emperyalist dünyanın iç dengelerini etkileyebilen, bu dengeleri bozan bir ülke haline gelmiş durumdadır.
Son on beş yıl büyük atılım…
Son 15 yılda ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti. Çin’in uluslararası alanda ekonomik ve siyasi ağırlığı arttı. 1990’dan bu yana genel itibariyle dış ticaret fazlası vermeyi başarmasında, Çin’in sanayi malı ihracatının toplam ihraç malları içindeki payının zaman içinde artması ve tam tersi durumun sanayi malları ithalatında gerçekleşmiş olması etkili olmuştur. Çin’in orta ve yüksek teknolojili ürün ihracatının toplam ihraç malları içindeki payının zaman içinde önemli oranda artış göstermiştir. Dünya Bankası 2018 raporu, 1990-2016 tarihleri arasında Çin’in toplam ihracatı içinde sanayi mallarının oranının büyük artış gösterdiğini ( yüzde 71,5 dan yüzde 94‘e) ithalatında ise sanayi mal oranının belirgin bir düşme yaşadığını (yüzde 80 civarından yüzde 58 lere) gösteriyor.
“Alım gücü paritesi hesabı” ile bakıldığında da Çin, 2017’den bu yana dünyanın en büyük ekonomisidir. Yapılan öngörüler göstermektedir ki cari dolar hesabına göre de Çin millî geliri 2028’de ABD’nin önüne geçecektir. Bu iddiayı destekleyen birkaç ayrıntı ekleyelim: 2020’de Batı %5,4 oranında küçülürken Çin %2,3’lük büyüme gerçekleştirdi. : Çin dünya ticareti içindeki payını 2000’li yılların başından bu yana belirgin biçimde arttırarak birinci sıraya oturdu. Çin’in toplam küresel ihracat içindeki payı 2003 yılında % 5,9’dan 2019’da % 13,2’ye çıkarken ABD’nin payı aynı yıllarda %9,8’den % 8,5’e geriledi. 2020’de tüm Batı ekonomilerinde ihracat yüzde 7 oranında gerilerken Çin’in ihracatı yüzde 3,6 artarak dünya ticaretinin %14’üne, yani 1981 sonrasında tek bir ülkenin ulaşabildiği en yüksek orana ulaştı… Üstelik Trump’ın ticaret savaşına rağmen…
Fortune Global 500 listesinde, 2008 yılında yalnızca 1,1 trilyon dolar gelir ve toplam içinde %5 payla 29 Çin şirketi vardı. 2020 yılına gelindiğinde, karşımıza, toplam 8,3 trilyon dolar gelirle, toplam içinde %25 payla, 129 Çin şirketi çıkıyor; Çin kaynaklı enerji, finans, telekomünikasyon şirketleri dünya listelerinde ilk ona tırmanıyordu. Neredeyse tamamı birinci kuşak zenginlerden oluşan Çinli dolar milyarderleri dünyanın en zenginleri olmuş durumda. 2021 tarihli Hurun Küresel Zengin Listesi’ne göre dünyanın en zenginlerinin üçte biri Çinli. 2008 finans krizinden sonra dünya ekonomisinin büyümesinin üçte biri Çin’de gerçekleşti. Benzer şekilde yabancı sermaye çekmede ve araştırma geliştirme yatırımlarında da Çin ABD’yi geçmiştir
Yakın geleceği belirleyecek önemli bir etken olarak; gıda ve su kaynakları başta, iletişim, savunma, uzay sanayilerindeki ileri teknoloji de kullanılan terbium ve dysprosium, lithium, vanadium, gadolinium gibi ender metallerin çıkarıldığı bölgelerin, üretimin ve piyasaların daha şimdiden Çin’in denetimine geçmiş olduğunu da vurgulayalım.
Sermaye ihracı ve finansal göstergeler…
Dünya ticareti içindeki ağırlığına paralel Çin’in kredi veren bir ülke olarak önemi de son 20 yılda hızla arttı. Harvard Business Review’da yayımlanan bir araştırma, Çin’in 150’den fazla ülkeye verdiği kredilerin toplam 1,8 trilyon dolarla dünya hasılasının %5’i gibi çok çarpıcı bir düzeye yükseldiğini gösteriyor. Bugün artık dünyanın en büyük 10 bankası sıralamışında ilk dört sırayı Çin mahreçli bankalar işgal etmiş durumda. Harward Üniversitesince yapılan bir araştırma Doğu Afrika’dan Pasifik adalarına en az 16 ülkenin Çin’inden aldıkları borcu ödeyemeyecek durumda olduğunu saptıyor. Ödenemeyen borçların karşılığında Çin, Sri Lanka da olduğu gibi limanlar başta stratejik alanlardaki yatırımlara el koyuyor.
Bu tablo Çin’in genel olarak sermaye ihracı özel olarak da portföy yatırımlarında da son on beş yıl içinde büyük atılım yaptığını gösteriyor. Fakat hegemonya mücadelesinde Çin ve ABD’nin hâlihazırdaki pozisyonlarının doğru ve tam olarak anlaşılabilmesi için bu yatırımların büyük ölçüde dolar üzerinden yapılmakta olduğunun da altını çizmek gerekli. Bilindiği gibi bir ülkenin hegemonik konumunun en önemli göstergeleri arasında dilinin, kültürünün, zihniyet dünyası ve yaşam tarzının evrenselleşmesinin yanı sıra parasının evrensel bir değer ölçüsü haline gelmesi de vardır. Pax Britanica döneminin evrensel parası pound idi; Pax Americana döneminin ise dolar… Bu zorunlu hatırlatmanın zihinlerde tam ve doğru biçimde yerine oturabilmesi için bu hatırlatmaya bir ihtiyati kayıt koymamız da gerekiyor. Bir ülkenin dilinin, kültürünün, zihniyet dünyası ve yaşam tarzının ve parasının henüz evrensel bir değer ölçüsü haline gelmemiş olması emperyalist hegemonya adayı olup olmamasının değil; hatta hegemon olup olmasının bile değil; dünya çapındaki hegemonyasının -bir anlamda- tescillenip tescillenmediğinin göstergesidir. Bir başka ifadeyle hegemonya sürecinin nihai ve en üst düzeydeki sonuçlarıdır bu göstergeler. Nitekim İngiltere’nin hegemonik gücündeki azalmaya denk düşmeyen biçimde pound bir dönem daha evrensel para olmaya devam etmiş ya da ABD artık net biçimde yeni hegemon güç olarak ortaya çıkmasına karşın doların evrensel değer ölçüsü olması, bu hegomonik konuma göre daha gecikmeli olarak gerçekleşmiştir.
Bu bölümü doların egemenliğinin uzun süredir sarsılmakta olduğunu; bu alanda ABD ile uzun süredir rekabet halinde olan AB’ye artık Çin, Rusya vb. ülkelerin de katılmakta olduğunu vurgulayarak sonlandıralım. Nitekim 2020’de Çin Merkez Bankası ile 28 diğer merkez bankası arasında ikili swap anlaşmaları uygulanmaya başlanmıştır. “Dünya parası dolar”ın saltanatına rağmen ve tabi ki o saltanata meydan okurcasına…
Teknolojik alandaki göstergeler…
Çin’in 1996-2021 yılları arasındaki AR-GE harcamalarını sürekli artırmış 1996 yılında GSYH’sinin %0,56’sı kadar olan AR-GE harcamaların 2021 yılında tutar olarak 432 milyar dolara, oran olarak ülke GSİH’nın yüzde 2.4’üne ulaştı. Yani Çin’in ar-ge harcamasını 25 yılda 30 kattan fazla artarak Japonya, Almanya ve Güney Kore gibi öncü ülkelerin toplamından bile daha büyük düzeye ulaşmıştır. Çin, dünya Ar-Ge harcamaları açısından 1991 yılında dünyada sekizinci sıradayken 2016 itibarıyla ikinci sıraya yükseldi. Çin Ulusal İstatistik Bürosu (NBS), fiyat faktörleri düşüldükten sonra Çin’in Ar-Ge harcamalarının 2021 yılında bir önceki yıla göre yüzde 9,4 yükseldiğini açıkladı. Çin artık bu alanda da lider ülke durumunda.
Çin’de yerleşiklerin yaptıkları patent başvurularına baktığımızda, Dünya Bankası (2018) verilerine göre, 1996 yılında 11.628 olan patent başvurusu 2000 yılında 25.346’ya, 2005 yılında 93.485’e, 2010 yılında 293.066’ya ve 2016 yılında 1.204.981’e ulaştığı görülmektedir. Yapılan patent başvurularının bu dönem içerisinde önemli oranda artmış olması Çin’in yaptığı AR-GE yatırımlarının beklenen yönde verimlilik artışına ve dolayısıyla ekonomik büyümeye katkı sağladığına işaret etmektedir. .Nitekim Dünya Bankası 2018 raporuna göre 1990-2016 yılları arasında Çin’in toplam sanayi malları ihracı içindeki orta ve yüksek teknolojili ürünlerin oranı (yüzde 30 lardan yüzde 60 lara) ve yüksek teknolojili ürünlerinin oranın da (yüzde 10 dan yüzde 25 civarına) çıkarak ciddi bir yükseliş gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Çin, klonlama, yarı iletkenler, quantum, yapay zekâ, robotik gibi bazı teknolojik alanlarda da artık ilerlemiş durumda.. Çin’in yüksek teknoloji alanındaki durumunu anlamak için küresel endüstriyel robot üretiminde Çin’in payının 2010’da %3,2 iken 2020’de %31’e çıkması bile yeterince fikir vermektedir. Çin, en hızlı bilgisayarı üretmiş, dünyanın en uzun hızlı tren hattını tamamlamış, kolonlama, embriyo ve kök hücre, virüs araştırmalarında çok ciddi mesafeler almış, teknolojik gelişme trendini bilgisayar, uzay çalışmaları, yapay zekâ gibi stratejik teknolojik alanlardaki gelişmelerle bütünleştirmiştir. Bu teknolojik gelişmelerin Çin’in askeri savunma sektöründeki sonuçları, gelinen noktada açık biçimde ABD yönetimini kaygılandırmaktadır. Örneğin, yapay zekâ, insansız savaş araçlarının ötesinde, hedefini kendi seçen “otonom silahların” gelişmesini kolaylaştırıyor. Kuantum bilgisayarı üzerinden dijital ağlar, düşman merkezler tarafından okunamaz haberleşme olanakları, başka ülkelerin sistemlerine sızma kolaylığı, enerji sektöründe toryum reaktörü, birbirine eklenebilen üniteler, enerji bağımsızlığı olasılığını getiriyor.
Öyle görünüyor ki ABD ve Çin arasındaki teknoloji rekabeti gergin durumunu artarak sürdürecektir. Örneğin 5G ve Huawei meselesi ABD için bir ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendiriliyor ve bu alandaki gerilimin zamanla daha da yükselmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bilindiği gibi geçen yıllarda ABD marifetiyle Huawei şirketi Avustralya ve İngiltere’de yasaklatıldı; şirketin üst düzey yöneticisi Kanada’da tutuklandı. Huawei’ye çip satışı engellenmeye çalışıldı. ABD basınındaki yorumlara bakılırsa bu yasaklama ve baskı politikasında belirli bir esneme ihmal dâhilinde olsa da, iki ülke arasında 5G konusundaki gerilimli pozisyonda esaslı bir değişiklik beklenmiyor.
Bir emperyal hegemonya stratejisi olarak “Kuşak ve Yol Projesi”
Çin’in hegemonya iddiasının en net ve somut ifadesi 2050’de tamamlanması planlanan “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi olsa gerek. Bu proje kapsamında onlarca ülkeye yapılacak altyapı yatırımları için 100 trilyon dolar harcanacağı düşünülüyor. Çin, 2013’ten beri devam eden program çerçevesinde Afrika ve Orta Asya’daki birçok ülke dahil olmak üzere yaklaşık 163 ülkede yollar, köprüler, limanlar ve hastaneler inşa etmek için trilyonlarca dolarlık yatırım yaptı. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın ardından hayata geçirdiği hegemonik projesi Marshall Planı’nın 11 katı büyüklüğündeki “Yeni İpek Yolu Projesi” ile Çin, Asya, Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 60 ülkeyle ticareti arttırmayı planlıyor. Antik Çin’i Avrupa’ya bağlayan İpek Yolu’nun günümüz şartlarında canlandırılmasını öngören bu projeye göre; Çin’den başlayacak demiryolu hatlarının Asya’yı kat ederek Avrupa’ya ulaşması amaçlanıyor. Proje tamamlandığında Avrupa-Çin ticaretinde deniz yolunun yerini artık tren yolu almış olacak. Çin, hali hazırda, projeye dahil olan 20 ülkede 50 milyar dolarlık yatırım yapmış durumda. Projenin toplam büyüklüğünün ise 1 trilyon dolara ulaşacağı öngörülüyor Çin, Kuşak ve Yol Projesi’nin 2013’teki ilanından bu yana 70’den fazla ülkeye 1590 proje kapsamında 1.9 trilyon dolar civarında borç verdi; borcunu ödeyemeyenlerin altyapı tesislerine el konuldu.
Projenin emperyal hegemonya hedefi açısından taşıdığı kritik önem, dünya nüfusunun yüzde 70’ini, küresel ekonominin yüzde 55’ini ve bilinen enerji rezervlerinin yüzde 75’ini kapsadığı bilgileriyle net biçimde anlaşılabilir. Bu proje hayata geçirildiğinde, küresel ekonomik altyapıda dengenin Çin lehine değişmesi büyük bir olasılık olarak görünüyor.
Gelecek hafta bu konuya Çin’in askeri alanda, dış politika alanında ve ideolojik kültürel hegemonya alanındaki hamlelerini ele alarak devam edeceğiz.
- Faşizm Üzerine Notlar (4) - 20 Aralık 2024
- Faşizm Üzerine Notlar (3) - 12 Aralık 2024
- Faşizm Üzerine Notlar (2) - 4 Aralık 2024